Bugün birikimlerimiz ve günümüz yazarları ile beraber bir Türk romanından bahsedebiliyoruz. Ancak daha önceleri, yirminci yüzyılın başlarında mesela bundan bahsetmek pek mümkün değildi. Öyle ki A.H. Tanpınar henüz 29 yaşında genç bir delikanlıyken romanımızın nicelik olarak var olduğuna ancak nitelik bakımından bir Türk romanı olmadığına değinir. O devirde başka yazar ve edebiyatçılar da özgünlük anlamında aynı sonuca varırlar. Bugünse gelişen ve değişen sosyal, ekonomik, toplumsal durumlarla beraber kendi dönüşümünü yaşayan Türk romanı gerek içerik gerekse biçimleri bakımından pek çok döneme ayrılabilir. Batı’nın icat ettiği bir tür olan roman bize 1839 yılında Tanzimat’ın ilanıyla beraber ilk önce çevirilerle beraber giriyor. Ancak bundan çok önceleri de yeni bir dil ihtiyacı ve gazete çalışmaları başlayarak aslında Tanzimat’ın da zemini hazırlanıyor. Hani edebiyat derslerinde öğrenirdik ya; ilk gazete, ilk tarihî roman vs. o devri içeren Tanzimat edebiyatından başlayıp günümüze kadar gelmeye ve her dönemden de belli başlı romanları örnek vermeye çalışacağım. Tabii ki eksik bir listeleme olacağının farkındayım. Tamamı ya da büyük çoğunluğunu yazmak zaten olsa olsa bir kitapla yapılacak iş. Meraklısına fikir verebilir diyerekten yazıyorum. Belki merak eden olur; kaynak olarak Berna Moran, A. H. Tanpınar ve İnci Enginün’den faydalanıyorum. İşte geçmişten günümüze Türk romanı!
1. Tanzimat edebiyatı
Aslında her şey bu devirde başladı. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile ilgili Tanpınar şöyle der: ‘’İlan edilen mal, can, ırz masumiyeti, ferdin haklarını en mutlak şekilde kabul etmekti. Böylelikle imparatorluk bir taraftan Fransız İhtilali’nin ana fikirlerini kabul ediyor, diğer taraftan da XVIII. asırdaki Avrupa hükümetlerini çok andıran iyi tanzim edilmiş bir mutlakıyet şekline giriyordu.’’ Özetle bu tarihte yüzümüzü Batı’ya dönüyoruz ve bu durum sanata, edebiyata da yansıyor. Tanzimat’ın ilk yazarlarıysa halkçı insanlar olduklarından romanı eğitici bir araç olarak görüyorlar ve kendi ideolojilerine göre de mesajlarını romanlarda veriyorlar.
Ahmet Midhat Efendi (1844 – 1912), meşhur ‘’Felâtun Bey ile Rakım Efendi’’ eserini bu anlayışla verir. Yazar Batı’nın tüm değerlerini almamak, içlerinden bazılarını ayıklamamız gerektiğini söyler ve bu görüşünü de romanında gösterir. Kendine göre ideal tip olan Rakım Efendi ile batı özentisi, züppe Felâtun Bey’i karşı karşıya getirir ve bu karşılaşmada kazanan Rakım Efendi olur. Bu karakter biraz da yazarın kendisidir. Türk edebiyatında uzun yıllar kullanılan züppe tipinin ilk örneğini de böylece Ahmet Midhat Efendi vermiş olur. Namık Kemal (1840 – 1888), romanı da tiyatro gibi ‘’faydalı eğlenceler’’den sayar ve bu türle insanları eğitmeyi, onlara ders vermeyi amaçlar. En bilinen romanı İntibah’ın konusu şudur: düşük bir kadına âşık olan bir delikanlı, en sonunda bu kadından ayrılır. Bunun üzerine kadın da türlü entrikalarla genç adamın hayatını mahveder. Eserin verdiği ders ise şudur: ‘’Son pişmanlık fayda etmez.’’ Bugün kurgularını basit görmek hatasına düşebiliyoruz, ancak unutmayın ki o devirde roman Türk edebiyatında oldukça yenidir ve bunlar ilk denemelerdir. İlk romancılarımız ayrıca eski hikâyelerimizdeki doğaüstü güçleri eserlerinden çıkarmışlardır. Bu dönemde edebiyatımız için en önemli noktalardan biri bu olmuştur. Bu dönem romanında şeklen batılılaşma, israf, ahlakî düşkünlük gibi sosyal konular görülür.
