Bazı durumlarda bir sanat eserinin hikâyesi, eserin kendisinden bile ilginç olabiliyor. Üstelik sanat eserlerinin arkasındaki bu ilginç hikâyeler, insanlığın ortak değerleri ve gündelik yaşamın detayları hakkında ipuçları barındırıyor… Bu içeriğimizde birbirinden değerli 11 sanat eserinin ilginç hikâyelerini inceledik.
1. Claude Monet’in Nilüferler’i
İzlenimcilik akımının önde gelen isimlerinden Claude Monet, yaşamının büyük bir bölümünü Paris yakınlarındaki Gveryn’de geçirdi. Ancak kasabaya ilk geldiği zamanlarda yerli halk tarafından pek hoş karşılanmadı. Monet, arazisinde geleneksel Japon tarzında bir bahçe inşa etmek istiyordu. Oysa kasabanın yerlileri, yabancı bitkilerin bölgeye getirilmesine ve Monet’in “sıra dışı” bahçesine karşı çıkıyordu. Fakat o pes etmedi ve zor da olsa hayalini kurduğu bahçeyi inşa etmeyi başardı. Artık kasabadaki günlerini huzur içinde, resimler çizerek geçirebilecekti…
Böylece Monet, ileride başlı başına bir sanat eserine dönüşecek olan bahçeyi kendi zevkine göre çiçekler, ağaçlar ve bitkilerle donattı. Ancak bahçenin en özel tarafı, nilüferle dolu gölet ve üzerindeki klasik Japon köprüsüydü…
Claude Monet “Onları resmetmeyi düşünerek yetiştirmedim” dediği halde bahçesinde gördüklerini tuvaline aktardı. Ömrünün son 30 yılında 250’den fazla yağlı boya nilüfer resmi çizdi…“Nilüferler” serisinin en kıymetli bölümü 8 parçalık devasa nilüfer resimlerinden oluşuyor. Monet’in son zamanlarında tamamladığı seçkinin adı, “Büyük Süslemeler.” Ressamın gündelik yaşamın detaylarına duyduğu tutkunun sanatla birleşimden meydana gelen bu eserler, Paris’teki Musée de l’Orangerie’de sergileniyor.
2. Edouard Manet’in fazladan kuşkonmazı
19. yüzyıl resim sanatının en önemli isimlerinden Manet, bir koleksiyoncuya tarihin en değerli “kuşkonmazını” hediye etmişti. Nasıl mı? Hikâyeye yakından bakalım…
Manet, 1880 yılında “Bir Demet Kuşkonmaz” adlı natürmort resmini çizer. Fransız sanat eleştirmeni ve koleksiyoncu Charles Ephrussi eseri satın almak ister. Resmin fiyatı 800 franktır. Ancak Ephrussi, Manet’e 1000 frank gönderir. Bunun üzerine Manet, sadece teşekkür etmek için mi yoksa yapılan cömertliğe cevap olarak mı bilinmez, “Bir Adet Kuşkonmaz” adlı resmi yapar. Resmi, yanına eklediği şu notla Ephrussi’ye gönderir: “Demetinizde bir tanesi eksikti.” Böylece, sıradan bir resim ticareti ilginç bir hikâyeye dönüşerek günümüze kadar ulaşır… Manet’in “fazladan kuşkonmazı” Paris’teki Orsay Müzesi’nde sergileniyor.
3. Resimler yerine ulaşır, Rothko dünyadan ayrılır
Mark Rothko’nun “Seagram Duvar Resimleri” Londra’daki sanat galerisine ulaştığı sıralarda, ressam New York’ta ölü olarak bulundu. Bu trajik tesadüf, ressam tarafından tasarlanmış mıydı? Bilinmiyor, fakat ressamın ve resimlerin yolculuğu, aynı anda sonlandı…
1958 yılında, New York’ta Seagram Binası adında bir gökdelen inşa edildi. Kapitalizmin en yeni simgesi olan binanın zemin katında, Four Seasons isimli lüks bir restoran bulunuyordu. Restorana asılmak üzere, Rothko’dan resimler çizmesi istendi. Rothko teklifi kabul etti. Fakat Rothko gibi bir sanatçının, pahalı bir restoran için resimler çizmesi alışıldık bir şey değildi. Ancak Rothko’nun niyeti farklıydı. Bir röportajında, “Bu işi bir meydan okuma olarak görüyorum. Restoranda yemek yiyen herkesin iştahını kaçıracak resimler çizmeyi umuyorum.” diyerek asıl niyetini ortaya koymuştu…
Anlaşmanın ardından Rothko, “Seagram Duvar Resimleri” olarak bilinen sanat eserini hazırladı. 30 parçadan oluşan eser Four Seasons adlı restoranın duvarlarındaki yerini aldı. Ancak resimler burada uzun süre kalmadı. Rothko, restoranda geçirdiği bir akşamdan sonra büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Bu durumu şu sözlerle ifade etti: “ Böyle yemeklere bu kadar yüksek fiyatlar ödeyen insanlar, benim resimlerime asla bakmazlar.”
Bunun üzerine, resimler için aldığı parayı iade etti ve resimlerini geri aldı. Daha sonra, resimlerin bir kısmını Londra’daki Tate Modern adlı galeriye bağışladı.
25 Şubat 1970 yılında resimler galeriye ulaştı. Aynı gün, Rothko kendi stüdyosunda intihar etti… Sanatçı ve eserinin son yolcuklarını aynı anda tamamlaması, trajik bir tesadüf olarak sanat tarihindeki yerini almış oldu…
4. Gustav Klimt, Altınlı Kadın
Aslında, ünlü ressam Gustav Klimt’in “Altınlı Kadın” resminin orijinal adı “Adele Bloch-Bauer’in Portresi” idi. Fakat bu isim Naziler tarafından değiştirildi. Neden mi? İşte, Avusturya’da başlayıp Amerika’da sonlanan hikâyenin detayları…
Bloch- Bauer Ailesi, Avusturya’nın önde gelen Yahudi ailelerindendi. Özellikle Ferdinand ve eşi Adele, Viyana’daki sanat çevreleriyle yakın ilişkiler kurmuştu. Klimt ile tanışmaları da uzun sürmedi. 1907 yılında Klimt, Adele’nin portresini resmetti.
1930’ların sonlarında Avusturya, Naziler tarafından işgal edildi. Elbette, Bloch- Bauer Ailesi de işgalden ciddi şekilde etkilendi. Klimt’in çizdiği portre de dâhil olmak üzere, ailenin bütün mal varlığına el konuldu. Naziler, vakit kaybetmeden tablonun ismini değiştirdiler. Amaçları, resimdeki “Yahudi” ismini silmekti. Böylece “Adele Bloch- Bauer’in Portresi” bir anda “Altınlı Kadın” olarak anılır hale geldi…
Adele’nin yeğeni Maria Altmann, yıllar sonra ailesinin mirasına sahip çıkmak için Avusturya hükümetine dava açtı. Altmann davayı kazandı ve eserin yeni sahibi oldu. 2006 yılında tabloyu New York’ta bulunan Neue Galerie adlı müzeye sattı. Satıştan 135 milyon dolar gelir elde etti. Bu, o zamana kadar bir resme ödenen en yüksek fiyattı.
5. Benin Bronzları’nın bitmeyen yolculuğu
Nazilerinkine benzer bir sanat eseri hırsızlığı yıllar önce Benin İmparatorluğu’nda yaşanmıştı…
Günümüz Nijerya topraklarında kurulmuş Benin İmparatorluğu Batı Afrika’daki en önemli uygarlıklardan biriydi. Bu bölgede yaşayan Edo halkı, 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar, Benin Bronzları adı verilen geleneksel sanat eserlerini üretmişti. Sayısı tam olarak bilinmeyen yapıtlar arasında; hayvan heykelleri, bronzdan ve pirinçten levhalar, kral ve savaşçı figürleri gibi sayısız sanat eseri bulunuyordu. Ancak 1896 yılında Benin Bronzları, ülkelerinden ayrılmak zorunda kalacaktı…
1896 yılında Benin İmparatorluğu İngilizlerin işgaline uğradı. Kanlı çarpışmalardan İngilizler galip çıktı ve ülke yağmalandı.
Benin Bronzlarından binlerce parça, başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın dört bir yanına kaçırıldı. Bugün sadece İngiltere’deki British Museum’da, 1000’e yakın eser sergileniyor.
Benin İmparatorluğu’nun günümüzdeki mirasçısı olan Nijerya, bu eşsiz sanat eserlerini ülkeye geri getirmek için çeşitli girişimlerde bulunuyor. Ancak şimdiye kadar kayda değer bir sonuç elde edemedi. Bu sebeple, Benin Bronzları yıllardır vatanlarına kavuşacakları günü bekliyor…
6. Kara Walker’den Bir İncelik
Amerikalı sanatçı Kara Walker, eserlerinde sık sık kölelik ve sömürge temalarını işliyor. Bu temadaki eserlerden en dikkat çekeni ise, 2014 yılında ortaya koyduğu “Bir İncelik” adlı heykel. Eser ayrıca “Muhteşem Şeker Bebek” olarak da biliniyor. Zira siyahi bir kadın yüzünün devasa boyutlardaki beyaz bir sfenks üzerine yerleştirildiği eser, şekerden üretildi. Sanatçı, bu sayede “şeker kamışı tarlalarından yeni dünyanın mutfaklarına uzanan ve ücretsiz fakat çok çalışan zanaatkârlara” saygı duruşunda bulunuyor.
Ancak bu sanat eseri, değindiği hassas konudan daha çok üretim süreciyle gündeme geldi. Aynı zamanda eserin sergilendiği Domino Şeker Fabrikası, Amerika’daki şeker endüstrisinin önemli simgelerin biriydi. Üstelik eserin üretim maliyeti yine fabrika karşılandı. Öte yandan heykeli ziyaret eden insanların pek çoğu, fabrikadan büyük bir “beğeni” ve “memnuniyetle” ayrılmışlardı. Sonuçta, Walker’ın “Muhteşem Şeker Bebeği” umduğu kadar “tatlı” olmadı…
7. Georgia O’keeffe’den Gerald’ın Ağacı
Amerikalı ressam Georgia O’keeffe, uzun yıllar New Mexico bölgesindeki “Hayalet Çiftlik” olarak bilinen ıssız bir yerde yaşadı. Eğer kötü bir şoför olmasaydı, sanat hayatında önemli bir yeri olan bu bölgeyi asla keşfedemeyecekti…
O’keeffe, araba sürmek konusunda büyük zorluklar yaşıyordu. Kendisine araba sürmeyi öğreten bir genç, sanatçıyı “çok seveceğini düşündüğü” bir yere götürmeyi teklif etti. Bunun üzerine “Hayalet Çiftlik” olarak bilinen yere gittiler. Aslında bölge oldukça ıssız ve kurak bir araziydi. Buna rağmen O’keeffe bölgeden oldukça etkilendi. Ertesi gün tek başına çiftliğe gitti ve orada bir gece kaldı. Sanatçı ömrünün kalanın burada geçirmeye karar vermişti…
Sanatçı, 1943 yılında çiftliği satın aldı ve kalıcı olarak buraya yerleşti. Ancak “Hayalet Çiftlik” uzun süredir atıl durumdaydı. Fakat O’keeffe, çiftliği kısa süre içinde yaşanabilir bir yere dönüştürdü. Üstelik araba sürmeyi de öğrenmişti!
