Sinema tarihindeki bazı başyapıtların “sıradan” bir izleyici kitlesi ve film eleştirmenleri tarafından takdir edilmedikleri oluyor. Çoğu izleyici, sinemaya yeni adım atarken “ağır” veya “farklı” olan filmlerle karşılaştıklarında onlardan kaçınıyor, film yapımcıları ise zamanlarının çok ötesinde işler yapıyor. Bu yüzden bazı filmler, sinemanın en etkili yapımlarından biri olmasına rağmen ilk başta başarısız oluyor ve yıllar sonra gerçek değerini buluyor. Bu yazımızda hem en pahalı filmler listesinin gölgesinde kalmış, hem de zamanına göre fazla ileri gitmiş başyapıtları keşfedeceğiz! İşte başyapıt olarak anılması gereken ancak hakları yenen filmler!
1. Vortex (Gaspar Noé, 2021)
Demans… Bu kavram, sinema dünyasında izleyicinin büyük ilgisini çekmeyebilir diye düşünülebilir. Ancak, Gaspar Noé’nin Vortex filmi tam da bu konuda, alışılmışın dışına çıkarak bir başyapıt olarak öne çıkıyor. Gaspar Noé’nin adını, cesur ve provokatif sahnelerle duyuran filmlerinden hatırlıyoruz. 2015 yapımı Love filminde simüle edilmemiş seks sahneleriyle büyük ses getirmişti. Ancak Vortex, 2015’teki o kışkırtıcı yapımın aksine, çok daha derin, duygusal ve psikolojik bir keşif yapıyor.
Film, baş karakterleri Lui (Dario Argento) ve Elle (Françoise Lebrun) üzerinden yaşlanma, kayıp ve ölümün trajedisini irdeliyor. Hatta Noé, çiftin hayatlarını paralel ekranlarla bölerek iki karakterin birbirlerinden ne kadar uzaklaştığını görselleştiriyor. Lui’nin kitap yazmaya çalıştığı dağınık dairede, Elle ise yalnız başına kendi dünyasına çekiliyor. Bu distopik anlatım, depresif bir atmosfer yaratıyor, ancak içinde derinlikli bir güzellik barındırıyor. İzleyiciyi çok zorlayabilir, ama bir kez içine girdiğinizde, her saniyesi sizi etkisi altına alacak!
2. The Beast (Bertrand Bonello, 2023)
Bilim kurgu ve tarih… Bu ikisi her zaman birbirini zorlayabilen bir ikili olmuştur. İşte Bertrand Bonello’nun The Beast filmi, bu zor denklemi tam anlamıyla çözüyor. 1910’larda bir kadının (Léa Seydoux) gelecekte yaşanacak trajediyi önceden bilmesi ve buna göre hareket etmesi üzerine kurulu olan film, aynı zamanda uzayda geçen bir yapay zeka distopyasına da ev sahipliği yapıyor. Bonello’nun filminde, aşk ve kaderin evrensel soruları, karmaşık bir yapıda, izleyiciyi bambaşka bir dünyanın içine çekiyor.
Film, Cannes’da büyük bir hayal kırıklığı yarattı ve festivale katılmadı. Ancak, izleyenler arasında hızla bir kült film haline geldi. Karmaşık anlatım ve sık sık kafa karıştırıcı olan yapısı, onu yeniden keşfetmeye değer kılıyor. Filmdeki derinlik ve fantastik ögeler, onun zamanla “gizli bir klasik” olarak kabul edilmesine yol açar diye umuyoruz.
3. Yok Oluş (Alex Garland, 2018)
Alex Garland’ın Annihilation filmi, bir bilim kurgu başyapıtı olmaktan çok, izleyiciyi rahatsız eden, düşündüren ve bazen bileşenlerini çözmekte zorlandığınız bir yapım. Natalie Portman’ın başrolünde olduğu bu film, mutasyona uğramış bitkiler ve yaratıklarla dolu bir bölgeye giren bir grup bilim insanının hikayesini anlatıyor. Ancak bu, sadece bir bilim kurgu filmi değil, aynı zamanda bir varoluşsal sorgulama, insanın doğayla ve kendisiyle olan ilişkisini anlamaya çalışan bir yapım.
