Basın özgürlüğü kavramı, gazetecilerin tüm haber ve düşüncelerini özgürce yayma serbestisini tanımlamak için kullanılıyor. Bu kavramın Türkiye’de tartışılmaya başlandığı zaman, Osmanlı İmparatorluğu’nda yayıncılık faaliyetlerinin başladığı döneme kadar uzanıyor. Türkiye’nin yayımcılık faaliyeti 1727’de “Vankulu Lügatı”nın basılmasıyla başladı. Yaklaşık yüz sene sonra 1828 yılında ilk Türkçe gazete “Vakayi-i Mısriye” ismiyle yayın hayatına başladı. Ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî gazetesi niteliğindeki “Takvim-i Vekayi” ve yarı resmi özellik taşıyan “Ceride-i Havadis” yayınlandı. Özel teşebbüsle kurulan ilk fikir gazetesi ise 1860 yılında Şinasi ve Agah Efendi’nin çıkardığı “Tercüman-ı Ahval”di. Yıllar geçti, yayın organları çoğaldı. Peki Türkiye’de basın özgürlüğü ne durumda? Türkiye tarihinde basın özgürlüğüne getirilen en büyük kısıtlamalar neler?
Türkiye’de basın özgürlüğü kısıtlaması ilk olarak Osmanlı döneminde yaşandı. 19. yüzyılda gazetelerin hızla artmaya başladığı dönemde basın özgürlüğünün hukuki ya da toplumsal düzeyde bir sınırlaması yoktu. Fakat 1864 yılında, yönetim gazeteler üzerinde keyfi yaptırımlar öngören bir Nizamname yayınlandı
1864 Matbuat Nizamnamesi’nde basın suçunun tanımı yapılarak gazetecilere yönelik cezai hükümler belirlendi. Bu hükümlere göre siyasi bir gazete çıkarmak mutlak surette hükümetin iznine bağlandı. Gazetelerdeki ima yoluyla ya da doğrudan iktidar eleştirinin cezası şunlardı; Para ya da hapis cezası, suçun büyüklüğüne göre gazeteyi kapatma cezası ya da süreli olarak yayın durdurma cezası.
1876 yılında Türkiye’nin ilk Anayasası Kanuni Esasi’de her ne kadar “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” ifadesiyle basın özgürlüğüne vurgu yapılmışsa da II. Abdülhamit’in istibdat rejimi boyunca basın özgürlüğü diğer özgürlükler gibi askıya alındı
İstibdat dönemi 1877 yılından 1908 yılına kadar kesintisiz olarak devam eden baskı dönemini ifade etmek için kullanılıyordu. II. Abdülhamit’in iktidarda olduğu bu yıllarda basın sıkı bir denetime tabi tutulmuş, özellikle mizah dergileri sürekli kapanma cezasına çarptırılmıştı. Bu dönemin en ilginç notu ise II. Abdülhamit’in “büyük burun” ifadesine sansür getirmesiydi. Sultan Abdülhamit’in burnu büyük olduğu için 33 yıl boyunca kitaplarda, dergi ve gazetelerde bu kelimenin basılması yasaklanmıştı. Aynı zamanda grev, hürriyet, Girit (Girit’te olan iç karışıkların duyulması istenmiyordu), infilak ve sosyalizm gibi kelimelerin de kullanılması yasaktı. Gazeteler basıma girmeden önce, sansür memurları yazıları kontrol eder yasaklı kelimeleri sansürlendikten sonra gazeteler baskıya verilirdi.
