Bundan 111 yıl önce, bu topraklara adını kusursuz besteleriyle yazdıracak bir isim dünyaya geldi. İyi ki dünyadan da, ülkemizden de geçti. Piyanonun ruhunu sezdi, herkesi özendiren egzersizlerle geliştirdiği parmaklarına bu ruhu eşsiz notalarına döktü ve onu dinleme şerefine erişen herkesi büyüledi. Müzikteki kalitesi ve asil duruşu ile tanınarak dünyada ünlenen ve buna rağmen her daim ülkesi için çabalamış çok fazla Türk müzisyen yoktur. Cemal Reşit Rey ise, bu konuda bayrağı elinde tutan isimlerden.
Bizler her ne kadar Cemal Bey’i “Lüküs Hayat” ve “Onuncu Yıl Marşı” bestelerinden tanıyor olsak da, o, bundan çok çok daha fazlası. Hatta belki ülkemiz sınırlarında kalmayı tercih etmese, kendisini insanları eğitmek hususunda kararlı kılıp ömrünü mütevazi bir yaşam çerçevesinde geçirmemiş olsa, çok daha iyi yerlere gelecekti, eminiz.
Cemal Reşit’in notalarının kıymetini dâhi bilmeyerek, yıllarca kaybetmiş olan bir toplumun müzik kültürünü geliştirmek ve ayakta tutmaya ömrünü adamış ustanın önünde saygıyla eğiliyor, neden bu kadar özel bir insan olduğunu daha iyi anlayabilmeniz için derlediğimiz listemize geçiyoruz.
1. “Madam size bir Türk çocuğu gönderiyorum!”
Kudüs’te başlayan bir hayat sonrası İstanbul yollarına düşen paşa soylu bir Osmanlı ailesi çocuğu; Galatasaray Lisesi’nin de tozunu yuttuktan sonra, o zamanlarda kültür ve sanatın başkenti Paris’e yerleşmiş bir Cemal… Hep zorunlu göçlerin sürüklediği bir yaşamın kıyısında, bütün hayatını kaplayacak olan müzikle tanıştı. Aslında tanıştı demek yanlış, yalnızca keşfedildi.
Çocukken akordeon, piyano gibi müzik aletlerini elinden bırakmazken, yine o yaşlarda Gustav Mahler’i orkestra yönetirken izleme şansını buldu. Konservatuarda onu dinleyen müdür ve ünlü besteci Gabriel Faure, yine ünlü bir pedagog ve piyanist olan Marguerite Long’a telefon açtı ve: “Madam size bir Türk çocuğu gönderiyorum ve hiçbir şey söylemiyorum, kendiniz göreceksiniz.” dedikten hemen sonra babasına da dönerek, “Oğlunuz hayatta müzikten başka bir şey yapamaz.” dedi. Elbette bu mübalağalı bir cümle idi, fakat Cemal Reşit Rey’siz bir Türk müziği düşünülemez, yani Faure çok haklıydı. Marguerite Long’tan eğitim alacağı onca seneye rağmen, Long ondan hiçbir para talep etmeyecekti.
2. Çırakken bile ustaydı; İstanbul’daki hocasından daha bilgili ve yetenekli olduğu için Paris’e geri gönderilmişti
https://www.youtube.com/watch?v=KLDlNs-QXY4
Birinci Dünya Savaşı yılları arasında eğitimi de aksadı Cemal’in. Önce Paris’ten Cenevre’ye taşındılar, daha sonra ise ustalık sınıfına yükseldiği hâlde konservatuarı bırakmak zorunda kalarak İstanbul’a göç ettiler tekrar. Fakat Cemal, buradaki hocasından çok daha bilgili ve yetenekli olduğundan, tekrar Paris’e giderek Long’la çalışmaya devam etti, Henri Defosse’den orkestra şefliği, Faure’den müzik estetiği dersleri aldı. E tabi, böylesine bir öğrenciye hoca olmak her eğitmenin harcı değildi. Karşılarında ilk vals bestesini 7 yaşında yapmış bir müzik dehâsı duruyordu!
3. Bir Cemal Reşit Rey bestesi olan Onuncu Yıl Marşı’nı dinlerken hissettiğimiz coşkunun yegâne sebebi; o hünerli parmaklardan çıkan notaların kanımıza işleyişi
1933 yılıydı, Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarının yapıldığı sene. Güftesi Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel’e ait şiir üzerine beste yapmak için uğraşan Cemal Reşit, abisi Ekrem Reşit’e yaptığı besteleri bir türlü beğendirememişti. En sonunda aklına bir fikir geldi, mehter ritmini uygulayarak ortaya coşkulu bir marş çıkardı. Fakat herkesin hayranlık duyacağı bu esere, beklenmedik bir tepki geldi: “Sen ‘cumhuriyet’ sözcüğünü söylerken majörden minöre geçtin, yani bunu cumhuriyeti küçük düşürmek için yaptın!”
