Sanatçıların bir renk paleti olduğu, her sesin kendi renkleri ve tonlarıyla duyulabileceği malum. Caravaggio’yu sert ışık ve gölge farklarıyla, dramatikçe aydınlık gergin ten renkleriyle; Abidin Dino’yu iç içe geçen çizgilerinin karasıyla tanıyabiliriz belki. Fakat bazı sanatçılar tek bir rengin, ya da bir renk tonunun ifadesiyle hemhal oluyor, bu halde elleriyle konuşabilmeye, konuşurken kendi seslerini duyurmaya başlıyorlar ve biz sarının bir uğursuza yakın parlak ayçiçeği halini görür görmez kulağını kesen bir adamı anımsıyoruz. Sizin için böyle belli bir renkle organik bir bağı olan bazı sanatçılardan, bu renklere temas ettiğiniz noktalarda onları hatırlamanız dileğiyle, biraz bahsettik.
1. Karaburçak moru
“Ankara akşamlarında, akşamın geceye dönüştüğü saatlerde damların bacaların arkasında Karaburçak morunu gördüğünüz olmadı mı?” Turan Erol’un 1970’te işaret ettiği Karaburçak moru, İhsan Cemal Karaburçak’ın ellerinin aşina olduğumuz şehirlere, akşamlara, evlere verdiği bir tını. Mordan maviye, biraz yere biraz göğe dair. Karaburçak bu boz moru sanat pratiğinde şöyle anlamlandırıyor: “Ben bir renk ressamıyım. Güneş de renkleri öldürdüğü için tabiatı havanın karardığı, bulutların biriktiği veya yağmurdan sonra toprağın, ağaçların ve binaların yıkandığı, renklerin meydana çıktığı saatlerde sevmekliğim bu yüzden olabilir. Koyu tonları da daha çok bu tonlar arasında uygun yerlere konulan ışıkların veya alttan gelen aydınlanmanın olgun cazibesi altında kaldığım için seçiyor olmalıyım.”
2. Chagall’in ayağı yere basmayan mavisi
Chagall’in mavisi ne su, ne de hava gibi. Bu mavi bir insan olsa, ayakları yere basmazdı şüphesiz. Onun mavi tablolarında kopuk aşıkların, horozların, dolunayın da ayaklarının yeri bulmadığını görebiliriz. Parlayan ama sessiz, keskin ve bir şekilde buğulu bu beyazlı maviyi tablolarında gezdiriyor Chagall. Belki de bu aradalığı, dünyayla alakasındaki hülyalılığı sebebiyle adını belli bir akımla anması güç. Hayatımızda, sanatçının paletinde de olduğu gibi, tek bir rengin olduğunu söylemiş sanatçı. Hayatın ve sanatın anlamının işbu renk olduğunu, bunun sevginin rengi olduğunu belirtmesine bakarak bu renk Chagall mavisidir diyebilir miyiz?
3. Fikret Mualla’nın cart pembesi
Fikret Mualla, hayatı boyunca öykü ve oyunları resmetmiş, sanatçı karikatürlerine imza atmış, hayatının çoğunu da Paris’te geçirmiş bir Cumhuriyet dönemi ressamı. Tablolarında da Paris sokaklarını, kendi halinde geometrik hatlı figürlerini, köpek gezdiren kadınları, bir barda içmekte olan caz seyircilerini, cazcıları hele, izlemek mümkün. Hayatla kurduğu temas, kalabalıklarla buluşmaları, müzik, kısacası kendinde topladığı bütün can, iç ortamların cart ışığında dile geliyor. Bu cart ışığın en konuşkan uzantısı, Mualla’nın ne akşama ne de sabaha, ne resmiyete ne de laçkalığa sayılabilecek, araftaki cayır cayır pembesi.
4. Anish Kapoor ve vantablack
Tabii bir renkle hemhal olmak daima bir gönül verme ve tanışıklık işi olmayabiliyor. Anish Kapoor’un vantablack ile olan ilişkisi de bu düzlemden ayrılan, işi biraz daha dedikoduya, sanat piyasasına, güç ve telif tartışmalarına vardıran bir örnek. Siyahların en siyahı vantablack, kendisine gelen ışığın %99.96’sını emiyor, geri yansıtmıyor ve dünyanın en karanlık materyali olarak biliniyor. 2016’da Anish Kapoor’un üretici firmayla anlaşma yaparak sanatta kullanım haklarını satın aldığı vantablack, dünyada sadece Kapoor tarafından sanat amaçlı kullanılabiliyor. Bu örnek gösteriyor ki renkle hemhal olmak sadece onu sevmek ve özümsemek değil. Renk sanatçıyı kontrol edebilir, kendisi de bir ticaret unsuruna ve özelleştirmeye dönüşebilir.
