Sinema, özellikle de bilim kurgu türü ve ünlü mimari yapılar arasında eski ve çoğu zaman karanlık bir dostluk vardır. Gölgelerin nedeniyse bilim kurgunun sıklıkla distopik bir gelecek tablosu çizmesi ve mimarinin çevresel etkinin en somut göstergelerinden biri olması. “Otomatik Portakal”ın brutal havasına cuk oturan brutalist mimari örneği Brunel Üniversitesi Amfi Binası ya da “12 Maymun”un ezici, ilikleri donduran bir tecrit hissi veren terk edilmiş Eastern State Hapishanesi gibi.
Bu güzide mekanlarımızı incelemeye geçmeden önce yüksek dozda spoiler verdiğimizi belirterek sizi distopik dünyaların distopik mekanlarına götürelim…
1. Otomatik Portakal – Brunel Üniversitesi Amfi Binası, Londra
Büyük usta Anthony Burgess’in 1962 tarihli kült romanı “Otomatik Portakal”ı bir başka büyük ustanın, yani Yönetmen Stanley Kubrick’in gözünden izliyoruz:
Distopik bir gelecekte İngiltere. Başkahraman, daha doğrusu anti kahraman, klasik müzik hayranı bir sosyopat olan Alex (Malcolm McDowell). Çetesiyle beraber sırf eğlencesine yaptıkları kötülükleri tecavüz ve cinayete kadar götürünce yakalanıyor ve devlet eliyle kullanılan deneysel bir rehabilitasyon metodunun ve Karma’nın oyuncağı olarak buluyor kendini.
Alex’in tedavi gördüğü “Ludovico Tıp Merkezi” olarak karşımıza çıkan Brunel Üniversitesi Amfi Binası ise İngiliz mimarlar Sir Richard Sheppard ve John Stillman tarafından brutalist stilde tasarlanmış ve 1968’de inşa edilmiş.
Adını, Fransızca “béton brut” yani “çıplak beton”dan alan Brutalizm akımı ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ortaya çıkmış ve 50’ler ve 70’ler arasında altın çağını yaşamıştı. Beton ve diğer koyu renkli işlenmemiş malzemeler, boyasız çelik ve cam kullanımı, tekrar eden geometrik şekiller ve devasa boyutlu yapılarıyla öne çıkan bu mimari stil birçokları tarafından soğuk ve ruhsuz bulunsa da oldukça güzel örnekleri mevcut.
2. Otomatik Portakal – Jaffe (Skybreak) Evi, Londra
Alex ve arkadaşlarının en rezil suçlarını işledikleri, Mrs. Alexander’a tecavüz edip yazar kocasını felçli bırakacak şekilde vahşice dövdükleri evdeyiz. İngiltere’nin ve dünyanın en önemli mimarlarından Sir Norman Foster’ın ilk projelerinden biri olan Jaffe Evi, ilk ofisi Team 4 ve Mimar Richard Rogers ile beraber tasarlanmış.
Ana kütlesini kesitte üç bölüme ayıran kot farklarını manzara ve gün ışığından maksimum şekilde faydalanmak ve farklı fonksiyondaki mekanları birbirinden ayırmak için kullanan, kayan panellerin ayırdığı esnek planıyla öne çıkan yapı 1965’de tamamlanmış.
3. 12 Maymun – Eastern State Hapishanesi, Philadelphia
Yönetmen Terry Gilliam, Chris Marker’ın 1962 tarihli deneysel kısa filmi “La Jetée”den esinlendiği “12 Maymun”da post apokaliptik bir gelecek sunuyordu: Bir hastalık dünyanın neredeyse tamamen sonunu getirmek üzere, bunu önlemek içinse tek çare geçmişe gitmek. Görev için seçilen kahramanımız mahkum Cole (Bruce Willis) test edilmemiş bir metot yardımıyla 2043’den 1990’lara gönderiliyor.
Zaman seyahati sonunda konuk olduğu ve Jeffrey (Brad Pitt) ile tanıştığı akıl hastanesi olarak gördüğümüz yapı ise Philadelphia’nın terk edilmiş ünlü hapishanesi Eastern State.
Yapıldığı dönemde Amerika’nın en pahalı binası olan yapı, İngiliz Mimar John Haviland tarafından bir tekerlek şeklinde, bir merkez yapı ve bu merkezden ışınsal olarak dağılan yedi hapishane bloğu şeklinde tasarlanmış. Bu yapı grupları da yüksek duvarlar ve heybetli bir giriş binasıyla çevrelenmiş. Ortaya çıkan sonuç ise gotik, kalemsi, vakur ve ürkütücü.