Cemal Reşit Rey, jüriyi ikna edebilmek için: “Minör küçük anlamına gelir ama müzikte bu anlamda kullanılmaz. Beethoven’in Napoleon’un kahramanlıkları için yazdığı Eroica’nın ikinci bölümü de do minör tonundadır.” dese de, jüri ikna olmadı. En sonunda jüri içerisinden bir ismin de, bir kahramanlık öyküsü olan Marseillaise’in de minör tonunda olduğunu söylemesiyle jüri besteyi kabul etti.
Şimdi bir düşünmek lazım ki; cumhuriyeti küçümsemeye çalışan bir adam, dinlerken hepimize vatan aşkını, coşkuyu, heyecanı, gururu hissettirebilen böylesine bir beste yapar mıydı? Bu kadar küçük oyunlar peşinde olabilir miydi böyle büyük bir bestekâr? Yani dememiz o ki, çok tatsız bir anıdır bu böyle.
4. Tam bir operet âşığı: Lüküs Hayat, Lüüüküs Hayat…
https://www.youtube.com/watch?v=Wct024YxIzg
“Lüküs hayat, lüküs hayat
Bak keyfine, yan gel de yat
Ne güzel şey, oh ne rahat
Yoktur eşi, lüküs hayat!”
Cemal Reşit Rey, ilk operetini 15 yaşında bestelemiş bir isimdi. İstanbul sahnelerinde Viyana ve Paris havasını estiren Cemal Reşit’in operet ve revüleri, büyük sükse yapar, hatta kimileri aylarca kapalı gişe oynardı. Çevresi, sanatçıya bunlarla vakit kaybettiğini söylese de, o, bunları “eğlence ile sanatı düzeyli bir biçimde bir araya getirdiği” gerekçesiyle sevdiğini ve bu nedenle küçümsemediğini dile getirir, bir yandan da klasik bestelerini yapmaya devam ederdi.
Şehir tiyatroları kapanma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışken yöneticiler çareyi müzikal oyunlarda arıyorlardı. Bu nedenle Cemal Rey’e bir teklif sundular. Cemal Reşit Rey’den ilk opereti talep eden kişiler, zamanın Şehir Tiyatroları Genel Yayın Yönetmeni Muhsin Ertuğrul ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ idi. Bu talep üzerine beş ay süre ile kapalı gişe oynanacak “Üç Saat Opereti”ni besteledi Cemal Bey.
Halkın yüksek rağbeti ve sevgisi karşısında Muhsin Ertuğrul, Cemal Reşit’ten bir beste daha yapmasını rica etti. İşte o zaman, hâlâ dillerde pelesenk bir eser çıktı ortaya: Lüküs Hayat. Modernleşen toplumun yozlaşmasının anlatıldığı bu operetin sözleri Ekrem Reşit’e mi, yoksa o sıralar hapiste bulunan Nazım Hikmet’e mi aittir (“Şişli’de Bir Apartıman” adı ile yazdığı ama hapiste olduğu için isminin gizlendiği söylenir), yoksa bazı sözler ondan, bazı sözler diğerinden midir; kesinleşemedi tam olarak. Sonrasında Cemal Reşit Rey’in bestelediği ve abisi Ekrem Reşit’in metinlerini yazdığı birçok operet sahnelense de, hâlâ en sevilen ve en bilineni, sizlerin de bildiği üzere, Lüküs Hayat oldu. Bu müzikal, seneler sonra sahneleneceği zaman Haldun Dormen modern döneme uyarlanmasını talep ettiğinde, Cemal Reşit Rey bir tek harfin bile değiştirilmesine izin vermeyeceğini söyleecekti.
5. Osmanlı’yı Cumhuriyet’e bağlayan besteci: Türk Beşleri’nin bir üyesi olarak, dilimiz halk ezgilerini Batı müziği ile harmanlayarak yeniden yorumladı
Cumhuriyet döneminde değişen toplum düzeni ile beraber kültür alanında da, Atatürk’ün “muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” olarak yorumladığı çağdaşlaşma adımları atmamız gerekiyordu. Hepimizin –özellikle edebiyat derslerinden- bildiği üzere; “Doğu mu örnek alınmalı, batı mı?”, “Batı etkileri doğunun üzerinde hissedilmeli mi?” gibi soru işaretlerinin hırla kafa karıştırdığı birçok dönemden geçti Türkiye, her alanda. Bu durum, müzik alanına da yansıdı tabi. Ziya Gökalp’in “Milli Musikimiz, memleketimizdeki halk musikisi ile garp musikisinin imtizacından doğacaktır.” düşüncesini Atatürk’ün de desteklemesi üzerine, o zamanlar birkaç ülkede uygulaması bulunan bir karar alınarak, Türkiye’den 5 genç Avrupa ülkelerine müzik eğitimi için gönderildi. “Türk Beşleri” dediğimiz bu grubun üyelerinden biri de, Cemal Reşit Rey’di.