2. Servet-i Fünun
Diğer adı Edebiyat-ı Cedide olan topluluk, adını oluşturduğu Servet-i Fünun dergisinden alır. Bu dönemin edebiyatı da zaten bu dergi etrafında şekillenir. İki örnek verdiğim Tanzimat romancıları genel olarak siyasetle içli dışlı, imparatorluğun derdine çare arayan insanlardı. Servet-i Fünun yazarları ise Abdülhamid’in istibdat döneminin de etkisiyle siyasete küserler ve toplum sorunlarından da koparlar. Kötümserlik bu dönem romanının ortak tavırlarından biridir. Kendi çevrelerini nitelik olarak beğenmeyen bu yazarlar sanatkârane üsluba eğilmiş, şiirde de nesirde de bunu denemişlerdir. Onlar halkı eğitmeyi amaçlamaz, böyle bir fayda gütmezler. Bu dönemin en önemli ismi ise şüphesiz Halit Ziya Uşaklıgil’dir (1868 – 1945). Halit Ziya Batı romanı ile erken yaşta tanışır ve Fransız yazarlarından da çeviriler yapar. Romancılığımızı Batı romancılığının çizgisine ulaştıran isim odur. Bir diğer özelliği ise romanlarındaki kadın karakterlerin Tanzimat romanının aksine, sosyal seviye bakımından erkeğe yaklaşmış olmalarıdır. En bilinen eseri Aşk-ı Memnu’nın konusu yaşlı ve zengin bir adamla genç bir kadının evlenmesi ve evdeki genç çapkınla yaşanan yasak aşktır. Bu bilinen bir konudur. Eserin asıl özelliği ise kişileri oldukça iyi işlemesinde, oldukça etkili tasvir ve tahliller yapmasındadır.
Servet-i Fünun’un Halit Ziya’dan sonraki en bilinen ismi Mehmet Rauf’tur (1875 – 1931). Meşhur eseri Eylül’ü ise Halit Ziya’ya ‘’İlk eserim son üstadıma’’ diyerek ithaf eder. Eylül romanı eşi tarafından ilgi görmeyen bir kadın ile genç bir akrabanın ortak zevkleri olan müzikle birbirlerine yakınlaşmalarını ve ortaya çıkan saf aşkı anlatır. Servet-i Fünuncuların boşluk, intihar, yabancılaşma gibi hisleri bu romanda da görülür. Nitekim Mehmet Rauf’un vaktiyle intihara teşebbüs edip kendisini kurtarması için Hüseyin Cahit’i aradığı bilinir. Romana adını veren ‘’eylül’’ ayı ise yazın bitişini, kasvetli günlerin gelişini ifade eder.
İlginizi Çekebilir: Halit Ziya Uşaklıgil Eserleri
3. II. Meşrutiyet ve Sonrası
Bu sıralama genellikle Fecr-i Ati, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet dönemi edebiyatı şeklinde ilerliyor. Ancak bunların hepsini II. Meşrutiyet’in ilanı ve sonrası olarak toplamak da mümkün. Bunun sebebi Meşrutiyet’in ilanından sonra pek çok fikir akımının ortaya çıkması ve birbirine etki etmesi. Mesela bir romancı olmasa da yaptığı hicivlerle ünlenen şair Eşref hiciv edebiyatımızın en büyük isimlerinden biri olmuştur. Küçük hikâye türünü başarıyla uygulayan Ömer Seyfettin de Meşrutiyet’ten sonra dilde sadeleşme, gerçekçilik gibi görüşleri savunmuştur. Tüm bu görüşler edebiyatı da şekillendirmiştir.
