Şiirin her dilde kendini yeniden yaratan bir anlam odağı vardır. Değişen kültür ve toplum yapısına bağlı olarak farklılık gösterebilen bu durum, temelde diğer bütün yazınsal türler için de geçerli olsa da şiir birkaç adım daha öndedir. Çünkü bilinen anlamların bozulabildiği, pek çok ezberin kendini dahi unuttuğu düzlemde şiir, insanı ve yaşamı yeniden yaratabilecek güce sahiptir.
Dünya edebiyatında oldukça önemli metinlere imza atan yazarlardan derlediğimiz liste, anlamın en güzel tonlarından derlenen şiirlerden oluşuyor.
1. Bertolt Brecht – Zulümler Yağmur Gibi Yağmaya Başlayınca
Paydostan sonra gişeye önemli bir mektup getiren biri gibi:
Gişe çoktan kapalıdır.
Yaklaşan bir sel felaketi karşısında kenti uyarmak
isteyen biri gibi:
Ama başka bir dilde konuşan. Kimse anlamayacaktır onu.
Dört kez kendisine bir şey verilen bir kapıyı
beşinci kez çalan bir dilenci gibi:
Beşinci kez aç kalır.
Yarasından kan boşanan ve doktoru bekleyen biri gibi:
Kan durmaz, hep boşanır.
Biz de ortaya çıkıyor ve bize yapılan zulümleri haber
veriyoruz.
İlk kez arkadaşlarımızın yavaş yavaş katledildiğini
bildirdiğimizde
çığlıklar göklere ağdı.
Yüz kişiydi katledilen. Ama bin kişi katledildiğinde
ve ölümlerin sonu gelmediğinde bir sessizlik
kapladı ortalığı
Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca
“dur!” diyen olmaz artık,
Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez
oluverirler.
Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık
hiçbir çığlık.
Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar.
Çeviri: A. Kadir – Gülen Aktaş
2. Charles Baudelaire – Düşman
Gençliğim bir karanlık fırtına oldu,
Birkaç yerinde parlak güneşler açan;
Öyle harap çıktım ki bu fırtınadan,
Bahçemde kızarmış tek tük meyve kaldı.
İşte fikirlerin güzüne ulaştım,
Suyun mezarlar gibi çukur açtığı
sel basmış toprakları durmayıp gayrı,
Kürekler, tırmıklarla onarman lazım.
Boyatacak mı ki sırrî gıdayı bulup
hayal ettiğin yeni çiçekler acap
Bir kumsal gibi yıkanmış bu topraklardan
-Ey acı! ey acı! Zaman ömrü yiyor,
Ve kalbimizi kemiren sinsi düşman
Kaybettiğimiz kanla gelişip büyüyor!
Çeviri: Ahmet Muhip Dıranas
3. Pablo Neruda – Buğdayın Türküsü
Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle.
Çeviri: Hilmi Yavuz
4. Vladimir Mayakovski – Pantolonlu Bulut’tan
Pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan semiz bir uşak gibi
hayal kuran düşüncenizi,
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim,
dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dilli.
Tek bir ak saç yok ruhumda,
yaşlılığın çıtkırıldımlığı yok onda!
Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle
yürüyorum – yakışıklı,
yirmi iki yaşında.
Çıtkırıldımlar!
Kemana yatırırsınız aşkı siz.
Kabalar, onu trampete yükler.
Fakat, tersyüz edebilir misiniz, kendinizi benim gibi,
Öyle ki, dudaklar kalsın ortada, salt dudaklar!
Çık da gel konuk odasından
gel de bir adam tanı,
kibirli, patiskadan ve melek soylu memur karısı.
Sen ki dudaklar çevirirsin aynı kayıtsızlıkla,
bir aşçı kadın nasıl çevirirse yemek kitabının sayfalarını…
İster misiniz
ten kudurtsun beni,
– ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın –
ister misiniz
öylesine yumuşayım, sevecen olayım ki öylesine
hani, erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!
İnanmıyorum çiçekli Nice diye bir yerin var olduğuna!
Benimle göklere çıkarılacaktır yeniden
hastane gibi bayatlamış erkekler,
ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da
Çeviri: Ataol Behramoğlu
5. Yorgo Seferis, Denize Yakın Mağaralarda
Denize yakın mağaralarda
bir susuzluk duyarsın, bir aşk,
bir coşku
deniz kabukları gibi sert
alır avucuna tutabilirsin.
