Ensenizde bir ürperti mi hissediyorsunuz? Tüyleriniz diken diken mi? İçinizi kemiren şüphe ile nasıl başa çıkacaksınız? Ya hiçbir şey göründüğü gibi değilse! İşte bize bunları hissettiren; duygularımızı, güdülerimizi alt üst eden bir numaralı isim, gerilim filmlerinin babası Alfred Hitchcock.
Üstat, ABD’nin Los Angeles kentinde böbrek yetmezliğinden hayata veda edeli 34 sene oldu. Oedipus kompleksi, id, ego, süper ego ondan soruldu. Biz de “Hitchcockian”, “Hitchcockvari”, “Hitchcock Tarzı” diye ifade edilen kendine has sinemasal bir dil oluşturan ünlü yönetmeni bu vesileyle analım, yaşamını ve filmlerini hatırlayalım, hatırlatalım istedik.
Küçük Alfred’i terbiye (!) yöntemleri
Alfred Joseph Hitchcock, 13 Ağustos 1899’da Londra’da Leytonstone’da doğdu. Cizvit Okulu Ignatius College’da koyu bir Katolik olarak yetiştirildi. Çocukken arkadaşlarına karşı mesafeliydi. Hatta okul arkadaşları ona “Cocky” yani “Burnu havada” lakabını taktılar.
Babasının ve annesinin kendine has terbiye yöntemleri vardı. Babası, henüz beş yaşındayken eline bir not tutuşturup onu karakola gönderdi. Notu okuyan polis, babasının isteğini yerine getirerek Alfred’i hücreye attı. 10 dakika sonra da “Kötü çocukların başına böyle şeyler gelir” diyerek bıraktı. O günden geriye, polis tarafından suçsuz yere cezalandırılma korkusu kaldı. Bu temayı ileride filmlerinde sıkça kullanacaktı.
Zaman zaman ceza olarak kendisini yatağının önünde saatlerce tek ayak üstünde bekleten annesi de, filmlerinde kaçık anne tiplemesi ile yer bulacaktı.
Ve Hitchcock sinema ile buluşuyor
15 yaşındayken babasını kaybeden Hitchcock, çalışmak zorunda kalınca Henley’s isimli reklam şirketinde çizerliğe başladı. Londra Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi alan Hitchcock, Famous Players Lasky Film Stüdyosu’nun Londra şubesinde prodüktör yardımcısı olarak çalışmaya başladığında 21 yaşındaydı. 1926’da Alma Reville ile evlendi ve iki yıl sonra ileride Sapık ve Trendeki Yabancı filmlerinde rol alacak kızı Patricia doğdu.
Başlangıçta sessiz filmlerin ara yazı tasarımlarını hazırlayan Hitchcock, ileride ustalaştığında o günleri hatırlayarak “Sinemayı öğrenmenin en etkili yolu sessiz film çekmeye çalışmaktır” diyecekti.
Başarılı Alfred’in arkasında Alma vardı
Kendisi gibi sinemacı olan eşi Alma Reville, Hitchcock’un hep yanı başındaydı. Ünlü yönetmen Amerikan Film Enstitüsü’nün verdiği Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alırken “Eğer, genç ve güzel bayan Miss Reville, 53 yıl önce yaşam boyu sürecek bir kontrata imza atıp Mrs. Hitchcock olmasaydı, Mr. Alfred Hitchcock bu gece burada olamazdı” diyerek bu gerçeği unutmadı.
Ada’nın ilk sesli filmi: Şantaj (Black Mail)
1922’de çektiği ilk filmi No. 13 tamamlanmadı. Bunun ardından 1923’ten 1929’a kadar 10 sessiz kısa film yönetti. Sessiz filmlerinde çeşitli efektlerle seyircilerini etkileyen Hitchcock, kendi tarzını 1926’da yönettiği Kiracı’da (The Lodger) oturtmaya başladı.
1929’da yönettiği ve sonradan seslendirmesi yapılan Şantaj (Blackmail), İngiltere’nin ilk sesli filmi olarak sinema tarihine geçti.