Annihilation, sonlarına doğru daha fazla soyutlaşarak oldukça farklı bir noktaya ulaşıyor. Filmdeki karakterler, bir yandan biyolojik mutasyonlarla savaşıyor, diğer yandan da içsel bir kaosa sürükleniyor. Finaldeki korkutucu mutasyon yaratığı ve ses efektleri, uzun süre unutamayacağınız türden bir korku yaratıyor. Yine de, bu film de zamanla hak ettiği değeri bulacak bir yapım, çünkü onun sunduğu derinlik, insan zihnini sarsacak kadar etkileyici. Başyapıt olarak anılması gereken filmler yazımıza devam ediyoruz.
İlginizi çekebilir:
2025 Altın Küre Ödülleri Sahiplerini Buldu: Törenin Öne Çıkan Anları Ve Kazananlar
4. Babylon (Damien Chazelle, 2022)
Babylon, vizyona girdiği zaman, herkesin dilindeydi ve genellikle yönetmen Damien Chazelle’in çıtayı biraz fazla yükselttiği konuşuluyordu. Whiplash gibi heyecan verici bir caz gerilim filmi ve La La Land gibi büyüleyici bir müzikalin ardından, Babylon, eski Hollywood’un fazla uç noktalarını gösteren bir saygı duruşu olarak karşımıza çıktı. Ancak filmin bu çılgınca hırslı yapısı, bazılarına fazla kaçtı. Eleştirmenler, filmin karmaşasıyla boğulduğundan bahsetti ve reklamları hızla sönüp gitti. Üç saatten uzun süren süresiyle de gişede başarısız oldu.
Ama bu film, sadece eski Hollywood’a bir göndermeden ibaret değil! Margot Robbie ve Brad Pitt, birbirine zıt yörüngelerde ilerleyen iki yıldız olarak karşımıza çıkıyorlar. Margot Robbie’nin canlandırdığı karakterin kariyeri aşağıya doğru giderken, Brad Pitt’in karakteri tırmanmaya devam ediyor. Bu, dönemin aşırılıklarını ve Hollywood’un toksik yönlerini gözler önüne seriyor. Ancak, bu sadece bir sektör eleştirisi değil, aynı zamanda sanatçılarla onları sömüren insanlar arasındaki ince dengeyi de sorguluyor. Babylon, sadece geçmişe dair bir anlık görüntü değil, aynı zamanda yapıldığı dönemin bir aynası! Gelecekte bu film, tıpkı diğer büyük dönem filmleri gibi, dönemin ruhunu en iyi şekilde yansıtan yapımlardan biri olarak anılacak.
5. Yaşamaya Bak (Mike Mills, 2021)
Mike Mills, şimdilik kendi jenerasyonunun en büyük yönetmenlerinden biri olarak görülmüyor, ama bu, onun film dilinin daha az popüler olduğu anlamına gelmiyor. Mills’in filmleri genellikle büyük bir dramadan yoksun olsa da, yine de derinlikli ve insanı etkileyen yapımlar. Grafik tasarımcı olarak başladığı kariyerinde, görselliğe olan özeni bir kenara, karakterlerine duyduğu şefkat de filmlerinde kendini hissettiriyor. Bu da onu, aksiyon ve büyük dramatik anlar arayan izleyicilerden ziyade, daha sakin bir şekilde derinleşmek isteyenler için biçilmiş kaftan yapıyor.
Yaşamaya Bak, Joaquin Phoenix’in harika performansıyla dikkat çeken bir film. Phoenix, New York’a yapacağı bir yolculuk sırasında 9 yaşındaki yeğeniyle bağ kuran bir gazeteci olarak karşımıza çıkıyor. Siyah beyaz çekilen bu filmde, işin sırrı müzikte, ses tasarımında ve oyunculukta yatıyor. Mills, anlatıyı abartmadan, nazikçe aktarıyor ve bu, duygusal bir zafer yaratıyor. C’mon C’mon, tam bir melodramdan kaçan ve izleyenin kalbine dokunan bir başyapıt. Eğer daha fazla kişi bu filme şans verirse, bence bir klasik olmaya çok yakın! Başyapıt olarak anılması gereken filmler yazımıza devam ediyoruz.