Vatan, hürriyet ve kardeşlik şiarıyla ilan edilen II. Meşrutiyet günlerinde liberal bir Matbuat Kanunu kabul edildi. Fakat kısa bir süre sonra basın özgürlüğünü kısıtlayan pek çok hüküm bu kanuna eklendi
1913 yılında “devletin güvenliği” öne sürülerek kanuna geçici maddeler eklendi. Yeni kanunla birlikte hükümete gazeteleri kapatma yetkisi verildi. Bir sene sonra devleti ilgilendiren konularda özellikle askeri meselelerde yazı yazmak sansüre tabi tutuldu. Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar sansürün kapsamı bütün yayınları kapsayacak şekilde geliştirildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk yıllar demokratikleşme çabalarının olduğu, liberal fikirlerin özgürce konuşulduğu bir dönem olmuştu. Tabi ki bu kadar özgürlük basın için geçerli değildi
1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunuyla Cumhuriyet döneminin ilk büyük basın kısıtlamaları başladı. Takrir-i Sükûn dinsel gericilik tehlikesine karşı çıkarılmış bir yasaydı. Şubat 1925’de Şeyh Sait ayaklanması çıktı. Doğu Anadolu Bölgesi’nde derhal sıkı yönetim ilan edildi. Bu sıkı yönetim dönemindeki uygulamalardan basın da nasibi aldı. Söz konusu kanunun birinci maddesi şöyle der: “irtica, isyana ve memleketin nizamı içtimaisini ve sükunu ve emniyet ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı hükümet, Reisicumhurun tasdiki ile re’sen ve idareten men’e mezundur.”
Ülke genelinde sular durulana kadar basının özgürlüğü meselesi cumhurbaşkanının onayına kalmıştı. Özellikle Cumhuriyet rejimine yönelik yıkıcı eleştiriler büyük bir hızla bastırılmıştı. Bu kapsamda Sebilüreşat, Tevhid-i Efkar ve Orak Çekiş gibi yayınların faaliyetlerine son verildi. Tüm bu kısıtlamaların irtica ve rejim tehlikesi varken gerçekleştirildiğini belirtelim.
Genç Cumhuriyeti tehdit eden sorunlar ortadan kalktıktan sonra 1931 yılında yeni bir Matbuat Kanunu hazırlandı. Günümüz değerleriyle bu kanun incelendiğinde basın özgürlüğü konusunda istenen noktaya gelinemediği söylenebilir
Milli duygularla alay etmek en büyük basın suçları arasında bulunuyordu. Aynı zamanda hükümet üyeleri ve devlet memurlarının şeref ve haysiyetini rencide etmek de suç haline gelmişti. Bu maddeler siyasal eleştiri hakkını yok ettiği gerekçesiyle pek çok aydın tarafından eleştirildi.
Erken Cumhuriyet dönemindeki tüm eleştiriler göz önüne alınarak 1950 yılında tekrar bir Basın Kanunu oluşturuldu
1950 Basın Kanunu’na göre artık gazete çıkarabilmek için sadece beyanname yayınlamak yeterliydi. Beyannamenin dışında herhangi bir izin alma zorunluluğu yoktu. Demokrat Parti döneminin Basın Kanunu, tarihin belki de en özgürlükçü maddelerini içeriyordu. Ancak bu özgür düşünce ortamı çok kısa bir süre sonra 1954 yılında yerini tekrar baskıcı bir yapıya bıraktı. 1954, 1956, 1957 yıllarında kanunda yapılan değişiklikler, Türkiye için yeni bir istibdat dönemi sürecini başlatıyordu. Öyle ki Demokrat Parti’nin kurduğu Tahkikat Komisyonu, “biz” ve “siz” olmak üzere tüm ülkeyi iki parçaya bölen kararlar alıyordu.
1961 Anayasası ile Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda önemli gelişmeler yaşandı. Gazetecilerin ve diğer aydınların “düşünceleri” ilk defa koruma altına alındı
Anayasanın 20. maddesi basın özgürlüğüyle ilgili şöyle der: “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir. Kimse, düşünce ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamaz.”
22. maddesinde ise devletin basın özgürlüğünü sağlamakla yükümlü olduğu belirtiliyordu: “Basın hürdür; sansür edilemez. Devlet, basın ve haber alma hürriyetini sağlıyacak tedbirleri alır”. Basın özgürlüğünün bir anayasada bu kadar detaylı olarak korunması, uygulamada olumlu sonuçlar alınmasına yol açtı.
