Sanatın da bir özçekimi vardır elbet. Ya da özçizim mi desek? Hem de en renklisinden; en yaratıcı, en ışıklı, en gölgeli, en modelli ve postmodernlisinden… Frida’nın düş gücü, Joan Miro’nun da renkleri, kendi imgeleriyle bir başka güzel. Ve daha listeye sığmayacak yüzlerce otoportre var doya doya seyredilmeyi, ruhumuza akmayı bekleyen…
Sıska bedenlerde gizlenmiş kışkırtıcı cinsellik: Egon Schiele
“Kimi çizsem bir ben var benden öte, benden ziyade” der otoportrenin narsist prensi… Ekseriyetle cinsel temalı desenlerinde zafiyet geçirmişçesine kemikli, sıska modelleri vardır. Bir dönem atölyesine gelen çocukların erotik resmini yaptığı düşüncesiyle pedofili eğilimi görülmüş, suçlanmış, hapislere dahi düşmüştür, Avusturya’nın dışavurumcu çocuğu.
Toplumcu, gerçekçi, devrimci: Gustave Courbet
Özgür ve sansürsüz sanat için yayınladığı bildirisinde hayat görüşünü şöyle açıklar Courbet: “Elli yaşındayım ve her zaman özgür yaşamak istedim. Hayatımı özgürlük içinde tamamlamama izin verin. Ölürken hakkımda ‘Hiçbir okula, kiliseye, enstitüye, akademiye ait değildi. Özgürlük rejimi haricinde hiçbir rejime ait olmadı.’ denmesine izin verin.”
Romantizmi son yolcuğuna uğurlayan Courbet’nin diğer tablolarına kıyasla pek bilinmeyen otoportresi… Esasında realist oluşu, görüneni çizmesinin ötesinde toplumsal konulara duyarlılığından kaynaklanır. 2011’de Courbet’nin “L’Origine Du Monde”unu profil resmi yapan Danimarkalı sanatçı Frode Steinicke’nin bu seçimi, Facebook tarafından müstehcen bulunur ve sansüre uğrar, kaldırılır.
Acıların kadını: Frida Kahlo
“Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamam.” diyor Kahlo. Geçirdiği kaza onu yatağa hapsetmiş. Talihsizliklerle dolu yaşamının koca bir bölümünü, annesinin sıkılmasın diye yatağın tavanına astığı, Kahlo’nun “gündüzlerin ve gecenin celladı” olarak tanımladığı aynalara bakarak geçirmiş. 143 resminin 55 tanesinin otoportre oluşuna da bu “cellat” sebep olsa gerek. Picasso ondan, “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” diye övgüyle bahsediyor. Kendini “uçmak isteyip de uçamayan bir kuş” olarak tanımlar Frida Kahlo. Tutkunun, direnişin, devrimin kadınıdır.
Kübizm demek Picasso demek
“Değeri öldükten sonra anlaşılanlar” klişesinde şükürler olsun ki yerini almayan İspanya’nın kübist ressamı… Portreler, şahsına münhasır çizgilerinde bambaşka anlamlar kazanmıştır. Modern sanatın biraz kafası bozuk, bir tutam asi ve duyarlı çocuğunun, yaklaşık 12 kadar otoportresi var. Bir de kadınları vardır, sonu mutlu bitmeyen hikâyelerin kahramanları ya da sonsuza kadar unutulmayacak tabloların şanslı modelleri. “Esinlenme diye bir kavramın varlığı kesin; önemli olan insanı çalışırken yakalaması.” der Picasso. Kendi esin kaynağının da Cezanne olduğunu dile getirmişti vakti zamanında.
En tanınmış eseri, İspanya İç Savaşı sırasında Alman uçaklarının Guernica kasabasını bombalamasını anlatan, kasaba ile aynı ismi taşıyan tablosudur. Guernica’daki simgeleri anlamlandırmak, David Lynch filmlerini çözümlemeye benzer…
Şiir resme, resim şaire pek yakışır: Oskar Kokoschka
“Resim üç değil, dört boyutludur. Dördüncü boyut kendimin yansımasıdır. Diğer üç boyut iki gözün görüşüne dayanır, dördüncü boyut yaratıcı vizyonun doğal niteliğine” der Kokoschka Bey. Hem ressam hem şair hem de oyun yazarıyken, çocukluğunda asıl okumak istediği alanın kimya olması da ilginçtir.