4. Fecr-i Ati
II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber nispeten hissedilen özgürlük ortamı pek çok insanı olduğu gibi şair ve yazarları da coşturmuştur. Tevfik Fikret başta olmak üzere pek çok şair bu ortamdan etkilenmiş ve coşkulu şiirler yazmıştır. Edebî anlayışlar da değişmiş, eserlerde çoğunlukla sosyal meselelere ve halka değinilmiştir. Böylesi bir dönemde çıkan Fecr-i Ati topluluğu da 1909’da kurulmuştur. Bu dönemin en meşhur yazarlarından biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889 – 1974) sonradan çizgisini değiştirmiş olsa da bu topluluktan etkilenmiştir. Kiralık Konak adlı romanı Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan değerler kargaşasını, kuşaklar arası farkları, şeklen Batılılaşmanın getirdiği yozlaşmayı ele alır. Bunu anlatmak için de konakta yaşayan bir ailenin üç neslini anlatır. Romana adını veren konaksa yıkılmakta olan Osmanlı’nın sembolüdür. Kiralık Konak’ta kahramanlar üç ayrı devri temsil ederler, bu farklılıklar giyim kuşamla da anlatılmıştır. Fecr-i Ati’nin en genç üyesi olan Refik Halit Karay (1888 – 1965) ise roman değil ama bir hikâye kitabı olan Memleket Hikâyeleri ile unutulmazlar arasına girmiştir. Sürgün hayatında yazdığı Memleket Hikâyeleri Anadolu halkının bıkkın, yabanıl, keyifçi ve yalnız hallerini anlatması bakımından önemlidir. Türkçeyi en iyi kullanan yazarlardan biri olarak keskin gözlem gücü ve mizahî bir dile sahiptir ve bu özelliklerini söz konusu hikâye kitabında da görebiliriz.
5. Milli Edebiyat
II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber görece bir özgürlük ortamı olduğunu ve bu ortamda çeşitli fikirlerin filizlendiğini söylemiştim. Milli Edebiyat da bu filizlenmelerden biridir ve ulusçuluk anlayışıyla karşımıza çıkar. Amaçsa Türk kültürüne, millî konulara yönelmek ve dili de bu amaçla sadeleştirmektir. Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler dergisinde çıkan 1911 tarihli ‘’Yeni Lisan’’ makalesi de dilde sadeleşmeyi etkileyen en önemli unsurlardan biri olmuştur. Bu makalede Arapça ve Farsça dilbilgisi kurallarının Türkçeden çıkarılması, İstanbul konuşmasının esas alınması gibi görüşler beyan edilmiştir. Yakup Kadri ve Refik Halit’in isimleri yine bu dönemde de geçebilir. Türkçeyi en güzel kullanan yazarlarımızdan biri olarak Reşat Nuri Güntekin (1889 – 1956) de bu dönemin bir yazarıdır. Güntekin uzun yıllar öğretmen ve müfettişlik görevlerinde bulunmuştur. Çalıkuşu, Anadolu Notları, Yaprak Dökümü gibi meşhur eserlerinin yanı sıra ilk roman tecrübesi olan Gizli El I. Dünya Savaşı ve sonrasını anlatır. Bu dönemde ortaya çıkan vurgunculuk, istismar, harp zenginleri gibi kişi ve kavramlar romanda anlatılır. Ancak yazar romanında idarî mekanizmayı eleştirmek istemiş olsa da önsözde belirttiğine göre sansüre uğramış ve eserin özünü aile geçim sorunlarına indirgemek zorunda kalmıştır. Yine de dönemin devlet sistemiyle ilgili pek çok şey öğrenmek mümkündür. İşgal altındaki Türkiye’nin politika ve memur çevrelerinin durumu sansüre rağmen romanda görülebiliyor.
İsmini saymadan geçemeyeceğimiz bir diğer romancımızsa Halide Edip Adıvar’dır (1884 – 1964). Yazar Kurtuluş Savaşı’nda da cephelerde bulunmuş, hastabakıcılık yapmıştır. Tabii bu saydığımız isimler tarih ve roman özellikleri bakımından Cumhuriyet döneminde de adı geçen yazarlar, onu da bilelim. Kadın hakları konusunda da üretken bir rol üstlenen Halide Edip’in ikinci romanı Vurun Kahpeye millî mücadele yıllarını içeren bir eserdir. Bununla beraber İstiklal Savaşı’nın bağnazlık ve yobazlığı ortadan kaldıramadıkça kesin bir zafer olamayacağını savunur. Romandaki iki temel karakterden biri eğitimci olarak cehalet ve yobazlıkla mücadele eder, diğeri de asker olarak düşmanla harp eder.