Türk Beşleri, ülkeye döndükten sonra Türk müziğine büyük katkılar sağladılar. Çünkü artık ülkemiz müziğinde Batı rüzgârları hissedilmesinin yanında, Türk halk müziği ezgilerinden de kopulmamıştı. Ortada çok daha çağdaş, çok daha zengin, kulaklarda hem ulusal hem de uluslararası tat bırakan bir müzik vardı artık.
6. Birçok unvanının yanında, “Türk müziğinde çoksesliliğin babası”dır aynı zamanda
İlk kez Türk halk motiflerini kullanarak “On İki Anadolu Türküsü”nde hafif ve anlamlı ezgilerle, halkı çoksesliliğe alıştırma çalışmalarında bulundu. Daha sonraları da bu alandaki girişimlerini sürdürdü. Halkı çok iyi tanıyor, bir anda yapılacak geçişin kalıcı olmayacağına inanıyordu. Abisinin yazdığı ve kendisinin anonim halk ezgilerini kullanarak bestelediği operetlerin sahnelenmesiyle halkı eğlendirirken aynı zamanda çoksesliliğe alışılmışlığı gittikçe derinleştiriyordu.
Batı müziğinin ülkemizde yerleşebilmesi adına o zamanlar radyolarda “tek sesli halk müziği yapmak yasaklansın” düşüncesi ortaya atıldığında, Cemal Reşit Rey buna karşı çıkarak “Olur mu öyle şey! Dağda çobanın biri faraza davarlarını otlatırken şarkı söylemek isterse git başka bir çoban bul, çift ses mi yap diyeceğiz. Böyle şey olmaz!” diyerek bizlere amaçlarını gerçekleştirmek uğruna gözü kapalı ilerleyen bir insan olmadığını, öncelikli olarak her daim “özgürce ve istenildiği her zaman müzik yapabilmenin” inancının ağır bastığını göstermişti.
7. İstanbul Şehir Orkestrası’nın ilk adımları da Cemal Reşit Rey sayesinde atıldı
İstanbul Şehir Orkestrası’nın ilk çekirdeği olan “Yaylı Sazlar Grubu”nu kurdu. “Senfonik orkestra” özellikleri taşıyan bu topluluk, her hafta Cemal Bey’in yönetiminde konserler verdi.
İstanbul Radyosu’ndaki “Piyano Dünyasındaki Gezintiler” programı ile de birçok yeni yapıtı kendisi seslendirerek ülkemize tanıttı. Cemal Reşit, ülkemiz ile dünya müziğinin arasında bir kemikti âdeta. Kendisine “İzlenimciliğin Türk kolu” da denirdi.
8. Kurulması için büyük çaba sarf ettiği Filarmoni Derneği sayesinde, ülkemiz sahneleri dünyadan birçok müzisyeni ağırlayabildi
Filarmoni Derneği, müzik eğitimi konusunda da ülkemize büyük katkılar sağladı. Cemal Reşit Rey’in girişim faaliyetleri elbet bununla bitmedi. Dar’ül Elhan’da başlayan eğitimci yaşamını, Türkiye’deki müzik eğitimin iyileşmesi ve ilerlemesi için sürekli çabalayarak sürdüren Cemal Reşit Bey, ilkokul çağındaki çocukların dâhi piyano eğitimi alması için uğraştı ve kendisi de ölene dek eğitim vermeyi sürdürdü.
9. Yurt dışında orkestra şefliği yaptığı konserlerde, kendi bestelerini de yöneterek Türk müziğini dünyaya tanıtmaya çalıştı
Cemal Reşit Rey, dünyaca tanınan, uluslararası birçok ödüle layık görülen bir müzisyendi ve farklı ülkelerden orkestra şefi olarak davet ediliyordu. Bu konserlerde Türk müziği ezgilerini de kulaklara aşılamak için uğraş vermeyi ihmal etmedi.
Cemal Bey, orkestralarla prova yaptığı zamanlarda, yalnızca müziği düşünmelerini ister, eseri besteleyen müzisyenin hayatını ve eserin bestelendiği dönemin koşullarını orkestra ile paylaşır; böylece konser sırasında ruhu daha hissedilebilen bir müziğin ortaya konmasını sağlardı.
10. “İşte artık bu yazı benim Chant du Cygne’im!”
