Aşk, insanı gerçekten delirtebilir ama bazen unutulmaz hikayeler yaratır! Kimisi bir imparatorluğu batıracak kadar büyük bir aşk yaşar… Kimisi bir ömür boyu hatırlanacak bir beste yapar… Kimisi de koskoca bir krallığı bırakıp aşkının peşinden gider… Şarkılardan ve şiirlerden romantik kapı önü ipucu kartlarına kadar, insanlar aşklarını ifade etmenin sayısız yolunu buldular. Ancak bazıları da bunun ötesine geçti. İşte tarih boyunca aşk uğruna yapılmış en büyük jestler…
1. Tac Mahal
Aşk uğruna yapılmış en büyük jestler yazımıza başlıyoruz! Herkesin bildiği ama hikayesini duyunca tekrar hayran kaldığı o muazzam yapı: Tac Mahal! Hindistan’ın en ikonik yapılarından biri olan bu devasa aşk mabedi, kelimenin tam anlamıyla bir aşk meyvesi. Ama ne aşk, ne bedel!
Babür İmparatoru Şah Cihan, “en sevdiği eşi” Mumtaz Mahal’i kaybettiğinde öyle bir yıkıldı ki, iki yıl boyunca müzik dinlemedi, eğlenceyi unuttu, tam anlamıyla yas içinde yaşadı. Ama yasını sadece gözyaşlarıyla tutmakla kalmadı… Onun anısını ölümsüzleştirmek için dünyanın en güzel anıt mezarını inşa ettirdi. Tac Mahal’in inşaatı on yıldan fazla sürdü! Binlerce işçi, usta, sanatçı çalıştı. İmparatorluğun ekonomisi çökme noktasına geldi. Ve tüm bunlar, bir kadının hatırasına duyulan derin sevgi yüzündendi! Gözyaşlarıyla yükselen bu beyaz mermer şaheser, bugün hâlâ milyonlarca insanın aşkın gücüne inanmasını sağlıyor. Peki ya Şah Cihan? O da 1666’da öldüğünde sevdiği kadının yanına, Tac Mahal’in içine gömüldü. İşte aşk, zamanın bile ötesinde yaşamak böyle bir şey!
2. Richard Wagner’in “Sürpriz Senfonisi”
Şimdi sıkı durun… Çünkü bu hikaye, bütün romantik jestleri gölgede bırakacak!
Ünlü Alman besteci Richard Wagner’i genelde sert ve ihtişamlı müzikleriyle tanırız. Ama bu adam, bir gün öyle bir şey yaptı ki, bugün bile “daha romantiği var mı?” diye düşündürüyor. Olay 1870 Noel sabahında gerçekleşiyor. Eşi Cosima Wagner, uyandığında bir şeylerin farklı olduğunu hissediyor. Çünkü evin içinde hafif bir müzik sesi var… Ama bu sıradan bir müzik değil!
Ne mi olmuş? Wagner, Cosima’nın 33. doğum günü için sıfırsdan bir senfoni bestelemiş. Bu muhteşem eseri, 15 kişilik mini bir orkestra ile evinin merdivenlerinde çalarak eşini uyandırmış! Hayatında böyle bir sürpriz beklemeyen Cosima, gözyaşlarını tutamayıp günlüğüne şu satırları yazmış:
“Uyandığımda bir ses duydum… Giderek yükseldi… Artık rüya mı, gerçek mi bilmiyordum! Ama sonra fark ettim ki bu, müzikti… Ve ne müzik!”
Daha sonra bu eser, “Siegfried Idyll” olarak dünyaca ünlü bir senfoniye dönüştü. Evet, eşine yazdığı doğum günü hediyesi, dünya çapında efsaneleşti! Sevgisini ifade bile edemeyenler utanır mı? Adam tarihin en romantik bestelerini yazmış!
Krallar taht için doğar, değil mi? Ama işin içine aşk girince her şey değişiyor! 1936’da Britanya tahtına geçen VIII. Edward, sadece bir yıl boyunca kral olarak kaldı. Peki, ne oldu? Çünkü kalbini öyle bir kadına kaptırdı ki, tüm ülke çalkalandı! Kadının adı Wallis Simpson’dı. Kendisi Amerikalıydı ve boşanmıştı!
O dönemde İngiliz kraliyet ailesi için büyük bir skandaldı. “Kral, boşanmış bir kadınla birlikte olamaz!” diye bağıran yetkililer, halk ve basın, Edward’ı köşeye sıkıştırdı. Ya aşkını seçecekti ya da tahtı!
Ve ne mi yaptı? Tahttan çekildi! Resmen, “Krallık sizin olsun, bana aşkım yeter” dedi. Edward, 1937’de Wallis’le evlendi ve hayatının geri kalanını Fransa’da geçirdi. Evet, krallıktan vazgeçti ama hayatının aşkıyla mutlu ve huzurlu bir ömür sürdü. Çoğu insan gücü ve tahtı elde etmek için savaşırken, Edward aşkı için tahtından vazgeçen tek kral olarak tarihe geçti. Ve en romantik repliği de tarihe kazındı:
“Bir adamın sevdiği kadınla evlenmesine izin verilmiyorsa, kral olmak neye yarar?” İşte aşk, bazen koskoca bir ülkeyi bile gölgede bırakır!