6. Cumhuriyet dönemi
1923’ten günümüze uzanan bu uzun dönem de aslında kendi içinde pek çok kategoriye ayrılıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yukarıda adını saydığımız romancılarımızdan Yakup Kadri, Halide Edip ve Reşat Nuri üretmeye devam etmişlerdir. Bu isimlerle beraber diğer Cumhuriyet dönemi yazarları ortalama 1940’larda yetişmeye başladıkları için 1923 – 1940 arası bir tasnif yapılıyor. Bu 17 yıllık süreçte, genç Cumhuriyet’te verilen birkaç esere bakabiliriz.
7. 1923 – 1940
İlk yıllarda yazarlar daha çok toplumsal ve sosyal meselelere eğilmişlerdir. Yakup Kadri Yaban romanında Millî Mücadele yıllarındaki Anadolu’yu anlatır. Eskişehir, Kütahya bölgeleri romanın mekanlarıdır, ayrıca Cumhuriyet Ankara’sı da gözler önüne serilerek bir kalkınma anlatılır. Anadolu’ya açılmanın bir devri olan bu yıllarda Reşat Nuri Güntekin de özellikle Çalıkuşu ile önemli bir yer tutar. Romanın başkahramanı Feride Anadolu’da öğretmenlik yapmaya karar verir, ancak kendisi köy ve kasaba hayatını tam olarak bilmez. Böylece burada Anadolu insanının sorunlarıyla yüz yüze gelmiştir. Romanın en ilgi çekici bölümü de Feride’nin köy köy, kasaba kasaba dolaşırken başına gelen olaylardır. Öyle ki romanın yayımlanmasından sonra birçok Kız Öğretmen Okulu mezunu hanım da kendine Feride’yi örnek almıştır.
8. 1940’lar ve 1950’ler
Akla ilk gelen yazarlardan biri Sabahattin Ali’dir (1906 – 1948). Cumhuriyet’in ilk yıllarında gözleme dayalı gerçekliğin bu dönemle beraber toplumsal gerçekçiliğe doğru kaydığını görürüz. Sabahattin Ali de bu görüşün en önemli ürünlerini veren yazarlardan biri olmuştur. Roman türündeki ilk eseri diyebileceğimiz Kuyucaklı Yusuf bir kasaba halkının yapısını aşk öyküsüyle harmanlayarak verir. Asıl olayları Edremit’te geçen romanın dokusunda yazarın çocukluk yıllarında tanıklık ettiği manzaralar da görülür.
Roman yazma yönteminde ilk değişiklikleri yapmaya başlayan yazarımızsa Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Zamana çok önem veren yazar çoğu romanında zamanı Tanzimat’la başlatır ve Cumhuriyet’e kadar gelir. Öğretmen, bilgin ve edebiyat tarihçisi gibi roller de üstlenen Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne bakalım. Doğu ile Batı, yani iki uygarlık arasında bocalayan toplumumuzun absürt hallerini, yanlış tutumlarını eleştiren ve alaya alan bir romandır. Başkarakterin çocukluğu Abdülhamit döneminde geçer ve devamında Meşrutiyet ve Cumhuriyet’te de yaşamayı sürdürür. Tanpınar’ın ana meselesi olarak görülen bu Doğu Batı arasında kalmışlık, bu ikilem romanda yer yer keskin yer yer dolaylı mizahlarla anlatılıyor. Yani Tanzimat’la beraber Batı’ya yönelmeye başlamışızdır ama ne eskiyi bırakabilmiş ne de yeniyi doğru bir şekilde alabilmişizdir.