Hollywood’da da tarzını korudu
1930’lar boyunca filmleriyle dünya çapına ünlenen Hithcock, 39 Basamak (The 39 Steps) ve Bir Kadın Kayboldu (The Lady Vanishes) gibi klasikleşmiş filmlerinin ardından 1939’da İngiltere’den ayrılıp Hollywood’a yerleşti.
Hollywood’un bunaltıcı stüdyo şartları ve sansür kurulu ona vız geldi. Kurgudaki dehası sayesinde kariyeri boyunca özgünlüğünü ve şok eden tarzını hep korudu. Hatta belki de bu zorlamalar sayesinde geliştirdiği çekim ve kurgu teknikleriyle ‘auteur’ sıfatını kazandı.
Dünya Hitchcock’u Rebecca ile tanıdı
Hitchcock dünya sinema sahnesine adını 1940’ta Hollywood’da çektiği Rebecca ile duyurdu. Bu filmde karısı Rebecca’nın ölümünün ardından yeniden evlenen Maxim de Winter’a ve Rebecca’nın ölümünün ardındaki sırra odaklandı. İngiliz yazar Daphne du Maurier’in 1938 tarihli romanından uyarlanan film, 1940 yılında En İyi Film Oscar’ını kazandı.
Şüphe (Suspicion)
1941’de yönettiği Şüphe’de (Suspicion) Hitchcock kocasının katil olduğuna inanan bir kadına çevirdi kamerasını. İzleyici, başrollerinde Cary Grant ve Joan Fontaine’nin oynadığı film boyunca, görünenlerin arkasındaki gerçekleri bulmaya çalışırken hop oturdu hop kalktı.
Yaşamak İstiyoruz (Lifeboat)
Hitchcock, 1944’te John Steinbeck’in hikâyesinden uyarladığı Yaşamak İstiyoruz’da (Lifeboat), 2. Dünya Savaşı’nda bir Alman denizaltısı tarafından batırılan gemiden sağ çıkanların kurtulma çabasını anlattı. Sadece tek mekânda -kurtarma botunda- geçen film bu özelliğiyle dört sene sonra çekeceği Ölüm kararı/İp (Rope) filminin habercisi gibiydi. Hiçbir karakteri merkeze almayan filmde yönetmen “Cameo” denilen her filmde kısa süre görünme tutkusunu sürdürdü ve bu kez bir gazete parçasındaki zayıflama ilacı ilanında boy gösterdi.
Rio’ya gitmeden Brezilya’da çekilen film: Aşktan da Üstün (Notorious)
Usta yönetmenin 1946’da yönettiği Aşktan da Üstün’de (Notorious), Cary Grant ve Ingrid Bergman’ın başrolleriyle, izleyiciye bir casusluk öyküsünün merkezinde tutkulu bir aşk filmi sundu. Büyük bölümü Brezilya’da geçen filmi yönetmen “Back Projection” tekniğiyle Rio’ya hiç gitmeden bitirdi.
Filmde gerilimi tırmandıran öğelerden biri atom bombasında kullanılmak için şarap şişelerinde saklanan uranyum tozlarıydı. Bu fikir yüzünden FBI onu bir süre takip etti.
Ustanın ilk renkli filmi: Ölüm Kararı (Rope)
Hitchcock 1948’de yönettiği, gerçek bir olaya dayanan Ölüm Kararı’nda (Rope), Chicago Üniversitesi’nde okuyan Leopold ve Loeb adlı iki öğrencinin 1924 yılında sınıf arkadaşlarını katletmelerinden esinlendi.
Bu ilk renkli filminde tek mekân kullanan usta yönetmen, sahneleri hiç kesmeyip filmi gerçek zamanlı devam ettirdi.