Uzun kadınların ressamı: Amadeo Modigliani
“Ruhunu gördüğümde, gözlerini de çizeceğim.” Amadeo, bir kadının gözlerini çizebilmek için, onun ruhunu anlamak gerektiğine inanıyordu. Göz bebekleri belirsiz, uzun yüzlü, hüzünlü kadınları vardı. Ve kıvrımlı ince çizgiler, basit ve düz biçimler, uzatılmış figürler ile kolayca tanınan portreleri… İlginçtir, Picasso’nun ölüm döşeğindeki son sözünün “Modigliani…” olduğu söylenir. Modigliani’den bahsederken, ölümünden iki gün sonra kendini pencereden atan sevgilisi Jeanne Hebuterne’yi de anmamak olmaz.
Yalnızlığın senfonisi: Alberto Giacometti
1.yüzyılın varoluşçu ressamı ve her şeyden önce heykeltıraşı… Yakın dostu Jean Paul Sartre, heykellerinin temelinde korku ve yalnızlığın olduğunu söylerken, Giacometti kendi yalnızlığını şu şekilde tanımlar: “Yalnızlık, benim anladığım anlamıyla, acınacak bir durum değil; daha çok gizli bir krallık, derin bir iletişimsizlik, fakat el uzatılamaz eşsizlikte, az çok belirsiz bir anlama biçimidir. “Yalnızlık daha nasıl bu kadar güzel nesnelleşebilirdi?” dedirtir “Köpek” adlı bronzu. Giacometti, o köpeğin kendisi olduğunu söyler. Bir keresinde sokakta kendimi böyle gördüm der, köpek olarak…
Renklerin, hayal dünyasında dansı: Joan Miro
Dünyaya Joan Miro’nun gözünden bakabilmek vardı. Bilhassa böylesine bunalım, hüzün ve yalnızlık temalarından sıyrılarak sıcacık renkler, hareketli kompozisyonlar, muzip çizgilerin sınırları olmayan hayal gücüyle birleşmesiyle, öylesine şiirsel bir anlatım. Miro der ki: “Resimlerim için fikirleri nasıl mı ediniyorum? Bazı akşamlar Rue Blomet’deki evime gelirim, yemek yemeden aç aç yatağa yatarım. Tavana baktığımda gözümün önüne gelen şekilleri, defterime not alırım, sonra da resmini yaparım.” Bize böylesine farklı bir dünyanın kapılarını açtığın için teşekkürler Miro.
Rönesansın yakışıklı özçekimleri: Albrecht Dürer
Rönesans döneminde gravür ve tahta baskı tekniğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından olmasının yanı sıra, aynı zamanda matbaacı ve matematikçidir de Dürer. Eserlerine yerleştirdiği gizli anlamlı objeler, karakterler, simgelerle kompozisyon kurgusundaki ustalığını konuşturur; sanat eleştirmenleri tarafından birçoğunun anlamı hâlihazırda tartışma konusudur. 14. yüzyıl sanat anlayışında sanatçıyı “Sanat doğanın içerisindedir, sanatçı bunu oradan çıkarabilendir” diyerek tanımlar. Otoportrelerinin her biri Avrupa’da farklı ülkelerdeki müzelerdedir. Hepsinin bir köşesinde o resmi kaç yaşındayken yaptığı yazılıdır. 1500 yılında yaptığı otoportresinde de “Ben, Albrecht Durer, 28 yaşımda kendi kendimi yarattım” yazmıştır. Burada gördüğümüz imzasının da, tarihte bilinen ilk logo olduğu söylenir.
Sokakların asi genci: Jean-Michel Basquiat
Sokak sanatı fikrini ilk hayata geçiren olmakla birlikte, dünya çapında ünlenen ilk Afro-Amerikan ressam olarak tarihe geçti. Aşağı Manhattan’ın duvarları SAMO takma adıyla çizdiği graffitilerle renklendi. 1979’da “SAMO is Dead” yazılarıyla graffitiden elini çektiğini yine sokaklardan duyurdu. 1982 sonlarında, henüz üne kavuşmamış Madonna ile birlikte olmaya başladı. Aynı yıl tanıştığı Andy Warhol ile arkadaşlık sonrasında birçok defa beraber çalıştı. Resimlerinde taç ile simgeleştirdiği şöhretin kaçınılmaz bir şekilde başına konacağı aşikârdı. “Ya dışındasındır çemberin / Ya da içinde yer alacaksın” Basquiat kardeş. Hiç istemediği şöhret sayesinde tanıdığımız Basquiat, belki de yine şöhret yüzünden 27’ler kulübüne dâhil oldu.