9. Köy romanları
Yine 1950’li yıllarla beraber köy ve kasabalarda yetişmiş yazarları ve romanlarında işledikleri köy hayatını görüyoruz. Tabii akla gelen ilk isimlerden biri Yaşar Kemal (1923 – 2015) oluyor. Daha ilk romanı Teneke ile doğup yetiştiği Çukurova’yı anlatmaya başlamıştır Kemal. Büyük eseri İnce Memed serisinde de alışılmış eşkıya tipini değiştirmiş, Çukurova’nın doğası ve insanını anlatmıştır. Bu yıllardaki köy romanlarında sıklıkla görülebileceği üzere ezen – ezilen ilişkisi; toprak ağası ve köylü ekseninde verilmiştir. Bununla beraber Anadolu hayatının sefaleti, ağaların sömürüsü, bunlara karşı verilen mücadeleler de anlatılmıştır.
Yine bir diğer romancımız Orhan Kemal (1914 – 1970) hemen tüm eserlerinde sosyal gerçekliği ilke edinmiş, insan hayatının esas meselesinin ekmek kavgası, ekonomi olduğunu anlatmıştır. Kısaca; küçük adamın talihsizliklerini anlatan Kemal büyük romanı Bereketli Topraklar Üzerinde’de Orta Anadolu’daki köylerinden Çukurova’ya giden üç gurbetçiyi anlatır. Bu gurbetçiler bilmedikleri, tanımadıkları kaos dolu bir iş dünyasına ayak uydurmaya çalışırlar. Ağır çalışma şartları, gurbetçilerin büyük fabrika makineleri karşısında nasıl şaşakaldıkları romanın ele aldığı temel meselelerden birkaçıdır. Fakir Baykurt (1929 – 1999) ise Yılanların Öcü romanıyla ünlenmiştir. Köylü – muhtar arasındaki çarpık ilişkinin ele alındığı roman genel olarak köylü ile idareciler arasındaki çatışmayı gözler önüne serer.
10. 1960’lar
Toplumcu gerçekçiliğin bir on yıl öncesinde edebiyatın içine iyice işlediğini söyleyebiliriz. Özellikle de Anadolu halkı ile idareci ve toprak ağaları arasındaki çatışma sıklıkla görülür. 1960’larda ise konular çeşitlenmeye, roman yazma yöntemlerinde de değişiklikler başlar. Hababam Sınıfı’nın yazarı Rıfat Ilgaz (1911 – 1993) Hababam Sınıfı da dahil olmak üzere ilk üç romanında kendi çevresini anlatır. Toplumcu gerçekçi romanlarından Karartma Geceleri II. Dünya Savaşı’nın ülkemizdeki etki ve yansımalarını anlatır. Savaşa girmemeye niyetli olan Türkiye’de her şeye rağmen ekmek, şeker gibi gıdalar karneye bağlanmış, ani baskınları önlemek gerekçesiyle geceleri her yerde karartma uygulamaları başlamıştır. Aydınlar da tabii bu baskıdan paylarını alırlar. Karartma Geceleri böylesi bir atmosferi ele alan bir romandır.
Hasan İzzettin Dinamo’nun (1909 – 1989) meşhur eseri Kutsal İsyan Birinci Dünya Savaşı’ndan başlar ve Kurtuluş Savaşı’nı ele alır. Sekiz ciltlik bu eserin diğer yedi cildi ise Kutsal Barış’tır. Bu eser ise düşman kuvvetlerinin İzmir’den denize dökülmeleri ile başlar ve Atatürk’ün ölümüne değin gelir.
11. 1970’ler ve 1980’ler
Bu yıllarda romancı sayımızda ciddi bir artış yaşanır. Nicelikteki bu artış eserlerin içeriği konusunda da görülür ve roman konuları oldukça zenginleşir. Köy ve kasaba sorunlarını içeren romanlar devam ederken 27 Mayıs ve 12 Mart sıkıntıları da romanın konusu olur. Belgelere dayalı tarihsel romanlar görülür, Türkiye’den Almanya’ya göç eden ailelerin dil sorunları, iş bulmadaki güçlükler, yurt özlemi, Alman topluluğuna uyumda yaşanan sıkıntılar bu süreçte görebileceğimiz temalardır. Muzaffer İzgü, Selim İleri, Erdal Öz, Vedat Türkali, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu gibi yazarlar sayabileceklerimizden birkaçıdır.