Denize yakın mağaralarda
günlerce gözlerinin içine baktım,
ne ben seni tanıdım, ne de sen beni.
Çeviri: Cevat Çapan
6. William Blake – Sevda Bahçesi
Gittim Sevda Bahçesine
Ve hiç görmediğim bir şey gördüm:
Bir kilise yapılmıştı ortasına,
Çocukluğumda oynadığım çimenlerin.
Ve bu Kilisenin kapıları kapalıydı,
Ve “İçeri Girilmez” yazılıydı kapının üzerinde;
Şöyle döndüm baktım Sevda Bahçesine
Bir zamanlar sevimli çiçeklerle doluydu;
Ve gördüm ki mezarlık olmuş her yan,
Ve mezar taşları var çiçeklerin yerinde;
Ve karalara bürünmüş Papazlar çevrelerinde dolaşmakta,
Ve bağlamışlar neşelerimi heveslerimi dikenliklere.
Çeviri: T. Asi Balkar
7. Sylvia Plath – Bayan Lazarus
İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm
Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağım
Tüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.
Çözün kundağı
Ah, sevgili düşmanım.
Korkutuyor muyum?
Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.
Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak
Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.
Bu Üçüncü Sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.
Bu ne çok iplik.
Çekirdek yiyen kalabalık
İtişir içeri görmek için
Ellerimi ayaklarımı çözmelerini –
Muhteşem soyunmalar.
Baylar, bayanlar
Bunlar ellerim benim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte
İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.
İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
Üstüstüme kapaklandım.
Tıpkı bir midye gibi.
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
Solucanları
Ölmek
Bir sanattır, herşey gibi.
Özellikle iyi yaparım.
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi
Güneşli bir günde geri gel
Aynı yere, aynı yüze, zalim
Eğlenen çığrışlara:
‘Mucize!’
İşte bu yere yıkar beni.
Ama bir bedeli var.
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
Kalbimi dinlemenin
Hakikaten çalışıyor.
Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün, veya bir dokunuşun.
Ya da biraz kanımı akıtmanın.
Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
Eee, Herr Doktor.
Eee, Herr Düşman.
Sizin eserinizim ben,
Paha biçilmez,
Altın topu bebeğinizim
Bir çığlığa eriyen
Dönüyorum ve yanıyorum.
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.
Kül, kül
Külü eşele bak.
Etten kemikten eser yok
Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.
Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.
Çeviri: Enis Akın
8. Edgar Allan Poe – Kuzgun
Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
“Bir ziyaretçidir” dedim, “oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?”
Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,
Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
Işısın istedim şafak çaresini arayarak
Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore’dan,
Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore’dan,
Adı artık anılmayan.
İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
“Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
Başka kim olur bu zaman?”
Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
“Özür diliyorum” dedim, “kimseniz, Bay ya da Bayan
Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan.”
Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
Kapıyı açtığım zaman.
Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
Fısıltıyla bir kelime, “Lenore” geldi uzaklardan,
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
Yalnız bu sözdü duyulan.
Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
İrkilip dedim: “Muhakkak pancurda bir şey olacak;
Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
Başkası değil rüzgârdan…”
Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.
Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
Kondu Pallas’ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
Kaldı orda oynamadan.
Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
“Gerçi yolunmuş sorgucun” dedim, “ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
Adı “Hiçbir zaman” olan.
Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
Sustu, sonra ben konuştum: “Dostlarım kaçtı yanımdan
Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan.”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
“Anlaşılıyor ki” dedim, “bu sözler aklında kalan;
İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
Hiç -ama hiç- hiçbir zaman.”
Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
Sonra Kuzgun’u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
Çatlak çatlak: “Hiçbir zaman.”
Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
Durup o Kuzgun’a baktım, mindere gömüldü başım,
Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
Elleri Lenore’un artık mor mindere, ışık vuran,
Değmeyecek hiçbir zaman!
Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
“Aptal,” dedim, “dön hayata; Tanrın sana acımış da
Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan.”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
“Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan!
Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
Korkuların hortladığı evimde, n’olur anlatsan
Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan…”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
“Şu yukarda dönen gökle Tanrı’yı seversen söyle;
Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan!
Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
Buluşacak o Lenore’la, adı meleklerce konan,
O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Kalkıp haykırdım: “Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
Oda kapımın üstünde, Pallas’ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
Kalkmayacak – hiçbir zaman!
Çeviri: Ülkü Tamer
9. Arthur Rimbaud – Sarhoş Gemi
Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.
Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.
Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde.
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.
Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.
Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.
O zaman gömüldüm artık denizin şi’rine,
İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.
Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.
Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.
Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.
Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.
Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
Beklemedim Meryem’in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.
Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.
Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.
Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.
Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.
Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.
Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.
İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.
Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik meduzaları.
Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.
Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın.
Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.
Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.
Çeviri: Sabahattin Eyüboğlu
10. Friedrich Schiller – Bölüşün Dünyayı
Alın bu dünyayı! diye seslendi bir gün Zeus göklerinden
İnsanlara; alın, sizin olsun artık.
Armağanım olsun sizlere bu mülk, bu toprak;
Ama kardeşçe bölüşün aranızda.
Koştu eli ayağı tutan, kendine bir pay için,
İşe sarıldı herkes, genciyle yaşlısıyla.
Çiftçi ürünlerini kaptı tarlaların,
Ava koyuldu asilzade ormanların içinde.
Ambarlarının aldığı kadar aldı tüccar,
En iyi yıllanmış şarabı seçti rahip kendisine.
Kralsa, tuttu köprü başlarını, yol kavşaklarını,
Benimdir, dedi, her şeyin onda biri.
Bu bölüşme çoktan bitmiş, geçmişti ki nice zaman,
Şair çıkageldi, çok çok uzaklardan;
Ama hiçbir şey kalmamıştı hiçbir tarafta,
Ve bir sahibi vardı her şeyin de.
Eyvah! Unutacak mıydın beni böyle hepsi içinde?
Beni, en sadık oğlunu senin?
Diye dövündü, yakındı, haykırdı uzun uzun,
Attı sonra kendini tahtın önüne.
Gezip durursan böyle hayaller ülkesinde,
Dedi Tanrı, söz söyleme artık sonra bana.
Neredeydin peki dünya paylaşılırken?
Yanındaydım oldu cevabı şairin.
Gözüm yüzündeydi,
Kulağım göklerinin ahenginde;
Sarhoştu ruhum ışığından, affet!
Unuttu her şeyini yeryüzünün.
Ne yapmalı şimdi? dedi Zeus, – dünyamız gitti elden,
Ne tarlalar, ne ormanlar, ne de kırlar benim artık.
Ama yaşamak istersen gökte benimle,
Açık olacak o sana her gelişinde.
Çeviri: Vural Ülkü
11. Boris Vian – Kaçak
Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
bir mektup yazıyorum size,
bilmem vaktiniz var mı
okumaya bu mektubu.
Az önce verdiler elime
askerlik kâğıtlarımı,
savaşa çağırıyorlar beni,
diyorlar yola çık en geç çarşamba akşamı.
Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
dövüşmeye hiç istek yok içimde,
insancıkları öldürmeye gelmedim ben,
gelmedim ben bu yeryüzüne.
Sizi kandırmak değil niyetim,
ama söylemeden de edemem,
savaş ahmakların işi,
hem insanlar ondan hanidir bıktı.
Doğduğum günden bu yana
ölen çok babalar gördüm,
gidip dönmeyen kardeşler gördüm,
çocuklar gördüm iki gözü iki çeşme.
Ya analar ne çekti, ya analar,
bir yanda işi tıkırında bir avuç insan
bolluk içinde rahat yaşar,
bir yanda ölüm, çamur, kan.
İnsanlar tıkılmış dört duvar içine,
çalınmış neleri var neleri yok,
karıları, eski güzel günleri bütün.
Gün doğar doğmaz yarın
kapatacağım şırak diye kapımı
ölmüş yılların suratına,
alıp başımı yollara düşeceğim.
Aşacağım karaları, denizleri,
ne Avrupa’sı kalacak, ne Amerika’sı, ne Asya’sı,
dilene dilene hayatımı
şunu diyeceğim insanlara:
Üstünüzden atın yoksulluğu,
durmayın bakın yaşamaya,
hepimiz kardeşiz, kardeşiz, kardeş,
ey insanlar, ey insanlar, ey.
İllâki kan dökmek mi gerek,
gidin dökün kendi kanınızı,
size söylüyorum bunu da,
efendi misiniz, kodaman mısınız ne.
Adam korsunuz arkama belki de,
unutmayın jandarmalara demeye:
üzerimde ne bıçak var, ne tabanca
korkmadan ateş etsinler bana,
korkmadan ateş etsinler bana.
Çeviren: A. Kadir
12. Nâzım Hikmet Ran – Yaşama Dair
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
“Yaşadım” diyebilmen için