Pastel renklerin virtüözü: Paul Gauguin
“Sanat ya intihaldir ya da devrim” der Gauguin. Bir dönem Van Gogh’la birlikte yaşamış, hatta Van Gogh’un kestiği kulağının da müsebbibi olduğu iddia edilmiş. Yakın dostu Van Gogh’un ölümüyle tablolarının bir kısmı Gauguin’de kalır. Sefalet çektiği en parasız günlerinde dahi, yüksek ücretler önerilmesine rağmen tablolardan hiçbirini satmadığı söylenir. Uzak diyarlara gitme hevesiyle kendini Tahiti’nin uygarlıktan uzak diyarlarında bulur.
Işığın ve gölgelerin ressamı: Rembrandt
Barok resim sanatının önde gelen temsilcilerinden, Hollandalı ressam ve baskı ustası. 16. yüzyılın sonlarına doğru, Katolik mezhebinden Protestanlığa geçişin cesaret istediği bir dönemde, zamanına göre devrimci sayılan bir değirmencinin oğlu olarak dünyaya gelmiş. Babasının eğitime olan merakı da Rembrandt’ı henüz 13 yaşındayken üniversiteye yollamasını sağlamış. “Samson ve Delilah” resmiyle Avrupa’da üne kavuştuktan sonra eline geçen paranın da, harcadıklarının da haddi hesabı olmamış. Evini antik heykeller, silahlar, zırhlar, Rönesans ve Doğu tablolarıyla doldurmuş. Giderleri gelirini karşılamadığı dönemde eviyle birlikte her şeyini satmak zorunda kalmış, ışığın, gölgenin ve siyahın yaratıcısı.
“Bana çığlığın resmini çizebilir misin?”: Edvard Munch
Norveç’in bağımsız dışavurumcu sanatçılarından Munch, ruhsal durumları saptamaya içten bir eğilim göstermiş. Hüznü, acıyı, melankoliyi ve özellikle de hastalıkla ölümü yansıtmaya çalışmıştır.
Annesi ve kız kardeşinin ölümünün ardından, babası da para sıkıntısı çekiyordu ve bunalımdaydı. Odasına girip saatlerce dua ederdi. Munch o günler için daha sonra “Hastalık, delilik ve ölüm; beşiğimin başucunda nöbet bekleyen ve ömrüm boyunca yanımdan ayrılmayan kötü meleklerdir.” diye yazar. Munch’un 1893’te yaptığı “Çığlık” isimli tablosu, yıllardır bunalım ve depresyonun sembolü hâline geldi. Birçok kez çalınan bu meşhur tablosuna dair detaylar, günlüğünde anlattığına göre şu şekilde: “İki arkadaşımla yürüyordum. Bu sırada güneş batıyordu, kan kırmızısı rengindeydi. Kendimi yorgun hissettim ve tırabzanlara yaslandım. Arkadaşlarım yürümeye devam etti. O sırada doğanın çığlığını hissettim.”
“Her sanatçı biraz deli değil midir?”: Vincent Van Gogh
Kulağını kesip bir zarfa koyacak kadar depresif, güneşin çocuğu, ışığın tiryakisi, renklerin ve ayçiçeklerinin ağababası… Başlı başına bir liste konusudur kendisi. Yaşamı boyunca hiç resim satamamış, anlaşılmayı beklemiş, ancak anlaşılamamış olması gerçekten çok üzücü. 26 yaşında resme başlayıp 36 yaşında intihar eden Hollandalı depresif dâhi, bu kısa süreye 800’ün üzerinde resim sığdırmış. Van Gogh denildiğinde akla hep empresyonistlerin de kullandığı kalın fırça darbeleri gelir; amma velâkin, kendisi ne tam empresyonist stili kullanır, ne puantilizmi. İkisinin de önemli öğelerini alarak orijinal bir biçimde birleştirir Van Gogh.