5. Aliye Berger’in günışığında tarla turuncusu
Aliye Berger’in sadece “Güneşin Doğuşu” tablosunu görmek bile, artık onu tarlaya doğmuş güneşin patlak, toprak gibi turuncusu ve aydın sarısıyla anmamıza yol açıyor. Renklerin çizgilere bölünüp, çizgilerin şekillerde yeniden bir araya geldiği bu tabloda güneş de renklerine ayrılıyor sanki. Sarısı bir kulvara, kızılı öte yana saçılan bu hercümerç gün doğumu, hatırada kendini aydınlığın ve toprağın rengi olarak bırakıyor. Bakmaya doyamadığımız bu tablo, Yapı Kredi Bankası’nın 1954 yılında Türkiye’de İş ve İstihsal konulu resim yarışmasında birincilik kazanmış. Berger’in bu müzik gibi eserine dair sözlerinden biri: “İstihsal sembolü diye büyük büyük koyunlar koyamazdım ya! Uzaktan bakılınca bir koyun sürüsü otlağın bir parçası gibi görünür, tabiatla birleşir. Ben de öyle yaptım.” Tabiattaki renk harmanı da böylece ortaya bir kahveli sarı cümbüş olarak dökülmüş oluyor.
6. Tamara de Lempicka ve özgürlüğün yeşili
1929 tarihli “Yeşil Bugattide Otoportre”, bir dergi tarafından o ayın kadın özgürlüğü teması için talep edilmiş bir resim. Fakat dergiyi de, de Lempicka’nın kendi çevresini de aşmış. Zira vakti zamanında, yaklaşmakta olan ve kendini hissettiren özgürlüğün, kadın özgürlüğünün ve gücünün bir simgesi haline gelerek tarihin en çok yeniden üretilen eserlerinden biri haline gelmiş. Bugatti’nin metalik yeşilinde olduğu kadar de Lempicka’nın cama benzer ve sizi izler gözlerindeki yeşil tonda da bir mesafeliliği, gücü, özgüveni ve umudu görmek mümkün. Arabanın yeşilinin bir motoru, bir arabayı aştığı, politik bir sembole ve ikonik bir görsele dönüştüğü bir örnek de Lempicka’nın bu ünlü otoportresi.
Eğer gözleriyle konuşan resimler ilginizi çektiyse, bir bakışın nasıl bin söz ettiğini örnekleyen bu yazımıza bakmanızı öneriyoruz.
7. Van Gogh’un sarıları
Van Gogh’un neredeyse her tablosunda karşımıza çıkan, bazen br tablonun tüm unsurlarını bile kendi tonlarında toplayan sarısı şaibeli bir konumda duruyor. Bir görüş, ressamın epileptik krizler geçirdiğini, bu krizlerin tedavisinde kullanılan “digitalis”in görüde sarı rengin artışına sebebiyet vererek gözü bozduğunu savunuyor. Bir diğer kısımsa zaten realizmin aranmadığı sularda sarıyı sorgulamayı gereksiz buluyor ve bu rengin Van Gogh’un kişisel paletindeki kişisel bir tercih olduğunu varsayıyor. Sebebi ne olursa olsun,, Van Gogh düşünüldüğünde akla yer yer çile çeken, yer yer otların arasından bakan, bazen sabahın çiğ aydınlığını, bazen de ayın etrafındaki capcanlı yıldızlı haleyi konuşan sarıların akla gelmemesi mümkün değil. Sarı boya yediği iddiasına girmiyoruz bile, işin içinden çıkamayız.
8. Georgia O’Keeffe’nin bulutsu beyazı
Resimlerinin önemli bir kısmını çiçeklere,yaprakların detaylarına ve hareketlerine ayıran Georgia O’Keeffe bu çiçeklerin kıvrımlarında ve hareketliliklerinde kimi zaman kadın cinselliğinin motiflerini sergiliyor, tenin, vücudun dilini konuşuyor, kimi zaman da biçimsel oyunlara girişiyor. Ressamın, yoğunlaştırılmış sarımtırak bir beyazı arkaplanlarda veya figürün kendisinde bolca kullandığını görüyoruz. Beyaz, idare etmesi zor bir renk, fakat O’Keeffe resimlerinde beyazını dokuyu, ışığı, perspektifi belirterek merkeze fütursuzca oturtuyor. Bu açık rengin koyulaştığı, sarktığı, yükseldiği, aydınlandığı, dans ettiği kompozisyonlar insana bir rengin adımlarını ve oluşunu izlemeyi öğretiyor.