6. Derinin Altında (Jonathan Glazer, 2013)
Jonathan Glazer, 2023’teki Zone of Interest ile Oscar’ı kazanmadan önce, çok daha küçük ama bir o kadar da garip bir bilim kurgu filmi yapmıştı. Derinin Altında, başrolde Scarlett Johansson’un olduğu, oldukça farklı bir yapım. Johansson, Glasgow sokaklarında dolaşan ve erkekleri avlamaya çalışan, bir kadının vücudunda barınan uzaylı bir yaratığı canlandırıyor.
Bu filmde, Hollywood’un en büyük yıldızlarından birini izlerken, geri kalan oyuncuların çoğu ise ilk kez kamera karşısına çıkmış. Glazer, filmin gerçekçi olmasını sağlamak adına birçok sahneyi gizli kameralarla çekmiş ve bu da filme başka bir gerçeklik katmış. Filmde uzaylılar ya da büyük aksiyon sahneleri yok. Ama tam da bu yüzden, Derinin Altında’nın özelliği, tanıdık dünyayı bir yabancı gibi izlememizi sağlaması. İnsan dünyasına dair izlediğimiz her şey, bambaşka bir ışıkta gözler önüne seriliyor. Pazarlama konusunda biraz eksik kalmış olsa da, bu film, bence kült bir klasik olmaya çok yakın!
7. The Nice Guys (Shane Black, 2016)
Bu filmde Russell Crowe ve Ryan Gosling’i başrolünde görmek, harika bir polis arkadaş filmi izlemek gibi. Ama sadece “harika” demek, bu filmi açıklamak için biraz az kalır. The Nice Guys, tam anlamıyla mükemmel bir kara film göndermesi ve başrol oyuncuları arasındaki inanılmaz kimya ile büyüleyici bir yapım. Hatta bu film, erkek izleyicileri utandıracak kadar eğlenceli olabilir!
1970’ler Los Angeles’ında geçen film, kaybolan bir kadını arayan iki uyumsuz dedektifi takip ediyor. Russell Crowe ve Ryan Gosling, olayların içinde kaybolurken, kendilerini oldukça zorlu bir durumda buluyorlar. Shane Black, bu eski formülü taze bir şekilde sunmayı başarıyor. Filmde, şakalar, dedektiflerin çılgınca beceriksizlikleri ve ceset sayısının bol olması, filmi izlemeyi gerçekten keyifli kılıyor. Ve tabii ki müzik, her sahneyi bir adım öteye taşıyor. The Nice Guys, arkadaş dedektif türünün zirveye çıktığı nokta olabilir ve bu türün en iyi örneklerinden biri olarak hatırlanacak! Başyapıt olarak anılması gereken filmler yazımıza devam ediyoruz.
8. All of Us Strangers (Andrew Haigh, 2023)
Bazı filmler vardır ki, çıktıkları dönemi o kadar iyi anlatırlar ki, izlerken zamanın ruhunu fark etmeniz zor olur. All of Us Strangers, eleştirmenler tarafından büyük beğeniyle karşılanmış olsa da ne yazık ki büyük ödüller tarafından göz ardı edildi ve zamanla unutulmaya yüz tuttu. Bu film, zamanın ötesine geçiyor gibi hissettiriyor. Andrew Scott’ın canlandırdığı senarist karakteri, Londra’nın yeni, modern bir apartmanında tek başına yaşamaktadır. Bir akşam, binadaki tek başka kiracı olan Paul Mescal ile tanışır ve aralarında bir aşk filizlenmeye başlar. Ancak film sadece bir aşk hikayesi değil! Andrew Scott’ın canlandırdığı karakterin, çocukluk evine yaptığı ziyaretle film derinleşir. Burada, ailesinin hala o evde yaşadığını ve yıllar önce bir trafik kazasında hayatını kaybeden ebeveynlerinin, o kazada ölüm yaşadıkları yaşta olduklarını fark eder.