Tanrı baba: Paul Cezanne
Renoir onun için, “Cezanne hayran olunacak biridir. Kusursuz değilse, yan yana aynı rengi iki kez sürmezdi.” diyor. Matisse onun için “le bon dieu” (tanrı-baba) der. Picasso da ”Hepimizin babası” der ve resimlerinden ilham aldığını itiraf eder. İşte böyle de bir sanatçıdır kendisi. Resme başladığı dönemde çevresindekiler başarılı olamayacağı yorumunu yapar. Nihayetinde modern sanat ve kübizmin temellerini atan bir sanatçı oluverir ve insan gerçekten hayret eder. Pek bir ağırdan alırmış resimlerini, kimileri yıllar sürermiş perspektif takıntısı yüzünden, yeniden ve yeniden yaparmış. Cezanne kalabalıklardan hoşlanmaz ve az konuşurmuş. Resim çizmek konusundaki azmini ölümüne kadar devam ettirmiş. Geçirdiği romatizmal rahatsızlık sebebi ile fırça tutamaz hâle gelmiş ama fırçaları ellerine bağlayarak resim yapmayı sürdürmüş.
Huzursuz dışavurumcu: Ernst Ludwig Kirchner
Die Brücke akımı kurucularından Alman sanatçı Kirchner, 20. yüzyıl başlarında savaşlar ve geleceğin belirsizliğe karşı duyarlılık gösterir, birçok sanatçı gibi. Savaşlar gerginliğe ve umutsuzluğa yol açar. Artık bambaşka bir çağ söz konusudur. Karamsar ve hüzünlü anlatımdan çıkan sanatçılar, her şeye başkaldırmaya başlar. Kirchner için de radikal geçişlerin yaşandığı bir dönem başlar. Sanatın ancak gerçek yaşamla ilişkilendirildiğinde hayat bulacağı ve ancak bu algıyla sanatın tüm öğelerinin yeniden canlılık kazanacağını düşünür. Hızlı ve coşkulu eskiz denemeleri, soyut karalamalar ve dışavurumsal coşkunun peşinden gider. Gel zaman git zaman Kirchner, yeri gelir Matisse’e çevirir yüzünü, yeri gelir Gauguin’in, Van Gogh’un, Munch’un fırça darbelerine.
Babasının kızı: Caterina van Hemessen
O her şeyden önce Flaman Rönesans ressamı Jan Sanders van Hemessen’in kızıydı. Babası tarafından eğitildi ve birçok resimde birlikte çalıştılar. Adı bilinen en eski kadın ressamlardan olan Caterina’nın -babasına verdiği önem nedeniyle- tablolarına “Caterina, Jan van Hemessen’in kızı” diye imza attığını söylememiz yeterli olur sanırız. Bu arada, babalarına çıraklık yapmanın Rönesans dönemi kadın ressamlarının en önemli ortak özelliği olduğunu hatırlatalım. Caterina’nın resimlerini, genellikle koyu arka plan ve gerçekçi karakterize edilen portrelerden ayırt etmek mümkün.
Mutluluğu çizmekle kalmaz, yaşatır: Norman Rockwell
Fotografik illüstrasyonları ve afiş çalışmaları ile tanıdığımız Amerikalı sanatçı. Otoportre deyip, Rockwell’in “Triple Self-Portrait” isimli resminden bahsetmemek olmaz. Resimde kendisini üç farklı açıdan resmeder. 40’lı, 50’li dönemlerin bakmaya doyamadığımız nostaljik reklam afişlerinin yaratıcısıdır kendisi. Amerikan yaşamının günlük hayattan kesintilerini betimlediği resimleri kastedilerek, filmlerde, “Hayatım Norman Rockwell tablosu sayılmaz” şeklinde, “Bir Alex değil” imaları tadında yer edinmiş. Kıskanılası bir üretkenliğe sahip Norman da sanat camiasında ciddiye alınmamış, eleştirilere maruz kalmış. Lolita’nın meşhur yazarı Vladimir Nabokov “Pnin” isimli kitabında “Dali aslında Norman Rockwell’in bebekken Çingeneler tarafından kaçırılmış ikiz kardeşidir.” demiş.