Aşırı geç olgunlaşmış bir ergen gibi. Ya da hâlâ olgunlaşamamış. Elini kolunu koyacak yer bulamıyor. Aklı fikri sürekli kadınlarda. “Bizimkiler haftasonu yok, ev boş” dediğiniz anda kafalayabilirsiniz. Sabah muhtemelen nerede uyanacağınız hakkında hiçbir fikriniz olmayacak; olsun değer. Çünkü o haftasonu boyunca muhtemelen ahlak, sadakat, aşk, heyecan, tutku ve mantığın yıkılışına dair her şeyi paket bir program halinde yaşayacaksınız.
Hayatın akışına yön veren kavşaklardan geçecek, rampalarda nefessiz kalacak, lastikleri patlatacak, belki de uçurumun kıyısına gelecek; hatta uçurumdan düşecek ve tam yere çakılacakken yeniden havalanacaksınız. Bu sakar, şaşkın ve sarsak hikaye bittiğinde, aslında her şeyin nasıl da ustaca düşünüldüğüne ayacak ve “keşke aymasaydık ne de güzel izliyorduk” diyeceksiniz.
Bir Woody Allen filminden çıkıp, gerçek hayata doğru hemen bir iki adım atarak geçebilirsiniz; ama aynı zamanda kurmacanın gizemini terk etmek istemeyedebilirsiniz. Bu filmlerde gerçek çok gerçek ve güzel, hayal çok hayal ve güzeldir. Aşk, eski bir sevgilinin tedirginliği gibi gecenin karanlığından göz kırpar. Tam yanına yaklaştığında sokak lambasının cızırdayan ışığıyla kaybolur gider. Woody Allen filmleri hem yazanın, hem çekenin, hem oynayanın eline ağzına sağlık dedirten işlerdir. Eline sağlık Woody Baba, iyi ki varsın. Kendisini 2000’li yıllara kadar olan filmlerinden seçtiklerimizle bir kere daha hatırlayalım.
Love And Death – 1975
Woody Allen’ın üzerindeki Bergman etkisi yadsınmaz. Ünlü sinemacı filmlerinde de bol bol Bergman göndermeleri kullanır. Hatta göndermenin kafasını gözünü yarar. Allen, Love And Death filminde de elini bu manada pek korkak alıştırmamış.
Woody Allen filmde “haydi erkekler savaşa” rolünde. Canlandırdığı Boris karakteri haliyle askere falan gitmek istemiyor. Allen ve asker mantıksızlığı biraraya geldiğinde aklımıza istemeden de olsa bir “Şaban oğlu Şaban” havası esiyor. Zaten filmde küçük de olsa bir Türk karakter mevcut.
Napolyon’un Rusya’yı işgali sırasında kazara kahraman olan Boris karakteri, Allen’in gelecek yıllarda nasıl bir komedi anlayışının peşinden gideceğini de gösteriyor. İşin içine Rusya girdi mi, Dostoyevski de senaryoda kendine yer bulmuş. Rus gerçekçiliğine, Allen romantizmi ve komedisi içiçe gibi. Hani sanki Çehov’un Vişne Bahçesi’ni Ferhan Şensoy oynamış…
Sleeper – 1973
Sanki yeterince şaşkın değilmiş gibi bir de adamı dondur ve 200 yıl sonra uyandır. Daha önce gelecek kehanetleriyle bu listemizde yer verdiğimiz Sleeper, Allen’ın müsait ortam bulduğunda neler yapabileceğinin en neşeli hâli. Ayrıca 1970’li yıllarda bizim Gezi’de yaşadıklarımızı şak diye ortaya koyması da ayrı bir güzellik. Güzellik derken işin içinde Allen olduğu için. Yoksa böylesine bir distopyaya başka bir şekilde maruz kalsaydık muhtemelen filmdeki dev sebzeler gibi içimiz şişer kalırdı.
Bazı espriler mutlaka bugünden bakınca zorlama gelecektir. Yine de aradaki yıl farkını ve Allen’ın hiçbir zaman standart Hollywood güldürüsü yapmadığını atlamamak gerekir. Film, çakma bir robotken güzel kadın gördüğünde aklı uçan karakterimizin hallerini görmek için bile affedilmez izlenir.
Annie Hall – 1977
Bugün bir romantik komedi tarzı varsa, Annie Hall’ın emeklerini göz ardı etmemek gerekir. Edeni, Meg Ryan’ın botoksları kucaklasın, Kasımda Aşk Başkadır’ın Charlize Theron’u Ekim ayından çıkamasın.
Annie Hall, aşk nedir, aldatma nasıl olur, karşıt kutuplar birbirini çeker mi, çekerse ne olur gibi soruların cevapları için her 5 senede bir hayata bakışı komple değişen bohem, sol, entelektüel, hipster “eğilimlere” sahip camiaya izletilmesi şart eserlerden.