Oğuz Atay (1934 – 1977) Tutunamayanlar adlı başyapıtıyla bugün de çok ilgi gören bir romancımız. Genellikle küçük burjuva ve çevrelerinin yaşam tarzları ve hayat anlayışlarının eleştirildiği, alaya alındığı bir romandır Tutunamayanlar. Farklı tarzda bir psikolojik roman olması Atay’ın bu eseriyle bir atılım gerçekleştirmesini sağlar. Sevgi Soysal (1936 – 1976) 12 Mart’tan payını alan yazarlarımızdan biri olmuştur. En ünlü eserlerinden Yürümek bir kadın ve erkekten hareketle ülkedeki kadın olmak sorunlarını ele alır. Bir diğer romanı Şafak ise 12 Mart’ı ve ülkeyi bu sürece getiren olayları ele alır.
Adalet Ağaoğlu (1929 – …) ise özellikle Dar Zamanlar üçlemesi ile bilinir. Serinin ilk kitabı Ölmeye Yatmak Cumhuriyet’in içerisindeki aydınların, kentli tiplerin yaşadıkları sorunları ele alır. 1938 – 1968 yılları arasında geçen roman karakterlerden hareketle devrin toplumsal, siyasi, sosyal hayatını ele alır. Kültürel bocalamalar, iki uygarlık arasında bir yerde kalış bu eserde de görülen meselelerden biridir. 1980’lere geldiğimizde ise en çok dikkat çeken romancılarımızın başında Orhan Pamuk geliyor. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ile 1980’lerde tüm dikkati üzerine çeken Pamuk bildiğimiz üzere bugün de önemli romancılarımızdan biri. Cevdet Bey ve Oğulları ise aslında yazarın da içinde yetiştiği bir çevreyi anlatır. 1900’lerden başlattığı zamanı bir aileden hareketle anlatır ve yetmiş yıllık süreçte üç farklı kuşağı, bunların dönüşümlerini ele alır.
Mehmet Eroğlu (1948 – …) Issızlığın Ortası adlı eserinde 12 Mart 1971 öncesinde ortaya çıkan aktivist gençlik üzerine eğilir ve yetmişlerdeki gençlerin başarısızlığa sürüklenme nedenleri üzerinde durur. Türk toplumundaki sosyal ve tarihsel dönüşümleri anlatan bir diğer romancı ise Ayla Kutlu’dur (1938 – …). Kaçış adlı romanıyla kadını anlatır. Kadınların yanlış ve eksik algıladıklarını anlatmayı amaçlayan Kutlu bu temayı Kaçış’ta da işler.
12. 1990’lar
Gelelim sonlara doğru. Bu yılların en ilgi çeken yazarları Nedim Gürsel, Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk, Hıfzı Topuz olmuştur. Pamuk dışında üç ismin de belgelerle anıları bir arada işleyip roman yazdıkları görülür. Nedim Gürsel (1951 – …) Boğazkesen’de Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedişini ele alır, ancak padişahlığının yanı sıra Fatih’i özel yanlarıyla da anlatır. Hıfzı Topuz (1923 – …) ise Meyyale’de Pertevniyal Valide Sultan’ın anılarından hareketle Abdülaziz ve Abdülmecit dönemlerini, saraya yakın çevreleri anlatır. 1980’lerde ve biraz öncesine dair ayrıca bir genelleme yaparsak romancılar bireyden hareketle topluma yönelirler. Teknik açıdan simgesel anlatım da bu yıllarla beraber görülerek bir yeniliğin daha önü açılır. 12 Eylül 1980’in etkilerinin kaçınılmaz olduğunu da söylemeliyiz. Edebiyat da bundan etkilenmiştir. Bunun sonucunda ideolojik ağırlıklı romanların 12 Eylül ile beraber azaldığını görüyoruz. Günümüzde ise tüm bu gelişimleri görebilmek mümkün. Bireysel konular da sosyal meseleler de farklı teknik ve yöntemle yazılmaya devam ediyor. Özellikle başarılı yapıtlarımızın da yabancı dillere çevrilmesi Türk romanı ve edebiyatının daha da tanınması ve bilinmesini sağlıyor.