Arka Pencere (Rear Window)
“Arka Pencere, tam anlamıyla özgün bir sinema filmi yapmak için bir fırsattı. Elinizde yerinden kıpırdamayan ve dışarıyı izleyen bir adam var. Bu, filmin bir parçası. İkinci parçası ise, onun tepkilerini gösteriyor. Bu aslında sinemasal düşüncenin en özgün anlatımıdır.” Ünlü yönetmen 1954’te yönettiği Arka Pencere’yi (Rear Window) böyle anlattı.
Sovyet sinemacı Lev Kuleshov’un montajla ilgili ünlü deneyinden ilham alan filmde, ayağını kıran ve evinden çıkamayan gazeteci L. B. Jefferies’in (James Stewart) komşularını pencereden izlemesine şahit olduk. Filmde izleyiciyi geren pek çok sahne dışarıdaki olayları izleyen Jefferies’in yüz ifadesi ve tepkileri üzerine kuruluydu.
Ölüm Korkusu (Vertigo)
1958’de yönettiği Ölüm Korkusu’nda (Vertigo) ünlü yönetmen, yükseklik korkusu olan dedektif Scottie Ferguson üzerinden aşk ve tutkuya odaklandı. Film Pierre Boileau ve Pierre Ayraud tarafından yazılan “D’Entre les Morts” isimli bir kitaptan sinemaya aktarıldı.
Tıpta baş dönmesi anlamına gelen Vertigo’da, Hitchcock “Dolly Zoom” tekniği ile izleyicilerin başını döndürürken, bu teknik sinema tarihine “Vertigo Efekt” ve “Hitchcock Zoom’u” olarak geçti.
Sinemada bayılanlar oldu: Sapık (Psycho)
Robert Bloch’un Wisconsinli katil Ed Gein’den esinlenerek yazdığı romanından Hitchcock’un 1960’ta uyarladığı Sapık (Psycho) devrinin çok ötesindeydi. Usta yönetmen filmin telif haklarını satın aldıktan sonra kitabın kopyalarını piyasadan toplatarak, hikâyenin sonunun öğrenilmesine engel oldu.
Filmde gerilim o kadar yüksekti ki, ilk gösteriminde seyirciler arasında çığlık atanlar, bayılanlar oldu. Hitchcock özellikle pek çok farklı planla çekip kurguladığı duş sahnesinde, bıçağın saplandığını bir kere bile göstermeden tüm dehasını ortaya koydu. Sapık, dünyada en çok iş yapan ve kapalı gişe oynayan filmlerinden biriydi.
Bir nesilde fobi yaratan film: Kuşlar (The Birds)
Hitchcock, Kuzey Kalifoniya’da tatil yaparken okuduğu bir haber ve Daphne du Maurier’in kısa bir öyküsünü birleştirdi ve 1963’te bu filmi çekti. Bodega sahiline saldıran farklı türlerden kuşların yol açtığı dehşeti anlatan Kuşlar (The Birds), kendinden sonra, doğanın insandan öç almasını işleyen pek çok filme öncülük edip bir klasiğe dönüştü.
Başrol oyuncusu Tippi Hendren filmde gerçekten kuşların saldırısına uğradı ve ünlü yönetmenden epey baskı gördü. Hatta Alfred Hitchcock ve Tippi Hedren arasında Kuşlar’ın çekimi sırasında yaşananlar 2012 yapımı The Girl filmine konu oldu.
Son filmi: Aile Komplosu (Family Plot)
Hitchcock’un 1976’da Victor Canning’in romanından uyarladığı Aile Komplosu (Family Plot), kariyerindeki son filmiydi. 77 yaşındaki ünlü yönetmen bu filmde bir casusluk hikâyesine odaklandı.
Aile Komplosu’nda usta yönetmen, kaybolan varisini arayan yaşlı bir kadının, farkında olmadan dolandırıcı bir taksi şoförü ve bir medyumun eline düşmesini anlatırken filmografisinin kapanışını yine gizem dolu bir filmle yaptı.
