Işık, İbn Tufeyl’in “Hayy bin Yakzan”ındaki deyişi ile “nûr” Doğu’dan yükseldi. Tüm semavi dinler o coğrafyadan çıktı; insanlığın ve medeniyetin tohumları orada atıldı. Doğu derken Batı merkezli bir tabir olan Uzakdoğu’dan söz etmiyoruz. Sonradan adı İslam coğrafyası ve düşünürleri de İslam düşünürleri olarak adlandırılacak olan bölgedir kastımız.
İslam kültürü, tüm dünyanın onlardan yüz çevirmesine neden oldu. Halbuki onlar “Arif olanın dini yoktur, hiçbir şeyle kayıtlanamaz” (İbn Arabi) diyecek kadar arif, cesur ve hatta İslami deyişle küfürbazdılar.
Biz de dâhil tüm dünya yüzünü Batı’ya dönmüş, aklın ışığını ve hakikati orada ararken; Batı’nın filozofları bu isimleri okumakla, idrak etmeye çalışmakla meşguldü. Kimler yoktu ki onları mihenk, onlardan feyz alanlar arasında; Descartes, Spinoza, Hume, Goethe, Bacon, Leibniz, Schopenhauer, Kant, Schiller ve niceleri…
İslam coğrafyasından çıkmış olmaları onların hanesine hep eksi olarak yazıldı bu topraklarda. Oysa aklı ve imanı yüreklerinde buluşturan “aymış”lardı onlar. İşte insanlığa miras bıraktıkları en büyük eserleriyle dünya düşünce tarihine yön veren Doğulu 13 düşünür.
İlginizi Çekebilir: Tasavvuf Ve Mistisizim Üzerine Yazılmış Kitaplar
1. Hallac-ı Mansur (858 – 922), Kitab-üt Tavasin
Şeriat, tarikat, marifet, hikmet kapılarından geçti; hakikate ulaştı. Tanrının varlığını o kadar hissetti ki, onun içinde eridi; “En-el hak” (Ben tanrıyım) dedi. Tanrının ya da başka bir deyişle “mutlak varlık”ın kişide vücut bulduğunu ve kişinin varlığının tanrının –mutlak varlığın- varlığı içinde yok olduğunu söyledi; vahdet-i vücut inancıyla esrikti.
Softalar onu küfürle, tanrıya şirk koşmakla suçlayıp işkenceyle katlederken o; “Yarabbi canımı alan bu kullarını bağışla. Çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlardan haberdar değiller, senin bana gösterdiklerini onlar göremezler, bilemezler” diyecek kadar “âli”ydi.
Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Arabi, Pir Sultan Abdal, Mısri; onun düşünceleriyle, inancıyla yoğruldu. Ardında “Kitab-üt Tavasin” gibi yürek ferahlatan önemli bir eser bıraktı ancak en önemli eseri elbette hayatıydı.
2. Farabi (870 – 950), Kitabu’l-vahid ve’l-Vahde
Adı, Türkistan’ın Farab şehrinde doğduğundan Farabi’ydi. Aristo’yu, Platon’u, Zenon’u okuyup yorumlamıştı. Aklı, ilmin ve inancın merkezine koydu; inançla usu uzlaştırmaya çalıştı. Felsefe, matematik, fizik ve musikiyle uğraştı. Bilimi; fizik, matematik ve metafizik olarak üçe ayırdı.
Batılı bilim adamları onun bu sınıflandırmasını ancak 13. yüzyılda kabul edecekti. Sesin titreşimlerle yayıldığını, havanın iletken olduğunu ilk o yazdı. Usçuydu; erdemin temelinde bilgi olduğunu savladı. Cevher (töz), zaman ve boşluk üzerine kapsamlı tezler yazdı. Yapıtlarıyla bugün dahi düşün çevrelerinde “Doğu’nun Aristoteles’i” olarak kabul edilir.
“Hiçbir şey yoktan var olmaz ve hiçbir şey vardan yok olmaz” diyerek materyalizmi özetleyen kimyacı Lavoisier’den yedi asır önce; “Hiçbir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, var olmazdı” dedi.
Henüz dilimize çevrilmemiş olan “Kitabu’l-vahid ve’l-Vahde” adlı eseri; mantık, epistemoloji ve ontolojiye ilişkin düşüncelerini bir araya topladığı, başından sonuna “bir” ve “çok” kavramını ele aldığı en önemli eserlerinden biridir.