17. yüzyıl ortalarında İngiltere’de kurulmuş bir Hristiyan kardeşliği olan Quakers hareketinin yarattığı Eastern State, 19. yüzyılın yozlaşmış, hastalık dolu hapishanelerine karşı sözde insancıl bir alternatif olarak sunulmuş ve 1829’da açılmış. Askeri tecrit ortamındaki tutuklular, kendilerine verilen bir İncil dışında herhangi bir şeye sahip olmadan, hiçbir insanla iletişim kurmadan geçirmişler günlerini. Suç işleyenleri doğal masumiyetlerine döndüreceği savunulan bu metot, mahkumların çoğunun delirmesine sebep olmuş. 1929’da sekiz ay boyunca misafir olan Al Capone ise pek etkilenmemiş gerçi…
1971’de kapatılıp kamuya açıldığından beri paranormal araştırmacıların ve fotoğrafçıların ilgi odağı olan yapı, bir süredir Halloween partileri, resim sergileri ve sanat enstalasyonlarına ev sahipliği yapıyor. Eğer hayalet peşinde gezmek isterseniz, 21.00 – 01:00 saatleri arası kişi başı 105 dolar olarak ücretlendiriliyor. 5-15 kişilik gruplar alınıyor.
4. Azınlık Raporu – Ronald Reagan Binası, Washington D.C
Ünlü bilim kurgu yazarı Philip K. Dick’in 1956’da kaleme aldığı “Azınlık Raporu” hikayesiyle aynı adı taşıyan Steven Spielberg uyarlamasındayız: Yıl 2054, yer Washington DC. Potansiyel suçluları psişik bir teknoloji kullanarak daha suçu işlemeden tespit eden ve cezalandıran, 1984’ün Büyük Ağabey’i esanslı polis teşkilatının meşhur merkezi duruyor karşımızda.
Neredeyse 344.000 metrekarelik alanıyla ülkenin Pentagon’dan sonraki en büyük federal yapısı olan Ronald Reagan Binası, hükümet ofisleri ile uluslararası bir kültür ve ticaret merkezinden oluşan bir kompleks aslında. Birçok federal binanın yerleştiği dev bir üçgen parselin son kalan boşluğuna inşa edilmiş. Alman asıllı Amerikalı Mimar James Ingo Freed tarafından çevresiyle uyumlu olacak şekilde, 1920’ler ve 30’ların Neoklasik stilinde tasarlanan yapının dış cephesinde kireç taşı kaplama ve kızıl kiremit gibi geleneksel malzemeler kullanılırken, iç mekanlar tamamen zıt şekilde, oldukça modern bir havada düzenlenmiş.
Bol süslemeli Rokoko etkisine tepki olarak 18. yüzyıl ortalarında doğan ve Antik Yunan ve Roma mimarisinin anıtsal havasından esinlenen Neoklasik akım, Roma İmparatorluğu’na hayran olan Hitler’in Nazi Almanyası için de biçilmiş kaftan olmuştu. Tıpkı “Azınlık Raporu”nun totaliter havasına harika şekilde uyum sağlayan Ronald Reagan Binası gibi.
5. Bıçak Sırtı (Blade Runner) – Bradbury Binası, Los Angeles
Ridley Scott’un 1982 tarihli kült klasiği “Blade Runner” da bir başka Philip K. Dick uyarlaması. Yazarın 1968 tarihli “Do Androids Dream of Electric Sheep?” romanından uyarlanan film, göğü nükleer serpinti bulutuyla kaplanmış, yarı terk edilmiş, distopik bir San Francisco’da geçiyor. Yıl 2019, neredeyse tamamen insana benzeyen ve dört yıl ömürle sınırlandırılmış androidlerden birkaçı haklı şekilde varoluşlarını sorgulayarak mevcut sistemin dışına çıkmışlar. Onları avlamakla görevlendirilen emekli avcı ya da diğer deyişle “Blade Runner” Rick Deckard’ın (Harrison Ford) maceralarını ve bu süreçte yaşadığı ahlâkî krizi izliyoruz.
Film karakterlerinden genetik tasarımcı J. F. Sebastian’ın yaşadığı harap, post apokaliptik apartman ise 1893’de, Hollywood öncesi Los Angeles’da yapılmış olan Bradbury Binası. Mütevazı Romanesk cephesinden öte, Viktorya tarzı beş katlı geniş ve aydınlık iç avlusu, açık kafesli asansörleri ve ferforje telkari bezemeleriyle anılıyor. Binanın sahibi milyoner Lewis L. Bradbury, tasarımı teslim eden Mimar Sumner Hunt’ı kovarak sözde daha iyi anlaştığı Tekniker George Wyman ile devam etmiş projeye…
Yazarın Notu: Sean Young çok hoş.
