Yakın zamanda, 5 Ocak 2018’de yitirdiğimiz, toplumumuzun kültür hafızası açısından gerçek bir kıymet olan Aydın Boysan sonsuz kere istifa edebileceğimiz bir isim. 1921’de, kendi deyimiyle; henüz Vahdettin padişahken doğan Aydın Boysan’dan hayatı yaşamak konusunda o kadar çok şey öğrenebiliriz ki. Peki özellikle hangi konularda? Bir kere yeme – içme kültürü üzerine yazdıklarını okursanız Osmanlı mutfağından girip Cumhuriyet’in erken dönem mutfağına kadar anlatır. Centilmenlik nedir, kadın – erkek ilişkileri nedir, mekânlara göre değişen usul – erkan nedir… bunların hepsini ondan öğrenebiliriz. Bir diğer bam teli bir konu daha var ki herhalde hepimizin oturup öğrenmesi gerekir: Şehircilik ve kent yaşamı! İstanbul’da doğan ve son nefesini de yine bu kadim kentte veren Boysan herkesin diline dolanan o eski İstanbul’un tam göbeğinde, Beyoğlu’nda yetişir. Öğrendikçe ufkumuzun genişleyeceği, geleceğe dair de fikirlerimizin yeşereceği bir İstanbul portresi anlatır bize. Ne hazin ki günümüze doğru yaklaştıkça bu kentin nasıl bozulduğunu da… Dünyanın birçok yerini gezip görmüş, bir mimar olarak da şehirciliğin nasıl olması gerektiğini etüt etmiş olan Aydın Bey’in 11 Kasım 1990 tarihli bir gazete yazısını aktaracağız. Kültür tarihçilerimizden Taha Toros’un namütenahi arşivinden edindiğimiz bu gazete küpürü sayesinde ikisini de hatırlamış olmakla birlikte bir ideal Beyoğlu’nu öğrenmiş olacağız. Hatta yalnız onu değil; bir çınarın yapraklarının rüzgârda çıkardığı sesler gibi Aydın Boysan bize başka şeyler de anlatıyor…
Geçen gün Beyoğlu’na çıktım. Bir de baktım ki, oradan oraya koşuşup duruyorum. Niye ki? Ben de anlamıyorum. Ama farkına vardım ki, ben bir şeyler arıyorum. Huy edinmişiz bir kere… Can çıkmadıkça ararız biz
Düşünüp düşünüp ne aradığımızı hiç bilemediğimiz zaman (söz aramızda), bilinmelidir ki, biz gençliğimizi ararız
Bulmak umudu var mı? Nah var! Bunu da iyi biliriz ama yine de ararız. Kendisi bulunmayan şeyin aranmasında bile zevk vardır. Hele gençliğimizin sahnelerine çıkıp ararsak, kendimizden geçeriz. Çünkü rolümüzü benimseriz
Biz o sahnede oynarken, çevremizden koparız. En çok kendimizden geçtiğimiz mekânlar, gençliğimizi geçirdiğimiz yerlerdir. Nasıl yaşamış olursak olalım… Neşeli günlerimizi de, çile çektiğimiz zamanları da, aynı haz ile anarız
O zaman bu İstanbul’un, sevmediğimiz bir tek mekânı yoktu. Her görüntüyü, gözlerimizle okşardık. Sümbül Efendi Camii’ndeki çınar ağacına asılı zincirden, Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun çatı arasındaki galeriye kadar
Evet, Tepebaşı’nda, yol üzerinde bir saçak altına sığınmışım, durup bakınıyorum. Nerede Dram Tiyatrosu? Yok… Ya o ulu ağaçlar? Onlar da yok. Niye yok? Buraları imar edilmiş de, ondan yok
Zaten İstanbul’da gözü dönmüş imar zamparalarından canını kurtaran, kim kaldı
Geçmişe özlem içinde geçip gideceğiz. Yalnız geçmişe özlemle yaşamak, bizi yaşadığımız zamandan da kopartmaz mı? Hem bugünü yaşayamazsak, gelecek zaman içinde geçmişi nasıl anacağız
Yalnız geçmiş zaman özleminin anaforlarında çalkalanırsak, başımızı çukurdan nasıl çıkarırız? Niye yani ille de yalnız geçmiş? Yalnız geçmiş özlemi, aklı makaraya takmak değil mi? Peşin hükümlülük değil mi? Peşin hükümlülük, akla konmuş ambargo değil mi
