Okurken mutlaka filmi çekilmeli dediğimiz kitaplar vardır. Kim bilir belki yazarı da kitabını adeta film gibi kurmuştur kafasında. Sanki senaryo olarak kurmuştur bütün yapıyı. “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”da öyle bir eser. Bir de işin içine Erdal Beşikçioğlu ve Sezin Akbaşoğulları gibi isimler girince, tam söylesinler de dinleyelim, birbirlerine uzun uzun baksınlar da izleyelim bir film çıkmıştı ortaya…
Bir uçurtma için en güzel uçuşun ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna “düşme hali” diyebilirdi
Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi
“Gidelim mi, kalalım mı?” “Kalıp ne yapacağız?” dedi, “bari zıplayalım da hareket olsun.”
Müzeyyen gibi kadınlar kıskanılır. Müzeyyen kıskanılır
Bu aşk hikayelerini hep aynı adamlar mı yazıyor? Başlangıçlar farklı ama sonlar hep aynı
Müzeyyen’deki tuhaflığın ne olduğunu sonunda anlamıştım…
… Müzeyyen hiç flört etmiyordu. Gözlerini kaçırmıyor, heyecanlanmıyor, dili sürçmüyor, dudaklarını ısırmıyor, kendinden bahsetme konusunda en küçük bir heves göstermiyordu.
Ya beni etkilemek gibi bir derdi yoktu, ya da beğenilmeye çok alışkındı
Adam kadını çok seviyor. Sevdikçe ruhu büyüyor. Ruh eve sığmıyor.
“Güzel konuştun.” dedi, “Bunun dansı nasıl olur?” “Yerim dar”
Öyle sadece ilişerek ilişki olmaz. Biraz sorumluluk alman lazım.
Belki de ayrılıklarla az acılı bir ölüm provası yapıyoruz. Ne kadar çok ayrılık, o kadar hazırsın ölüm acısına.
Her şey benden önce olmuşsa, bana olacak bir yer, durum kalmıyor muydu? Bana ait tek kişilik bir iskemle, o da yok muydu bu dünyada?
Sabahları beraber uyanırdık ben senden önce kalkardım senin uyuyuşunu izlerdim sonra sen uyanırdın, bana gülümserdin…
Hayatta en sevdiğin kadın için ağlayışını izlerdim senin…
… hiçbir şey yapmazdım gözyaşını silmezdim teselli etmezdim orada öylece ağlayışını izlerdim senin.