3. İbn Sina (980 – 1037), Tıp Kanunu
Hekimdi. İslam dünyası ona “eş-şeyhü’r-reîs”, yani “baş üstat” dedi. Felsefe, tıp, edebiyat, aritmetik, geometri, mantık ve fizikle uğraştı. Ontoloji ve psikoloji üzerine önemli çalışmalar yaptı. Epistemoloji ve ontoloji üzerine önemli eserler verdi. Ortaçağ karanlığında eserleri Latince ve İbraniceye çevrildi. Elementler ve mekanik üzerinde çalıştı; Aristo’nun Hareket Teorisi’ni eleştirdi.
Fizik çalışmaları, yeniçağ mekaniğine öncülük etti. Pek çok dalda önemli eserler verdi ancak en büyük eseri Batı ülkelerinde 16, Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan “el-Kânûn fî’t-Tıb” (Tıp Kanunu)’dır. Beş kitaptan oluşan ansiklopedik eserde anatomiden cerrahi yöntemlere, ilaç yapımına ve tedavisine çağını aşan çok önemli bilgiler yer alır.
4. Gazzâlî (1058 – 1111), El-Munkız Mine’d-Dalâl
Ömrü boyunca hakikati aradı. Bu uğurda her şeyi ama her şeyi sorguladı; felsefeyi, varlıkları, inancı, tanrıyı, aklı ve elbette kendisini. Öyle ki bir dönem neredeyse aklını yitirecek noktaya geldi; bunalıma girdi ve dış dünyayla irtibatını kesti.
Septikti; her şeyden, kendinden bile şüphe ediyordu. Yunan septikler Protagoras ve Gorgias’ı biliyordu. Hakikate, mutlak bilgiye ulaşmaktaki tutkusu onu zaman zaman küfre, zaman zaman tasavvufa yaklaştırdı. Kendi varlığından dahi şüphe ettiği noktada, -tıpkı Descartes gibi ama ondan yaklaşık 500 yıl önce- “Onun varlığı açıktır. İnsanın kendi varlığına dair hiç şüphe yoktur. İrade ediyorum, demek ki varım” dedi.
Pek çok kitabı Batılı düşünürler tarafından 12. yüzyıldan önce Latinceye çevrildi. Bunlardan en önemlisi “el-Munkız Mine’d-Dalâl”dir; Descartes’ın “Metot Üzerine Konuşmalar” adlı kitabı bu eserle büyük benzerlikler içerir.
5. İbn Tufeyl (1106 – 1186), Hayy Bin Yakzan
Hekim, hukukçu ve filozoftu. Felsefe, tıp, matematik, astronomi ve edebiyat dallarında oldukça iyi bir eğitim aldı. İbn Sina’nın en önemli eserlerinden biri olan “Hikmeti Meşriki”nin devamı niteliğindeki “Hayy Bin Yakzan” adlı kitabı, İbn Bacce ve İbn Rüşd’le birlikte Endülüs’ün en büyük üç filozofu arasına girmesini sağladı.
“Nur” yani “aydınlanma” felsefesini anlattığı “Hayy bin Yakzan”da Tufeyl, vahiyci tanrı anlayışının yerine aklın ve sezginin bildirdiği tanrıyı koydu. 16. asırda yaşanan Aydınlanma Çağı’ndan yüzyıllar önce aydınlanma felsefesini anlattı. İnsanın merak, keşif, kavrama ve bilgelik evrelerinden sonra hakikate ulaşacağını; tanrının varlığını bu noktada kalben olduğu kadar aklen de kanıtlayabileceğini savladı.
Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe”su ve Rousseau’nun “Emile”i, Latinceye ve pek çok Batı diline çevrilen “Hayy bin Yakzan”la büyük benzerlikler taşır. Hatta “Robinson Crusoe”da neredeyse yalnızca isimler değiştirilmiştir.
6. Feridüddin Attar (1136 – 1221), Mantıku’t Tayr
Eczacıydı, lokmandı. Yaşadığı mistik bir olay nedeniyle varını yoğunu fakirlere dağıtıp yollara düştü. Kendini ilim, irfan ve ibadete adadı. Mevlana’nın üstadıydı. Eserleri Arapçaya, Fransızcaya ve İngilizceye çevrildi.