Cevat Memduh Altar anlatıyor: “İki yıl kadar önceydi; günlerden bir gün, Beşiktaş Serencebey yokuşundaki apartman dairesinde Cemal Reşit Rey’i ziyaret etmiştim. Bir hayli konuştuktan sonra Cemal Reşit, ansızın piyanosunun önündeki tabureye oturarak kapağı açtı ve yeni yazmış olduğu bir eseri çalmaya hazırlandı; ama hemen bana dönerek iki elinin avuçlarını gösterdi ve büyük bir üzüntüyle, ‘Bakın, artık piyano da çalamıyorum, çünkü ellerimi tam olarak açamıyorum’ dedi. Baktım, avuçlarının ortasındaki kasların kısılmasıyla Rey ellerini gereği gibi açamıyor, hattâ isabetli bir oktav oluşturamıyordu. Sonra gene bana döndü: “Ama ne yaptım yaptım, piyano için şu eseri yazdım” dedi ve eseri bütün gücünü toplayarak çalmaya başladı; çalmaya zorlukla devam edişine -bugün gibi hatırlıyorum- çok, hem çok üzüldüm. Bir aralık durdu ve bana; ‘İşte artık bu yazı benim Chant du Cygne’im!’ [kuğunun son şarkısı] dedi. Bu sözleriyle Rey’in, çaldığı eserin hayatının son eseri olduğunu söylemek istediğini hemen sezdim; ve onu, fazla üzüntüye kapılmadan teselli edebilmenin gayretiyle bir şeyler söyledim, söyledim ama bugün artık ne dediğimi de hatırlayamıyorum.
Cemal Reşit’in, başlığını ne yazık ki hatırlayamadığım o harikulâde güzel eserini “kuğunun son şarkısı” (chant du cygne) olarak nitelemesinin nedeni şuydu: Kuğu kuşu, yani Fransızca adı “cygne” olan o iri, beyaz, şahane görünümlü ve antik mitolojiye göre Tanrı Apollo’nun çok sevdiği kuğu, gene antik mitolojide, hayatında bir kez çok hazin bir şarkı çağırır ve ölürmüş! Onun içindir ki büyük sanatçıların ölümlerinden önceki en son eserleri “kuğunun son şarkısı” olarak adlandırılmaktadır. Nitekim Rey’in bana dinletmek istediği piyano eseri de, büyük sanatçının son eseri oldu; ve kendisinin de söylediği gibi, gerçekten bir “chant de cygne” olan bu eserle mukadder olan yerini buldu!”
11. Lüküs Hayat 51 sene sonra tekrar sahnede… Ve Cemal Reşit Rey son kez ayakta alkışlandı
Lüküs Hayat 1985 senesinde yani 51 yıl aradan sonra İstanbul Şehir Tiyatroları’nda tekrar sahnelendiği sırada, oyunun özel konuğu olarak, hasta yatağından kalkıp gelen ve artık “Devlet sanatçısı” unvanı bulunan Mimar Sinan Üniversitesi Cemal Reşit Rey alkışlar eşliğinde sahneye çıkarıldı. Haldun Dormen, Gencay Gürün gibi isimlerin de içinde bulunduğu seyirci Cemal Bey’i sahnede dakikalarca ve ayakta alkışladı. Ertesi gün hastaneye yatan Cemal Reşit’in oradan ikinci çıkışı ise, Edirnekapı’daki aile mezarlığındaki yerinde uyuması için oldu. Ekim ayında doğan sanatçı, yine bir ekim ayında hayata gözlerini yumarken, ardında bizler için sonsuzluğa uzanan notalarını bıraktı.
Bonus 1 : 100. doğum yılında Cemal Reşit Rey(kitap önerisi)
Cemal Reşit Rey’in daha iyi anlaşılması ve tanınması gerektiğine inanan Hasan Ersel, Deniz Koloğlu ve Ali Pınar, yaklaşık 8 ay süresince Cemal Bey’i anma programları yaptılar. Bu programlara olabildiğince farklı görüşlerden müzisyenler davet eden ekip, Cemal Reşit’i daha yakından tanımayı arzulayanlar için bu program kayıtlarını bir kitapta birleştirdiler.
Bonus 2: Kuğu Kuşunun Şarkısı (çocuk kitabı)
Cemal Reşit Rey, geçmiş – gelecek tüm Türk halkı tarafından yaşatılması gereken bir isim. Bu nedendir ki; Aysel Gürmen, çocukların dâhi onu tanıması gerektiğine inanarak, Cemal Reşit’in biyografisini yazdığı, suluboya resimleri ile de bezeyip çocukların ilgisini artıracak hâle getirdiği bu kitabı yayımladı.
Çocuklarının zihin dünyasını zenginleştirirken oraya Türk müzik tarihinin en başarılı müzisyenlerini yerleştirmek isteyen aileler olursa, aynı serinin Âşık Veysel’i anlattığı “Uzun İnce Bir Yol” ve Tanburi Cemil Bey’i anlattığı “Cemil’in Gizli Konserleri” kitapları da var.