Film, yüzeysel olarak bir hayalet hikayesi gibi görünse de, aslında pandemi sonrası dönemin yalnızlık ve insan bağlantısı üzerine derinlemesine bir anlatı sunuyor. Bir apartman dairesi, görünüşte sade ve huzurlu, ama içsel boşluklarla dolu bir hapishaneye dönüşebilir. Gelecek nesiller, bu filmi sadece bir zaman kapsülü olarak değil, aynı zamanda 2020’lerin yalnızlık temalı ve insan dokunuşuna duyulan özlemi derinden hissettiren bir film olarak izleyecek. Bu film, pandemi sonrası dünyada kaybolan bağları, soğuk ve yalnız bir zaman dilimini anlatıyor ve izleyeni derinden etkiliyor.
9. Berberian Sound Studio (Peter Strickland, 2012)
Berberian Sound Studio, türünün başyapıtı olmasa da kesinlikle kendine has bir izleyici kitlesi edinmiş bir film. Peter Strickland’ın bu eserinde, başrolünde Toby Jones’u, “The Equestrian Vortex” adında bir film için İtalya’ya giden tedirgin bir İngiliz ses mühendisini izliyoruz. Jones’ın karakteri, filmin atlarla ilgili olacağını varsayarak çalışmaya başlıyor. Ama işler çok hızlı bir şekilde farklı bir yöne kayıyor. Jones, seslendirmelerini yaparken hayal bile edemeyeceği türden sesler duyuyor.
Bu film, tür açısından zor bir yere oturuyor. Tam olarak bir giallo sineması değil, ama onun izinden gidiyor. Berberian Sound Studio, sesin vücutla olan tuhaf ilişkisini, filmi korkunç bir şekilde büyüleyici bir deneyim haline getiriyor. Filmdeki ses tasarımı, klasik korkunun sınırlarını zorlarken, korkunun melodik yönünü keşfetmeye çalışıyor. Bu filmi izlerken seslerin ve görsellerin birbirine nasıl bağlandığını anlamak, gerçekten etkileyici bir deneyim. Ve tabii, filme bir de muazzam bir müzik eklenmiş ki, bu da işin içine ayrı bir korku katmanı ekliyor!
10. Soygun (Josh ve Benny Safdie, 2017)
Safdie kardeşlerin yönetmenliğini yaptığı bir filme dalmadan önce, iyi bir şekilde dinlendiğinizden emin olun! Çünkü Safdie’ler, gerilimden çok daha fazlasını sunuyorlar: panik. Uncut Gems filmi 2019’da oldukça büyük bir stresli deneyim sunduysa da, Good Time (Soygun) çok daha ilginç bir hikaye sunuyor. Robert Pattinson, engelli kardeşini polislerin elinden kurtarmak için çılgınca bir soyguna karışan, dengesiz bir sokak suçlusunu canlandırıyor.
Bu film, şehir sokaklarında geçiyor ama öyle bir atmosfer yaratıyor ki, sanki bir film seti değil, gerçekten sokaklardaymışsınız gibi hissediyorsunuz. New York’un pisliğinden ve kaosundan kaçamıyorsunuz. Safdie kardeşler, şehri öylesine gerçekçi bir şekilde yansıtıyorlar ki, sanki bir an film değil de belgesel izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Good Time, New York’un kirli ve kontrolsüz sokaklarıyla, psikedelik bir yolculuğa çıkaran nefes kesici bir gerilim filmi. Bu filmi bitirdikten sonra tekrar izlemek istemeyebilirsiniz ama kesinlikle aklınızda kalıyor ve etkisi uzun süre devam ediyor. Safdie’lerin başarısı burada; izledikçe daha da etkileyici oluyor. Başyapıt olarak anılması gereken filmler yazımızın sonuna geldik. Bu içerik de ilginizi çekebilir:
Kaynak: 1