En önemli eseri, hakikat arayışını kuşların dilinden anlattığı 4724 beyitlik “Mantıku’t Tayr”, tasavvuf edebiyatının köşe taşıdır. Hakikate ulaşma yolunda kemale eren “simurg” yani “otuz kuş”u anlattığı eserinde, vahdet-i vücud inancını alegorik bir şekilde anlatır.
7. İbn Rüşd (1126 – 1198), Aristo Şerhleri
Aristo’nun İslam coğrafyasındaki sözcüsü ve yorumlayıcısı olan Rüşd, yaklaşık 30 yıl boyunca Aristo’nun eserleri üzerinde çalıştı. Ulaşamadığı “Politika” dışında, filozofun tüm eserlerini Arapçaya çevirdi. Aklı imandan, bilgiyi vahiyden üstün tuttu. Her şeyin akıl ile anlaşılabileceğini öne sürdü.
Düşünceleri, yazdıkları ve çevirdiği kitaplar nedeniyle uzun yıllar gözetim altında tecrit hayatı yaşadı. İslam felsefesiyle Aristo’nun mantık kuramını bağdaştırmaya çalıştı. Batı, Aristo’yu onun şerhlerinden Latinceye çevirip okudu; Aristo’nun o büyük mirasını onun sayesinde keşfetti. Düşünceleri özellikle Hıristiyan skolastik gelenekten olan Thomas Aquinas tarafından oldukça benimsendi.
8. Sühreverdi (1155 – 1191), Akl-ı Sorh
Hallac-ı Mansur’un ve İbn Sina’nın düşüncelerini benimsedi. Tıpkı diğer düşünürler gibi Anadolu ve Suriye’yi dolaştı; dinleri ve inanışları inceledi. İşraki (aydınlanma) felsefesinin kurucusuydu. Tasavvuf ehliydi, Platon gibi sezgiciydi.
Bildiklerini ve düşündüklerini her yerde hiç korkmadan dillendirdi; bu uğurda hapis yattı, 36 yaşında zindanda öldü. Ardında mantık, tabiat, ilahiyat ve felsefe üzerine pek çok önemli eser bıraktı. Akl-ı Sorh (Kırmızı Akıl)’da aydınlanmayı, aydınlanmadan önceki pişmeyi, kâmil olmayı anlattı…
9. İbn Arabi (1165 – 1240), Fusus’ül Hikem
Yaşadığı dönemin ve coğrafyanın en büyük filozoflarından biri olan İbn Rüşd ile görüştüğünde 17 yaşındaydı. Bilginin yalnızca akıl yoluyla elde edileceğini savlayan İbn Rüşd’ün düşüncesinde bir noksanlık olduğunu daha o yaşlarda fark etti. İnsan bazı şeyleri sezgi yoluyla, kalbi olarak biliyordu. Akli bilgiler; duyular ve deneyim yoluyla elde ediliyordu ama bazı bilgiler vardı ki aşkındı, ‘a priori’ydi (doğuştan).
Yalnızca kendi halkını etkilemekle kalmadı; felsefesi Endülüs’ten Yeni Delhi’ye, Hicaz’dan Kırım’a geniş bir coğrafyaya yayıldı. “Vahdet-i vücud” öğretisine inanıyordu. Varlığın birliği onun felsefesinde öyle bir hal almıştı ki, Yaradan ile yaratılan arasında neredeyse fark kalmamıştı. İnsanın tanrının bir parçası olması ve tanrıyla yani özüyle bütünleşmesini dillendirmesi softalar tarafından küfür olarak görüldü ve çok eleştirildi.
Ama o “Fusus’ül Hikem” yani “Hikmetlerin Özü” eseriyle öyle bir mertebeye ulaştı ki, “Ebu Ekber” sıfatını aldı. Bugün İbn Arabi Derneği; Oxford’dan Sorbonne’a, Harvard’dan Stanford’a ve Cambridge’e dünyanın en önemli üniversitelerinde oldukça kapsamlı çalışmalar yapıyor. Batı; Arabi’yi keşfetmeye, anlamaya çalışıyor.
