Kuzey Avrupa; Kutup ışıklarıyla, atmosferiyle, soğuyla ve metal müziğiyle olduğu kadar sinemasıyla da ünlüdür. Hollywood’un geniş bütçeli, dev prodüksiyonlu, ticari kaygılı filmlerinden sıkılmış bünyeler için her zaman güzel, estetik ve avangart bir durak noktası olmuştur. O halde önce Ingmar Bergman’a selam edelim, sonra da yakın dönemde yapılmış fiyakalı Kuzey Avrupa filmlerine bir bakalım.
1. The Hunt (2012)
Danimarkalı Thomas Vinterberg “Dogma 95” akımının kurucularından biridir ve sinema tarihi açısından oldukça yenilikçi bir noktada durur. Ancak Vinterberg The Hunt filmiyle Dogma akımının kuralları dışına çıkmış, hikâyenin işlenişi ve biçim açısından daha klasik bir yapı kurmuştur. The Hunt toplumsal önyargıya, ayrımcılığa, mahalle baskısına, güven duygusuna ve bireyin yalnızlığına dair 2000’li yıllarda yapılmış en özel filmlerden biridir. Mads Mikkelsen bu filmdeki üstün oyunculuğuyla parlamış ve Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almayı başarmıştır.
2. The Square (2017)
İsveçli yönetmen Ruben Östlund The Square ile Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ödülünü kaptı, sanat-iktidar-etik gibi kavramlara bakış açısıyla gönüllerimizi kazandı. The Square kimlik krizine, mülteci meselesine ve güncel sanat algısına sarkastik yaklaşım biçimiyle dikkat çeken bir film. Entelektüel, kentli ve üst sınıftan bir karakterin dönüşümünü zekice işleyen film, skeçler üzerinden ilerleyen temasıyla ön plana çıkıyor ve ironik yaklaşımıyla izleyeni sarsmayı başarıyor.
3. Headhunters (2011)
Norveçli yönetmen Morten Tyldum’un ismini “The Imitation Game” ve “Passengers” filmleriyle iyice öğrendik ama bu filmler öncesinde yaptığı Headhunters başka bir yerde duruyor. Jo Nesbø’nun aynı isimli kitabından beyazperdeye uyarlanan film sanat eseri hırsızlığı yapan bir karakterin hikâyesini anlatıyor. Klişeden uzak, zekice yazılmış senaryosuyla ve görüntü yönetmenliğiyle parlayan film oyunculuklarıyla da göz dolduruyor. Suç-drama-aksiyon temalarının çok iyi kullanıldığı film yönetmenlik becerisiyle de izleyeni tatmin ediyor.
4. Melancholia (2011)
Lars von Trier’dir ne yapsa yeridir! Kuzey Avrupa’ya dair bir film listesi yapıp da Lars von Trier’ı dışarıda bırakmak olmaz. Trier, modern sinemanın en ayrıksı, en iç gıcıklayıcı yönetmenlerinden biridir. Yaptığı filmler ayrı, açıklamaları ayrı olay olur. Yeri gelir kadın düşmanlığıyla suçlanır, yeri gelir Nazileri anlamak üzerine söylemleri yüzünden aforoz edilir. Hatta yaptığı bazı açıklamalar yüzünden Cannes Film Festivali’nden geçici bir süreliğine men edildiği dahi olmuştur. İnfial uyandırmayı sever, spot ışıkları altında olmaktan hoşlanır. Trier’in söylemlerini, davranışlarını bir yana bırakacak olursak yaptığı filmlere saygı duymamak ve yönetmenliğinden etkilenmemek mümkün değildir. Melancholia filmi yakın dönemde yaptığı alkışlanası filmlerinden biridir. Trier, bu filminde kıyamet atmosferini, yoğunluğuyla baş döndüren sanatsal bir gösteriye dönüştürür. Depresyonun, melankolinin, duygusal çöküşün en incelikli anlatımlarından biriyle Andrei Tarkovsky’ye selam gönderir. Usta yönetmenin son filmi The House That Jack Built ise 2018 yılında vizyona girdi. Ülkemizde de 5-14 Ekim 2018’de İstanbul’da gerçekleşen Filmekimi’nde gösterildi ancak henüz vizyona girmedi.
5. The Guilty (2018)
30 yaşındaki Gustav Möller’in ilk uzun metrajı olan The Guilty, 2018’in dikkat çeken ve dolaştığı festivallerde bolca övülen filmlerinden biriydi. Sundance Film Festivali Dünya Sineması – Drama kategorisinde En İyi Film ödülüne layık görülen The Guilty, Danimarka’nın da Oscar aday adayı olarak belirlendi. Tek mekanda geçen film, rütbesi masa başı işine indirilen polis memuru Asger Holm karakterine odaklanıyor. Görsel ögeler açısından etkileyicilikten uzak olsa da hikâyesiyle, twist’leriyle ve yakın, orta plan çekimleriyle fark yaratan film finaliyle de tatmin etmeyi başarıyor. Bu filmi izledikten sonra Steven Knight’ın yazdığı ve yönettiği, Tom Hardy’nin de oyunculuğuyla yıldızlaştığı Locke’yi de izleyebilirsiniz.
6. Oslo, August 31st (2011)
Oslo 31 Ağustos bir tutunamayanın hikâyesine odaklanıyor ve uyuşturucu bağımlısı Anders’in yaşamından 1 günlük bir kesit sunuyor. Joachim Trier’in ikinci uzun metrajı olan Oslo 31 Ağustos, şehir teması üzerinden yalnızlığı muazzam şekilde işliyor. Film yaşam amacını kaybetmiş bir karakterin varoluş felsefesini derinlikli şekilde sorguluyor. Modern insanın iç sıkıntılarına dair hüzünlü bir portre çizen film, hayallerin saflığına vurucu şekilde dokunuyor.
7. Department Q: The Keeper of Lost Causes (2013)
Son yıllarda Kuzey Avrupa’dan çıkan başarılı polisiyeler izliyoruz. Department Q: The Keeper of Lost Causes da onlardan bir tanesi. Jussi Adler-Olsen’in romanından uyarlanan filmin senaryosu The Girl with the Dragon Tattoo ve A Royal Affair gibi filmlerden tanıdığımız Nikolaj Arcel’e ait. Mikkel Nørgaard’ın yönetmen koltuğunda olduğu film klasik bir şablon üzerinden ilerlese de sürükleyici bir yapıya sahip. Özellikle zekice yazılmış senaryosu izleyiciyi memnun etmeye yetiyor.
8. In Order of Disappearance (2014)
Usta oyuncu Stellan Skarsgård’ın başrolünde yer aldığı filmin yönetmeni Hans Petter Moland. Norveç yapımı In Order of Disappearance, kar temizleme aracı şoförü olarak çalışan ve oldukça sıradan bir adam olan Nils Dickman’ın oğlu öldükten sonraki dönüşümünü absürt bir biçimde işliyor. Farklı bir kara komedi diline ve anlatımına sahip film anti kahraman olgusuna odaklanıyor. Oyunculuklarıyla ve detaylarıyla dikkat çeken film kana bulanan saflığı, masumiyeti kalıpların dışına çıkarak anlatıyor.