Geleceğe özlem duymalı, geleceğe… “Yaşanmamış oyuna özlem olur mu?” dememeli… Önce hayal etmeli… Ne kadar iyi hayal edebilirsek, zihnimizde ne kadar güzel ve gerçeğe yakın canlandırabilirsek, o hayallerin gerçekleşme yeteneği ve olasılığı, o denli artar
Bütün oyunlar bu yolla yaratılmıştır. Bütün tiyatro, zihninde geleceği canlandırma yeteneğindeki yaratıcıların eseridir. Konudan koptuk sanılmasın, imparatorluklar bile böyle kurulmuştur
“Beyoğlu’nu Canlandırmak” deyip duruyoruz. “Ne”yi canlandıracağız? İnsanları mı? Orhan Veli’yi mi? Osman Nihat’ı mı? Olmaz ki… Gitti onlar. Gelmezler
“Ah, o zamanın Beyoğlu’su” derken, haklıyız. Neden haklıyız? Aradığımız şey, bu kuşakların getirdiği yaşama biçimi ve kalitesiydi. Beyoğlu mekânlarına sinen gölgeleriydi
İnsanlar ve kuşaklar gitti… Mekân elde kaldı. Bu mekâna pompalanacak olan, yeni kuşakların hayat biçimi olmalı… Gençliğimin en saygıdeğer Beyoğlu kişiliklerinden Hazım Körmükçü’yü sevgiyle anarım. Ama Hazım öldü… Gelmez artık. Anısına yürekten saygı
Ama her ölenle her şey bitmez. Yeni kuşaklar eşittir, yeni dalgalar. Hazım Körmükçü yoksa, Ferhan Şensoy var, Cemal Reşit Rey yoksa, Zülfü Livaneli var
Beyoğlu’nu yeni biçimlerle doldurmak, hiçbir işe yaramaz. Ne o Tepebaşı binası, ne de tramvay… Çiçek Pasajı’nda da, çiçekleri defedip yeni bir “Leyli Mektep Yemekhanesi” yapılmasıyla bir yere varılmaz. Beyoğlu’na ruh pompalamak gerekir, ruh… Ya ruh nasıl pompalanır ki? Elbet lastik havası gibi değil
Hayal ile varılacak sonuçtan hoşlandıysak, o sonuca varmanın bir yolu bulunsa gerekir. Deneyelim… Eski Beyoğlu’nun neden sevildiğini – beğenildiğini anlarsak, yeni Beyoğlu’ nun nasıl olması gerektiği konusu aydınlanır sanırım
Neden mi beğenirdik? Çok basit: İstanbul’un bütün kültür ve sanat etkinlikleri Beyoğlu’nda toplanırdı da ondan
Darülbedayi oradaydı. İyi sinemalar, yalnız Beyoğlu’ndaydı. Resim – heykel sergileri, orada açılırdı. Tüm ciddi konserler, orada verilirdi. Elbet sanatçıların mekânı da, Beyoğlu olurdu. Lebon’undan, Degustasyon’una kadar… Babıali varken bile, GEN kitapsarayı, Beyoğlu’nda açılmamış mıydı
Evet, nüfusu 10 milyona yaklaşan İstanbul’da merkez parçalanmaları olmuştur. İş merkezleri, çarşılar dağılıp gitmiştir ama koca şehrin, hâlâ kültür ve sanat merkezi olacak bir mekâna gereksinmesi vardır. Bu merkeze en yakışacak yer de, Beyoğlu’dur. Onun da merkezi, Taksim – Tünel arasıdır
“İcraat” meraklıları bir gözlerini açsa… Anlasalar ki, yalnız göze hitap eden işlerle bir yere varılamaz, öyleyse, şehirde bir kültür ve sanat merkezi yaratmak borçtur, öyleyse bunun finansmanı da görevdir
Devlet ve şehir yerel yönetimleri, Beyoğlu’nda yeni kültür ve sanat mekânının yaratılmasına yardımcı olmalıdır. Bankalar ve iş çevreleri de, bu gelişmeye katkıda bulunmalıdır. Sanatçılar ve kuruluşları için, mali külfetlere katlanmalarını gerektirmeyecek olanaklar sağlanmalıdır
Tüm görsel sanatlar için, yeni olanaklar, konserler için yeni olanaklar, sürekli büyük kitap sergileri, tiyatrolar için yeni sahneler… Hepsi her boyda… Açıkta, kapalıda… Sokak kahveleri arasında bile küçük sergi ve konser yerleri
Yeni Beyoğlu’na ruh verecek insanlar mı? İşte bunlar olursa, hepsi oraya gelecek. Ruhsuzlar mı? Onlar kendileri yok olacak
Anlamamız gerekiyor: “Beyoğlu nasıl canlanır?” derken, çarenin yeni bir Beyoğlu yaratmakla bulunacağını bilmeliyiz
Beyoğlu canlanırken, ona yeni bir “can” verilecek. Amaç, “Eski Beyoğlu’nu hortlatmak” değil, canlandırmak