Çocukluğumuzun Alacakaranlık Kuşağı
Gerilim ustası, 1955-1965 yıllarında Alfred Hitchcock Sunar başlığıyla 10 sezon boyunca 361 bölümlük dizilerin yapımcısıydı. Hatta 17 bölümü kendi yönetti. TRT’de Alacakaranlık Kuşağı ismiyle verilen korku, komedi, gerilim ve doğaüstü unsurlar içeren bölümlerde Hitchcock başta her hikâyeden önce görünüp bilgi verdi. Sonda da geri gelip programı kapattı.
Popüler mi, kıymeti geç bilinen ‘auteur’ mü?
Sinema eleştirmenlerince başta fazla popüler bulunup küçümsense de, hak ettiği itibarı Cahiers du Cinéma dergisi yazarları ve yönetmenler Jean Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer, Claude Chabrol sayesinde kazandı.
John Russell Taylor’ın “Hitch: The Life and Times of Alfred Hitchcock” (1978, Hitch: Alfred Hitchcock’ın Yaşamı ve Dönemi) ile Fransız sinemacı François Truffaut’un Hitchcock’la yaptığı bir söyleşiyi kaleme aldığı Le Cinema Selon Hitchcock (1966,Hitchcock) adlı eserler ününün pekişmesinde büyük rol oynadı.
Her filmde beş saniye ile ‘Cameo’ roller
Usta yönetmen, kendi filmlerinde görünmesiyle meşhurdu. Cameo roller denilen bu roller onun alâmetifarikalarındandı. Sapık’ta kovboy şapkasıyla yol kenarında bekledi. Kuşlar’da dükkândan küçük köpeklerle çıktı. 1927’de çektiği Kiracı filminden itibaren 50 yıllık kariyerinde toplam 35 filminde beşer saniye gözüküp yok oldu.
Başta ihtiyaçtan doğan bu Cameo rolleri de şöyle anlattı: “Perdede görünmem tamamen yaratıcılık zihniyetiyle yapılmıştı, perdeyi doldurmak zorundaydık. Sonradan bir batıl itikada, hatta bir ‘gag’a dönüştü. Ama artık oldukça sıkıntılı bir ‘gag’a dönüştü, ben de ilk beş dakikada görünmeye dikkat eder oldum, izleyici filmin gerisini rahat rahat izleyebilsin diye.”
Korku ile gerilim arasındaki fark
“Korku, masanın altında duran bombanın aniden patlamasıdır. Gerilim ise, masanın altında bir bomba olduğunu bilmektir.” Ünlü yönetmen, filmlerini usta bir şekilde örüp, kurgulayıp gereksiz ayrıntılara yer vermemesiyle tanındı. Onun sinemasının belirleyici kavramları gizem, şüphe, soğuk bir mizah anlayışı ve şaşırtmacaydı.
Kendisinin mcguffin (macguffin) olarak tanımladığı kilit kavram, sinemasının ayırt edici niteliklerindendi. Mcguffin filmde bir nesne de olabilirdi, insan da. Bu öğe seyircinin dikkatini filme vermesini sağlardı ve seyirci bu öğenin film için hayati önem taşıdığını düşünürdü. Ama çoğu zaman bir önem taşımazdı.
Rüyalar, bilinçdışı, sistem eleştirisi
Hitchcock kariyeri boyunca tek derdinin seyircileri eğlendirmek olduğunu ifade etse de, çok katmanlı filmleri psikanalize ve Freudyen okumalara davetiye çıkardı. Psikolojik öğelerin işlenişine titizlikle önem veren yönetmen 1945’te yönettiği Öldüren Hatıralar’da (Spellbound) düş sekansları için ressam Salvador Dali ile çalıştı.
ABD’de sansürün baskın olduğu yıllarda söylemek istediklerini açıktan anlatamasa da hep bir yolunu buldu. Sadece Sapık’taki Norman karakteri bile Amerikan Rüyası’nın epey dışında, takıntılı tavırlarıyla yıllar boyunca uzun uzun incelemeleri hak etti.
Kendi dilinden sineması
“Uygarlık günümüzde o denli koruyucu bir hal almıştır ki, artık korkularımızdan içgüdüsel olarak kurtulma olanağımız kalmamıştır. Uyuşukluğumuzu gidermek ve ahlaksal dengemizi canlandırmak için tek yol, şok yaratacak yapay araçlara başvurmaktır. Buna ulaşmak bana öyle geliyor ki, ancak sinema yoluyla olabilir.”
“Bazı durumlarda mutlu son gerekmez. Sımsıkı kavramayı başarırsanız izleyici sizin yürüttüğünüz mantığın peşinden gelecektir. Filmin bütününde yeterince eğlendirici olabilmişseniz insanlar mutsuz sonu kabul edeceklerdir.”
“Kötü adam ne kadar başarılıysa film de o kadar başarılıdır. Bu en önemli kuraldır.”
Başka başka Hitchcock’lar
Gerilim sinemasındaki akıllara kazınan sahneleri, kendinden sonra çekilen birçok filmde tekrarlandı ve filmlerine göndermeler yapıldı. Özellikle Sapık’taki duş sahnesi, Kuşlar’daki kuş saldırıları, Gizli Teşkilat’taki (North by Northwest) uçak sahnesi gibi birçok sahne, Hitchcock anısına birçok filmde yer buldu.
Filmlerinin remake’i en çok çekilen auteur’lerden Hitchcock görsel zenginliği ile elbette başka yönetmenlere de ilham verdi. Öyle ki dünya sinemasında pek çok yönetmen, Fransız Hitchcock Henri-Georges Clouzot, İtalyan Hitchcock Dario Argento, Amerikalı Hitchcock Brian De Palma gibi onun adıyla anıldı.
Kim demiş kusursuzdu diye?
Usta yönetmen hakkında, kariyeri boyunca söylentiler eksik olmadı. Başrolleri sarışın kadınlara veren yönetmenin sarışınlara takıntılı ilgisi, zaman zaman kadın düşmanlığına varan tavırları, sette oyuncularına yaptığı soğuk şakaları, aldığı Katolik eğitimle ilişkilendirilen tutucu davranışları ve bu yönelimlerin filmlerine dolaylı yollardan sızması onun karanlık taraflarıydı.
Kameramanıyla bütün gece kameraya zincirli kalması için iddiaya girdiği ve onu zincirlemeden önce gizlice kahvesine müshil ilacı karıştırdığı, hatta kızını dönme dolaba bindirip saatlerce tepede bıraktığı bile rivayet edildi.
Oscar doesn’t go to…
ABD’de çektiği ilk film Rebecca ile En İyi Film Oscarı’nı kazandı. Ama kariyeri boyunca beş kere aday olduğu En İyi Yönetmen Oscar’ını hiç kucaklayamadı.
1979’da Amerikan Sinema Enstitüsü tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü ile onurlandırıldı. 1980’de ise Kraliçe II. Elizabeth tarafından “Sir” ilan edildi.
Dorsay ve Güler’in Hitchcock’u
Türkiye’den Ara Güler ve Atilla Dorsay’ın yolu ünlü yönetmenle kesişti. Dorsay 1972’de Cannes Film Festivali sırasında Carlton Oteli’nde usta yönetmenle iki saatlik söyleşi yaptı. Dorsay bu söyleşiye “Yüzyüze: Sinemacılarla Konuşmalar” ve “Sinema ve Unutulmayanlar” kitaplarında yer verdi.
Ünlü fotoğrafçı Ara Güler de usta yönetmen ile çalışmasını şöyle anlattı: “Onunla yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana alarak bir fotoğraf çekmek istedim. Hitchcock da rejisör olduğu için, fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Çalışırken sanki rol yapıyor, sesler çıkartıyor, oyun oynuyordu. Sabah 11’de başladığımız çalışma akşam 5’te bitti. Bana kızdı başlarda, sevmedi. Ben içimden “Yahu ben Picasso’larla falan çalışıyorum, sen de kim oluyorsun! Sen Hitchcock’san, ben de Ara Güler’im” diyorum. Ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki, ben ondan daha matrak biriyim, rahat rahat çalıştık.”