4. Elizabeth Barrett Browning’in soneleri
Büyük aşkların izini sürerken edebiyat dünyasında muhteşem bir çifte rastlıyoruz: Elizabeth Barrett Browning ve Robert Browning. Edebiyat tarihinin en romantik aşklarından biri olan bu ilişki, yalnızca mektuplara değil, dizelere de ilham oldu!
Bu büyük aşkın en unutulmaz eseri, 1850’de yayımlanan “Portekiz’den Soneler” kitabıydı. Ama olay şu ki, bu soneler aslında Portekiz’den falan değildi! Elizabeth Barrett Browning, kocasına duyduğu derin aşkı 44 sonelik bir şiir dizisiyle anlatmıştı. Ancak, çok kişisel olduğunu düşündüğü için bunları saklıyordu.
Ta ki Robert Browning, onun şiirlerindeki bazı tematik eksikliklerden bahsedene kadar… İşte o an Elizabeth, elinde kozuyla ortaya çıktı ve “Aslında sana aşkla dolu tam 44 sone yazdım!” dedi.
Browning şiirleri okur okumaz “Bunları yayınlamalısın!” diye ısrar etti. Ama Elizabeth, özel ve mahrem hissettikleri için şiirlerin “Portekiz sonelerinin çevirisiymiş gibi sunulmasını” şart koştu. Böylece aşklarını bir nevi gizli ama ölümsüz bir miras olarak dünyaya sundular. Ve bu kitabın içindeki en meşhur dizeyi herkes bilir: “Seni nasıl seviyorum? Yollarını saymama izin ver.” İşte aşk böyle yazılır!
5. Sevgilisini görebilmek için tam 200 kez Nazi kampından kaçan Horace Greasley
Aşkın önünde hiçbir şey duramaz! Ne sınırlar, ne yasaklar, ne de dikenli teller… En azından Horace Greasley için öyleydi. Çünkü o, sevdiği kadınla buluşabilmek için tam 200 kez Nazi esir kampından kaçan bir adamdı!
II. Dünya Savaşı sırasında bir İngiliz askeri olan Greasley, 1940 yılında Nazilere esir düştü ve Almanya’daki bir kampa gönderildi. Burada, kampın tercümanı olan Yahudi kökenli Rosa Rauchbach ile tanıştı. Birbirlerine deliler gibi aşık oldular, ancak bu aşk uzun sürmedi çünkü Greasley, 64 km uzaklıktaki başka bir kampa yollandı.
Normal bir insan burada pes ederdi. Ama o Horace Greasley! O aşık bir adam! Gerçek bir kaçış planı yapamayacak kadar Almanya’nın derinliklerinde olan Greasley, haftada dört kez esir kampından kaçmaya başladı! Planı basitti: Çalıştığı bölgeye gidip Rosa’yı görmek ve kimse fark etmeden geri dönmek. Düşünsenize, her hafta dört kez dikenli telleri aşıyor, Nazi askerlerinden kaçıyor ve sevgilisiyle buluşup geri dönüyor!
Üstelik Rosa da boş durmuyordu! Greasley’e kampın diğer esirleri için yiyecek ve erzak getiriyordu. Kaçışlar, Greasley’nin 1945’te özgürlüğüne kavuşmasına kadar sürdü. Ancak aşklarının sonu trajikti. Rosa, savaşın ardından doğum yaparken hayatını kaybetti. İddialara göre, çocuğun babası Greasley’di. Bu hikâye, savaşın bile aşkın önüne geçemeyeceğinin en büyük kanıtı!
Eğer gerçek aşkın sadakatle ilgili olduğunu düşünüyorsanız, Joe DiMaggio ve Marilyn Monroe’nun hikâyesi tam size göre! Çünkü DiMaggio, hayatının aşkını kaybettikten sonra bile ona olan sevgisini göstermekten asla vazgeçmedi.
İkili, 1954’te evlendi ama evlilikleri sadece 274 gün sürdü. Monroe’nun yıldız statüsü ve DiMaggio’nun kıskançlığı ilişkilerini zorlaştırmıştı. Ancak ayrılmış olmalarına rağmen, DiMaggio onu hiçbir zaman unutmadı.
Monroe’nun Arthur Miller ile olan evliliği sona erdikten sonra yaşadığı duygusal çöküşten onu çıkaran kişi DiMaggio’ydu. Hatta, Monroe’nun ölümünden önce onunla yeniden evlenmeyi düşündüğü bile söyleniyordu!
Ve işin en romantik kısmı burada geliyor… DiMaggio, Monroe’nun ölümünden sonra bir daha asla evlenmedi. Basına tek kelime bile etmedi. Ama sevgisini bir jestle göstermeye devam etti: Tam 20 yıl boyunca, haftada üç kez Monroe’nun mezarına kırmızı güller gönderdi.
İşte aşk böyle bir şey! Ayrılıklar, ölüm bile bazı duyguları değiştirmez. Joe DiMaggio, gerçek aşkın en büyük kanıtı olarak tarihe geçti. Tarih boyunca aşk uğruna yapılmış en büyük jestler yazımızın sonuna geldik. Bu içerik de ilginizi çekebilir: