İran edebiyatının en önemli yazarları arasında yer alan Sadık Hidayet, yazdığı gibi yaşayan bir sanat insanıydı. Ölümü de tıpkı içinde biriken dünya karanlığının bir sonucu olarak gelip onu buldu. Daha doğrusu planlı ve bilinçli bir şekilde o, bizzat ölüme götürdü kendisini. Yaşamı boyunca kaleme aldığı eserler dünya edebiyatına önemli bir katkı kaynağı olarak var oldu. Karanlık dünyanın girdaplarında yaşayan yazar, kurduğu her cümlede karanlığını biçimlendirmeye çalıştı. Bir şeylere benzetti ve benzettiği şeylerin karanlığı en sonunda kendisini buldu. Karakterlerini de aynı düşünceyle yaratıyordu ve bunu yaparken yaşadığı çağın bütün yükünü omuzlarında hissediyordu. Pek çok yazar ve sanatçı gibi o da bu durumun farkındaydı. Asıl ölüm, farkında olduğu bir yükün altında acı çekmekle doğrudan ilişkiliydi. Ve Sadık Hidayet, 9 Nisan 1951 tarihinde Paris’te intihar ederek yaşamına son verdi.
Onun kaleme aldığı metinler arasında 1926 yılında kaleme aldığı Hidâyetnâme adlı eserinde yer alan metin, ölüm üzerine olan düşüncesini ve yakınlığını gözler önüne seriyordu.
“Ölüm. Ne korkunç ve tüyler ürperten bir sözcük! Adını duymak bile ürpertiyor insanı.”
“Dudaklardan gülümsemeyi, gönülden mutluluğu alıp, iç karartısı ve moral bozukluğu getiriyor yerine. Bin türlü karmakarışık düşünceyi gözler önünden geçirtiyor.”
“Yaşamın ölümden ayrı olması mümkün değil. Yaşam olmayınca, ölüm de olmayacak.”
“Gökyüzündeki en büyük yıldızdan tutun da yeryüzündeki en küçük zerreye kadar her şey er ya da geç ölecek.”
“Taşlar, bitkiler, canlılar birbiri peşi sıra dünyaya geliyor ve yokluk sarayına giderek unutulmuşluk köşesinde bir avuç toz oluyorlar.”
“Yeryüzü kayıtsızca sonsuz evrende dönüşünü sürdürüyor. Doğa, geriye kalanların üstünde tekrar yaşamı başlatıyor.
“Güneş ışınlarını saçıyor, meltem esiyor, çiçekler havaya güzel kokular saçıyor, kuşlar şakıyor, bütün canlıları bir coşkudur alıyor.”