Allen bu filmiyle hem yazar hem de yönetmen olarak Oscar aldı. Annie Hall’ın, 1992 yılında “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verildi. Filmde sürekli bıdır bıdır konuşan Allen’a karşı tahammül sınırları zorlandığında, bakışlarımızı Diane Keaton’a çevirmekte fayda var. İnsan biraz olsun nefesleniyor. Aslında bu Keaton’un Allen’a eşlik ettiği her film için geçerli.
Interiors – 1978
“Belki biraz güleriz sonuçta Woody Allen” diye ekran karşısına oturanlar hemen kalksın; çünkü filme Allen sinemasında nadiren görülen bir griler – karalar bağlama durumu hakim (Bergman etkisi). Baba basıp gidince anne, üç kızıyla kalakalır. Haliyle ortam Sleepers’da gördüğümüz renklerden ve hareketten uzaktır.
Hollywood’un en baba görüntü yönetmenlerinden (ayrıca Baba serisinde de görev aldı) Gordon Willis, Allen’ın bu farklı denemesinde de en büyük yardımcısı. Zaten Allen sinemasında genel olarak baskın bir Gordon Willis dokunuşu hakimdir.
Manhattan – 1978
O onu seviyor, öbürü onu bırakamıyor, ah beriki ne güzel bakıyor, peki o ötekine neden öyle bakmıyor…
Manhhattan’da, Annie Hall’dan sonra yine ilişkiler denklemine giren Allen, kendi hayatından çok uzaklaşmıyor. Ön planda olanlar yine yazar çizer tayfa. Kalp hoplatan görüntülerde yine Gordon Willis etkisi hakim.
Modern hayatın sesinin kalplerde yeniden duyulmaya başladığı dönemlerde, ikili ilişkiler hatta üçlü ve dörtlü ilişkiler derken aşk girdapları, tutkular, komedi ve bir şehir güzellemesi olarak New York.
Radio Days – 1978
“Bu çatlak kafa acaba nasıl bir çocukluk geçirmiş ola ki” diye düşünenler için kaynak film. Kendi hayatını sık sık filmlerine konu eden Allen’ın II. Dünya Savaşı Amerikasını anlattığı Radio Days, döneminin en etkili ve eğlenceli yapımlarından. Filmdeki Tess karakterine ayrıca dikkat kesilirseniz kendisini başka bir kült yapımdan tanıdık bulacaksınız. Film sıklıkla Fellini’nin Amarcord’uyla karşılaştırılır.
Hannah and Her Sisters – 1986
“Hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur” dizeleri sizin için bir şeyler ifade ediyorsa, bu filme de bir şans veriniz.
Interiors’ın kız kardeşlerinin aksine daha neşeli ve mutlu karakterlerle birlikteyiz. Hannah and Her Sisters, Diane Keaton’un yerini Mia Farrow’a bıraktığı filmlerden. Ekranda Michael Caine gördüğünde mıhlanıp kalanlardansanız film tam sizin için. Kimin eli kimin cebinde durumlarına yine Manhattan sokaklarından bakıyoruz.
Zelig – 1983
Woody Allen belgesel yaparsa neye benzer sorusunun cevabı. Tabii ki belgeselin dokunaklı yapısı hafiften ters düz edilecek. Her girdiği ortamın adamı olan tiplerin Woody Allen gözünden hicvi niteliğindeki film, Leonard Zelig’in hikayesini anlatıyor.
Zelig abi gerçek hayatta sürekli Game Of Thrones’in Faceless Men’i gibi takılabilmektedir. Her ortamın şeklini alan bu abinin hikayesini ciddi bir belgesel edasıyla izliyoruz. Allen’ın senaryoya sızan buluşlarını saymazsak tabii.
Crimes and Misdemeanor – 1989
Tarantino’nun keşke ben yazsaydım dediği replikler…
Çok eksikmiş gibi olaya bir de metres giriyor… İki ayrı çiftin hikayesinde yine kadın ve erkeğin milyonlarca yıldır süregelen karşılıklı dertlerini izliyoruz. Metresi tarafından tehdid edilen bir adam ve evliliğinden sıkılmış farklı aşklara aşırı hazır bir başka adam. IMDB filmin türü için komedi / drama diyor tam da öyle. Filmde, bir yandan “ah be abi” derken diğer yandan “ulan Woody” sesleri eşliğinde izliyoruz.
Bonus: Deconstructing Harry – 1997
Elisabeth Shue, Demi Moore, Billy Crystal, Kirstie Alley, Robin Williams… Yine dev kadro yine ilişkiler ve çelişkiler hakkında dev bir yapım. Nedense hak ettiği etkiyi bulamamış, alkışı yeteri kadar teslim edilememiş gibi geliyor bize. Oysa 70’lerde başlayan serüvenin 2000’lere girmeden önceki son önemli durağıdır Deconstructing Harry. “Hatta kim izleyecek onca filmi” diyenler için Woody Allen sinemasına giriş olarak bile ele alınabilir.