Bu özgürlük ortamı 1971 yılında ordunun, hükümete muhtıra vermesine kadar devam etti. 1960 yılından sonra Türkiye’nin demokrasisi bir kez daha durakladı
1971 muhtırasını veren komutanlar hükümetin istifa etmesini bekliyordu. Ülke genelinde yine siyasi bir kargaşa hakimdi. 1961 Anayasası’nın basın için oluşturduğu özgürlükçü ortam bir anda yok olmuştu. Muhtıra sonrası çıkan 1488 sayılı kanun, basın ve haberleşme özgürlüğü tamamen kısıtladı.
Demokrasinin soluğunun kesildiği 1980 darbesinden sonra hazırlanan Anayasa, 1488 sayılı kanunu yürürlükten kaldırdı. Yeni Anayasa tıpkı 1960 Anayasası gibi özgürlüğe geniş bir yer ayırıyordu. Türkiye’de basın özgürlüğü tekrar gelişiyordu
Hükümetten izin alınmadan gazete ve basımevi kurmak yasaldı. Süreli ve süresiz yayıncılık tamamen serbestti. Aynı zamanda ülke genelinde yaşanan hiçbir olay hakkında basın yasağı konulamayacaktı. 1961 ve 1982 Anayasaları özgürlük ihlallerinin çok sık yaşandığı ülkemizde, ayrıntılı maddelerle basın özgürlüğünü korumayı amaçlıyordu. 1982 yasasının getirdiği bu özgürlükçü dönem de çok uzun soluklu olmadı.
1990’lı yıllar Türkiye’nin en karanlık dönemlerden biri oldu. Ekonomik krizler, yolsuzluklar, faili meçhul gazeteci cinayetleri, basın emekçilerinin toplu olarak işten çıkarılması, 28 Şubat süreci ve dahası… Tüm bunlar olurken, iktidar ve basın arasında oldukça sert çatışmalar yaşanıyordu. 2002 yılına gelindiğinde ise erken seçimle koalisyon hükümetinin yerini AK Parti hükümeti aldı
AKP hükümetinin iktidara gelmesiyle Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda tekrar ılımlı politikalar izlenmeye başlandı. Son 18 yılın siyaset alanındaki en belirleyici otoritesi konumunda olan AKP, iktidarının ilk yıllarında pek çok olumlu uygulamalar hayata geçirdi. Öyle ki ilk yıllarında İş Kanunu ile gazetecilere iş güvenliği sağlandı, Avrupa Birliği’ne uyum süreci kapsamında basın özgürlüğünde önemli yollar katedildi. Fakat bir süre sonra Ceza Kanunu kapsamında yapılan değişikliklerle tekrar sorunlar yaşanmaya başladı. 2005 yılından günümüze kadar; RTÜK ile ilgili değişiklikler yapıldı, basın emekçilerinin hapis cezası almaları gündeme geldi, muhalif basın kuruluşlarına son derece ağır para cezaları verildi. İnternetin aktif olarak haberleşme imkânı sunması özellikle son dönemlerde sosyal medya düzenlemelerini de gündeme getirdi. Şu an ise Türkiye dünyada en fazla gazetecinin tutuklu olduğu ülkelerden biri.
Yazıyı bitirirken genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Türkiye tarihi boyunca basının hareket sahası her zaman ülkenin siyasi atmosferine göre değişiklik gösterdiğini söylemek gerekiyor. Demokratik bir sistem inşa edebilmenin tek yolu basının ve tabi yurttaşın düşüncelerini özgürce ifade edebilmesinden geçiyor. Türk basın tarihinden bir ders çıkarmamız gerekirse o da şudur: Basının özgür bir şekilde işleyebilmesi için basın çevresiyle ortak bir düzenleme yapılmalı, bu düzenleme yapılırken ulusal değerlerin yanı sıra evrensel değerler de gözetilmeli.
Kaynak:
Hıfzı Topuz, II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2016.
Nazife Güngör, Cumhuriyet Döneminde İletişim, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2010.