10. Yunus Emre (1241 – 1320), Risaletü’n Nushiyye
Hacı Bektaş-ı Veli’nin kapısında feyz aldı, Mevlana’yla tanıştı. Taptuk Emre’nin dergâhına 40 yıl boyunca dümdüz odunlar taşıdı. Yetmedi yollara düştü; tüm Anadolu’yu, İran ve Azerbaycan’ı dolaştı. Hem dolaştı, hem söyledi.
Öz Türkçeyle, halkın anlayabileceği dilde de şiirin en alasının yazılabileceğini tüm dünyaya gösterdi. Bilgisi, tefekkürü, tevazusu ve zekâsıyla dinler ve mezhepler üstüydü “Miskin Yunus”, “Bizim Yunus”. Tasavvuf ehliydi. “Risaletü’n Nushiyye” (Nasihatler Kitabı) adlı mesnevisinde; ruh, nefis, kanaat, gazap, sabır, haset, cimrilik, akıl gibi konulara ilişkin düşüncelerini anlattı.
11. Hacı Bektaş-ı Veli (1209 – 1271), Velayetname
Rum diyarını, Anadolu’yu, Elbistan’ı dolaştı. Bu uzun yolculuğu sırasında tanık olduğu; Yesevilik, Melamilik, Batınilik, İsmaililik, Ahilik, Babailik, Mevlevilik, Kalenderilik gibi dönemin inanç ve anlayışlarını yakından inceledi ve Bektaşilik inancı ve felsefesini ortaya koydu.
Öğretisinin merkezine hümanizmi yerleştirdi. Tanrıdan korkmayı değil onu sevmeyi öğütledi. Mutasavvıftı; insanlık, iyilik, adalet, hürriyet, eşitlik ve çalışkanlık üzerine temellendirdiği felsefesiyle tüm varlıkları kucakladı. “Velayetname” adlı; hayatını, yaşadığı dönemi ve insan ilişkilerini hikâyeler yoluyla anlattığı eseri, insanlığa engin nasihatler içerir.
12. İbn-i Haldun (1332 – 1406), Mukaddime
Tarih felsefesinin, sosyolojinin ve iktisadın babasıydı. “Mukaddime” ve “Kitabu’l İber”de dünya tarihini ve geleceğe ilişkin tarihsel teorilerini anlattı. Osmanlı’nın yükseliş ve çöküşünü adeta betimlediği bu eserler, Osmanlı paşaları ve ulemaları arasında büyük ilgi gördü.
Sosyolojinin temel prensiplerini Batılı bilim adamlarından yüzlerce yıl önce ortaya koydu. Tespitleri ve öngörüleri; Machiavelli’den Rousseau’ya, Comte’tan Spencer’a pek çok önemli düşünürün fikirlerini şekillendirdi.
Sosyoloji, siyaset bilimi, tarih, iktisat, eğitim ve hukuk alanlarında önemli eserler verdi. Eserleri arasında “Mukaddime”; bugün dahi tüm dünyada siyaset, sosyoloji, tarih ve iktisat alanlarındaki en önemli yapıtlardan biridir.
13. Fuzuli (1483 – 1556), Leyla ile Mecnun
Kendini öyle hiçledi ki; “Fuzuli” mahlasını kullandı, Muhammed Bin Süleyman. Doğanın dilini çözmüştü; öyle ki kendisini suyun, ağacın, hayvanın başka bir şekilde vücut bulmuş hali olarak görüyordu. Tanrı, doğa, insan bir bütündü. Panteistti. Her şey tek bir “öz”de, tek bir “hakikat”te birleşiyordu.
Evrendeki her şey “aşk”tı, aşktan ötürüydü, aşkla varoluyordu. Elbette kastettiği karşı cinse duyulan değildi; varlıkların özündeki aşktan bahsediyordu o. En önemli eseri “Leyla ile Mecnun”da kavuşamamak olarak nitelendirdiği aşkı yazdı. Yüzyıllar sonra Schopenhauer, en önemli eseri “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya”da; Fuzuli’nin aşk dediği şeye “istenç” diyecekti.
Not: Listeye Mevlana’yı neden almadınız diye sorduğunuzu duyar gibiyiz. Efenim ismi lazım değil, birileri Mevlana’yı o kadar çok yazdı ki, hırkasından değneğine her şeyini biliyoruz mübareğin. Yeniden yeniden anlatıp sizi sıkmayalım dedik.