O’keeffe, burada yaşadığı süre içinde, bölgenin coğrafi yapısını eserlerinde temel unsur olarak kullandı. Mobil bir stüdyoya dönüştürdüğü arabasıyla uçsuz bucaksız coğrafyada gezintilere çıktı. Böylece, doğadaki manzaraları açık havada resmetme imkânı buldu. Meşhur tablosu, “Gerald’ın Ağacı” da bu gezintilerden birinde ortaya çıktı.
8. John Everett Millais’in Ophelia’sı
1829- 1896 yılları arasında yaşamış İngiliz ressam John Everett de tıpkı O’keeffe gibi açık havada resimler çizmekten hoşlanıyordu. Ne var ki açık havada resimler çizmek, 1800’lü yıllarda o kadar da kolay değildi…
Millais, ünlü tablosu Ophelia’yı 1851 yılında İngiltere’nin Surrey kasabasında resmetmeye başladı. İngiliz sanatçı Shakespeare’in Hamlet oyunundan bir karakter olan Ophelia’nın suda boğulma sahnesini temsil etmek istiyordu. Bu sebeple, sahnenin oyundaki tasvirine yakın bir ortam hazırladı. Açık hava, bitkiler ve su… Ancak sanatçı meşakkatli bir üretim şekli benimsemişti. Bir mektubunda, yaşadığı zorlukları şu şekilde anlatıyordu: “ Surrey’in sinekleri normalden daha büyük ve insan etini bulmak konusunda daha yetenekliler… Bir tarladaki samanlara zarar verdiğim için mahkemeye çıkarılmakla tehdit ediliyorum…”
Sanatçı için modellik yapan Elizabeth Siddal’ın durumu ise daha kötüydü. Sanatçıya modellik yaparken suda geçirdiği uzun saatler sonunda ciddi şekilde hastalandı. Yaşanan bütün zorluklara rağmen, Millais eserini tamamlamayı başardı. Eser bugün Londra’daki Tate Britain adlı galeride sergileniyor.
9. Frida Kahlo’dan Lev Troçki’ye sevgilerle
Frida Kahlo’nun otoportrelerinden bir tanesi, sanatçı için ayrı bir öneme sahip. Rus devrimci Lev Troçki ile yaşadıkları kısa süreli ilişkinin ürünü olan “Lev Troçki’ye Adanmış Otoporte” sanatçının ideolojisi ve sanat anlayışı hakkında önemli izler barındırıyor.
Lev Troçki, 1937 yılında Meksika Devlet Başkanının teklifi üzerine Meksika’ya geldi. Aslında, devlet başkanını bu teklifi yapmaya ikna eden, Kahlo’nun eşi Dieogo Riviera idi. Bunun üzerine Troçki Meksika’da Frida ve Riviera ile beraber yaşamaya başladı…
İlerleyen süreçte, Frida Kahlo ve Lev Troçki arasında bir aşk başladı. Frida, 1937 yılında otoportresini Troçki’ye ithaf etti. Bu resimde, Frida kendisini daha aydınlık ve zarif bir şekilde resmediyordu. Troçki’nin doğum günü için çizilen resimde Frida’nın elinde bir çiçek demeti ve kâğıt parçası tuttuğu görünüyor. Kâğıtta, ikili arasındaki kısa aşk öyküsünü tarihe geçirecen şu sözler yazılı: “7 Kasım 1937’de bu resmi Troçki’ye ithaf ediyorum. Bütün sevgimle. Frida Kahlo, San Angel, Meksika.”
