Tezer Özlü (1943 – 1986), genellikle yirmili yaşlarımızdaki isyankâr, küskün, içe kapanık, sistemle sorunlar yaşadığımız dönemlerimizde kapısını çaldığımız başlıca yazarlarımızdan. Daha doğrusu onunla ilk tanışmalarımız çoğu zaman böyle bir atmosferde gerçekleşiyor. Öyle de çünkü bu zamanlarımızda kendimizi ifade etme biçimimizi bulamayabiliyoruz. Özlü bu anlamda belki “bizim yerimize de konuşan” muazzam bir yazar. Narin, hüzünlü, romantik olduğuna yönelik anlatıların doğruluk payı var olmasına var ama Özlü, nasıl derler; bir pamuk şeker de değildir. Ayrıksı bir yazardır. Yazar bize “Çocukluğun Soğuk Geceleri”, “Yaşamın Ucuna Yolculuk”, “Kalanlar” gibi eserler bırakarak 1986’da bu dünyadan göçüp gider. Kitaplaşan bir diğer eseri de “Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar”ıdır. Eril dilin karşısında duran iki yazarın, mücadeleci iki kadının çeşitli duygu durumlarını bu mektuplarda görebilirsiniz. Özlü 1980’lerin başlarında Erbil’e bu mektupları gönderirken de Zürih ve Berlin’dedir. İşte dönemin iki öncü yazarının arasındaki sıcak sohbetlerin görülebildiği mektuplardan derlemeler!
Zaman zaman kendimi çok iyi, zaman zaman da kötü duyuyorum. İki durum da uzun sürmüyor, böylece bir denge kuruluyor
Burada 100 yaşını bulan, 20 yıl bitki gibi yaşayan insanlar var. Yoğun yaşayıp ölebilmek de güzel
Şimdilik buradayız. Her İsviçreli gibi balkonumuzda petunya ve sardunyalar açıyor. Camlar aydınlık, zaman zaman güneş var ya, küveti doldurup güneşe karşı banyo yapabiliyorsun
İsviçre bildiğin gibi çok kapalı bir toplum, sokaklarda gözlenecek bir yaşam, yaşayan insanlar yok
Sanatçılar da kim bilir nerede, kendi kabuklarına çekilmiş. Bu açıdan Berlin’i, dostlar nedeniyle de İstanbul’u arıyorum, seni, Harald’ı ya da Asmalımescit’te çocukluğumdan beri rastladığım ayyaşları
Biz, Türkiye olarak gerçekten yalnız kalmış, Batılılaşma sürecinin de artık içinde boğulmuş bir durumdayız ama bu durumdan belki sıyrılırız
Senin teşhisin çok doğru. Ben büyük bir yorgunluktan yeni yeni çıktım
Gerçekten müthiş yorularak yaşamaya ne denli alışmışım dinlenerek, sakin yaşamak, yorulmamak sanki anormal bir durummuş gibi geliyor bana
Berlin garip, 1,5 milyon nüfusun 350 bini ölmek üzere bunak moruk kadınlardan oluşuyor. İnsan her an kendini bunak, yalnız ve yaşlı sanıyor (Gene anlık bir fantezi)
Aslında Türk aydını olarak görevimiz her zamandan daha çok. O kadar eğitilmesi gereken insanımız var ki
Ama gene de her ülkede seni ben, beni sen anlıyorsun. Olay beş on bin kişinin dışına çıkmıyor
Ama her şeyden önce yaşayabilmek… Biz, kimse ile yaşayamıyorsak da, kendimizle yaşayan, kendi içimizde gece gündüz mücadele eden insanlarız
Ben de her zaman yaşamın kendisini yazı dünyasından daha önemli bulduğum için, bakmaya, algılamaya, insanlarla konuşmaya devam ediyorum
İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir
Burada, Bahnhofstrasse’nin en lüks binalarında Türk bankerleri, bankaları. Para nasıl belli bir küçük kesime akıyor
Aslında kendimi düşünsem, yaşamım boyunca ilk kez bu denli rahat koşullarda yaşıyorum, üstelik çok sevdiğim bir insanla birlikteyim. Ama yaşam karşı çıkmak değil mi
Türkiye’de de edebiyat cahillerin elinde. Cümle kurma estetiği olmayan, düşünceleri de bunamayı kanıtlayan herkes tuttu
Ünlü ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yazarsam; okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu huzursuz etsin istiyorum
Şuna da inanıyorum ki, bizim edebiyat dünyamızdaki birçok eleştirmen ve bazı yazarlar daha çağın ya da benim inandığım düşüncenin çok gerisinde