6. Bıçak Sırtı (Blade Runner) – Ennis Evi, Los Angeles
Hâlâ “Blade Runner”dayız. Amerikalı efsane mimar Frank Lloyd Wright’un meşhur Ennis Evi, kahramanımız Rick Deckard’ın apartman dairesi rolünde.
Wright’ın modern, geometrik ve zamansız tasarım anlayışı ile Maya mimarisine duyduğu sevginin birleşimi olan tapınak görünümlü yapı, bizmut kristali benzeri dokuya sahip bloklarla bezeli. Muhteşem Los Angeles manzarasına bakan bir tepede, İş Adamı Charles Ennis ve eşi Mabel için 1924’de inşa edilmiş.
Ennis Evi, “İkiz Tepeler”in bazı sahnelerinde gözümüze çarpan pembe dizi “Aşka Davet”in de çekildiği yer.
Ayrıca 1959 yapımı “House on Haunted Hill”de korku filmlerinin unutulmaz oyuncusu Vincent Price ve misafirlerini konuk etmiş, “Vampir Avcısı Buffy”deyse Angelus, Spike ve Drusilla’nın malikanesi olarak karşımıza çıkmıştı.
Yakın zamanda restore edilen yapı şu an satılık, 23 milyon dolarınız varsa acele edin.
7. Son Umut (Children of Men) – Tate Modern, Londra
Zaman yolculuğuna devam. 2027 yılındayız, tüm insanlık kısırlaşmış, on sekiz yıldır hiçbir doğum olmamış (Aslında harika olmuş ama neyse) ve bilim, olan biteni açıklayamaz halde. Geçmişte yaşanan nükleer savaşlar, hava kirliliği, doğal çevreye verilen büyük zararlar, başını alıp giden terörizm derken, İngiltere ve diğer varlıklı ülkelere yığılan göçlerle şekil almış distopik bir dünya var önümüzde. Yaşanan tüm bu kaosun içinde, genç bir göçmen kızcağız mucize eseri hamile kalıyor fakat güvenliğinin sağlanması ve denizdeki bir sığınağa ulaşması gerekli. Yardımsa hayatında oldukça zor günler geçirmekte olan eski politik aktivist Theo Faron’dan (Clive Owen) geliyor.
Bir yandan kendi şeytanları ve geçmişiyle yüzleşirken diğer yandan dünyanın son umudunu korumaya çalışan Theo’nun macerasına ortak olduğumuz film, 2006 yapımı “Children of Men”. P. D. James’in 1992 tarihli aynı adlı romanından uyarlanmış.
Theo, hükümette önemli bir yeri olan ve sanat eserleri için Nuh’un Gemisi sayılan bir galerinin yönetiminden sorumlu kuzeni Nigel’ı ziyaret ettiğinde, Londra’nın iki önemli mimari yapısının birleşimiyle yüz yüze geliyoruz.
Bunlardan bir tanesi, devasa türbin salonunu gördüğümüz Tate Modern. 2000 yılından beri Londra’nın sanatsal, kültürel ve sosyal yaşamına ilham veren yapı, 1940’ların sonunda İngiliz Mimar Sir Giles Gilbert Scott tarafından tasarlanan ve 1981’e kadar çalışmaya devam eden Bankside Elektrik Santrali aslında. Art Deco stili yapının yeniden kullanımı için açılan uluslararası yarışmanın galipleri İsviçreli Herzog & de Meuron olmuş. Yapıyı, tarihi kimliğini eksiltmeden, hafifçe elden geçirerek modern bir kamusal sergi alanı yaratmışlar. Binanın dış cephesinde yaptıkları en büyük değişiklik ise yüksek baca ve koyu renkli tuğla cepheye kontrast olacak şekilde, çatı boyunca uzanan iki katlı yarı saydam bir cam kutu eklemek olmuş.
Yazarın notu: Herzog & de Meuron, Tate’in 2016’da açılan ek binası “Switch House”u da tasarlamışlardı. (Switch demişken ayıp şeyler gelmesin aklınıza.)
8. Son Umut (Children of Men) – Battersea Elektrik Santrali, Londra
“Children of Men”deki sanat kompleksinin diğer parçası da aynı şekilde Art Deco stili bir santral. Sir Giles Gilbert Scott ve J. Theo Halliday tarafından tasarlanan Battersea Elektrik Santrali, Avrupa’nın en büyük tuğla binası olduğu gibi İngiltere’nin de en meşhur yapılarından. Şu an yeniden yapılandırma sürecinde olan bina, George Orwell klasiği “1984”ün 1984 tarihli sinema uyarlamasında başkahraman Winston Smith’in (Rahmetli “War Doctor” John Hurt) yaşadığı “Victory Mansions” olarak da karşımıza çıkmıştı.
Filmin bu sahnesindeki bacalar, balon domuzcuk ve Pink Floyd referansı için sizi buraya alalım.