10. Hilma af Klint’in tapınak çizimleri
20. yüzyılın başlarında soyut resmin öncüleri arasında Wassili Kandinsky, Francis Picabia ve Kazimir Maleviç gibi isimler gösteriliyordu. Ancak bu sanatçılardan çok daha önce soyut resim çalışmaları yapan bir isim vardı: Hilma af Klint. Buna rağmen Klint’in soyut resimleri daha geç bir dönemde ortaya çıktı. Klint’in soyut resimlerinin ortaya çıkmasının geciktiren, “Büyük Ustalar” isimli ruhani bir “şeydi…”
Hilma af Klint, İsveç Güzel Sanatlar Akademisi’nin ilk kadın öğrencilerinden birisiydi. Burada klasik resim üzerine eğitim aldı. Mezun olduktan sonra da klasik resimle ilgilenmeye devam etti. Ancak ilerleyen süreçte soyut resim çalışmalarına yöneldi. Bunun sebebi de “Büyük Ustalardı…”
Sanatçı, öğrenim gördüğü yıllardan önce mistisizme ilgi duymaya başlamıştı. Buna bağlı olarak çeşitli topluluklarla birlikte ilginç seanslara katılıyordu. 1896 yılında 4 sanatçı arkadaşıyla beraber kendi mistik oluşumunu kurdu. Bu oluşum “Beşler” olarak isimlendirildi.
“Beşler” her hafta bir araya gelerek ayinler düzenliyordu. Bu ayinler sırasında, “Büyük Ustalar” ya da “Yüceler” olarak isimlendirdikleri ruhani varlıklarla tanıştılar! “Büyük Ustalar” “Beşlere” ruhani yolcuklarında yol gösteriyorlardı. Öte yandan, sanat yaşamlarında da gruba rehberlik ediyorlardı. “Beşler” ayinler esnasında ustalardan gelen talimatlara göre resimler çiziyorlardı…
Ayinlerden birinde, “Büyük Ustalardan” Amaliel, “Beşliden” insanın ölümsüz yönlerini tasvir edecek resimler yapmalarını istedi. Bu önemli göreve Klint talip oldu! Böylece 1906 ve 1915 yılları arasında “Tapınak Resimleri” adlı 193 parçalık sanat eserini üretti. Klint, bu eserlerinde soyut resmin belki de ilk örneklerini ortaya koymuştu. Fakat resimlerin insanlar tarafından anlaşılamayacağına inandığı için, onları hiçbir zaman sergilemedi…
11. Jatte Adası’ndan Brodway’e
Stephen Sondheim, Brodway’in önde gelen müzikal bestecilerinden biri olarak kabul ediliyor. Ancak 1980’li yıllarda kariyerinde büyük bir düşüş yaşıyordu… Kariyerini bu düşüşten kurtaracak, üstelik müzikal tiyatronun en önemli isimlerinden birine dönüştürecek olan şey ise yüz yıl önce çizilmiş bir resimdi…
Sondheim 1981 yılındaki başarısız gösterisinden sonra, yeni bir müzikal bestelemek istiyordu. Bu sebeple 1982 yılında, sahne yönetmeni James Lapine ile çalışmaya başladı. Sanatçılar, yeni gösterilerini hazırlamak için işe koyuldular. İkili, aradıkları ilhamı George Seurat’ın “La Grande Jatte Adası’nda Bir Pazar Öğleden Sonrası” isimli tablosunda bulacaktı…
Seurat’ın 1884-1886 yılları arasında çizdiği resimde nehir kenarındaki bir parkta bulunan insanlar tasvir ediliyordu.
Sondheim ve Lapine, resimdeki ortamın bir sahnede canlandırılabilecek tarzda olduğuna karar verdiler. Ancak resimde eksik bir figür bulunuyordu. Tablodaki sahnede bir baş karakter, yani ressamın kendisi eksikti! İkili, bu durumdan hareketle ressamın biyografisine dair detaylı incelemelerde bulundular. Ancak ressamın hayatına dair yeterince bilgi edinemediler. Bu sebeple, hazırladıkları müzikalde yarı gerçek yarı kurgu bir “George” karakteri yarattılar.
Sonunda, George Seuart’ın “La Grande Jatte Adası’nda Bir Pazar Öğleden Sonrası” tablosundan aldıkları ilhamla, “George ile Parkta Bir Pazar Günü” isimli eseri sahnelediler. Bu sayede, başta Pulitzer Drama Ödülü olmak üzere çok sayıda ödül kazandılar…