Türk edebiyatının Woody Allen’ı kimdir, diye sorsak ne dersiniz? Keskin ve kıvrak zekalı, şakacı, haylaz bir çocuk gibi dura-durağa gelmez, hicivbaz, hayattaki her şeyi espri konusu yapabilecek kadar uçarı biri… Tüm saatleri “hayatı ti’ye almaya” ayarlamış, hicvi akrep mizahı yelkovan yapmış bir adam. Hani maazallah bilmeyip otobüste, metrobüste okumaya kalksanız onlarca asık suratlı adamın yüzüne kahkahayı patlatıvermenize ve elbette hepsinin “manyak mıdır nedir” diyen bakışlarına maruz kalmanıza yol açacak (aynen yaşanmıştır) bir zat-ı muhterem. Türk siyasi tarihi onu Maraş milletvekilliğiyle, eğitim camiası edebiyat fakültesi kürsü başkanlığı ve milli eğitim müfettişliğiyle tanır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü (SAE) okumuş olanlar içinse Ahmet Hamdi Tanpınar, “Mübarek” adlı dededen kalma saati ve kurucularından olduğu SAE ile zamana taktığı aklını yitirmemek için çabalayan Hayri İrdal’dır. Peki kimdir Ahmet Hamdi Tanpınar? Türk edebiyatının hiciv ve ince espri bakımından önünde şapka çıkarılası, düğme iliklenilesi ayrıksı zekasıdır, o… İşte Ahmet Hamdi’ye edebiyatımızın Woody Allen’ı dememizin 13 sebebi…
Baytarlıktan edebiyata…
Tavukların, koyunların, keçilerin o renkli dünyası kim bilir neler katmıştır Ahmet Hamdi’nin gözlem dolu mizah anlayışına bir düşünsenize! Tarım ve hayvancılıkla geçinen dönemin Türkiye’sinde baytarlıktan iyi meslek mi vardı; oh mis. Bir ineği doğurtmak elbette zordu ama o daha da zoru seçti; baytarlık öğrenimini yarıda bırakıp edebiyat okudu. Şiir, öykü, roman, deneme; her türde yazdı. Dünyaya çevirdiği eleştirel gözleri, Tanpınar’a, yazmaktan başka çare bırakmamıştı…
Katı olan her şey buharlaşıyor!
Geleneksel olanı, kalıpları, önyargıları kısacası katılaşmış olan her şeyi İngiliz usulü ince ince kıyar, en ufak dokusuna dek ayrıştırır, içlerindeki çelişkileri, boşlukları, saçmalıkları gösterir. O inandığımız, benimsediğimiz, gözlerimiz dola dola savunabileceğimiz şeyleri alır, kağıttan küçük külahlar yapıp lastik borusuyla kafamıza kafamıza üfler. Her isabette, hafif acıyla birlikte bir uyanış da yaşarız. Eğlencelidir. Atsineği gibidir dili; adamı diri tutar.
Politikadan çok iyi anlayan bir yazar
Elbette biz onun siyasi hayatından bahsetmiyoruz. Türkiye’nin siyasi altyapısını iyi irdelemiş ve geleceğini görmüş biridir, Ahmet Hamdi. Yetersiz, sinik, kendi başına bir şey beceremeyen kişilerin dahi biraz yalan-dolan, abartı ve göz boyamayla kitleleri nasıl arkasına alabileceğini ve neler yapabileceğini SAE’de öyle mizahi bir dille anlatır ki tespitleri bugüne dahi cevap verir. Hayatta hiçbir şeyi olmayan basiretsiz birinin dönemin koşullarını ve insanlarını kullanarak kısacası rüzgarı arkasına alarak nasıl liderleştiğine; para, mevki, şöhret, her şeye nasıl da sahip olduğuna tanık oluruz romanda. Ve tüm bunlar bize, bugünün siyasi figüranlarını hatırlatır…
Şeytan tüylü illüzyonist
Ahmet Hamdi, gerçekte asla olamayacak, akla hayale gelmeyecek şeyleri öyle bir sahicilikle kurgular, öyle allandıra pullandıra anlatır, sizi öyle bir inandırır ki, o şeyin uydurma olduğunu öğrendiğinizde hayal kırıklığına uğrar, ama niye olmasın, niye yapılamasın ki diyerek saçma sapan bir şeyi realize etmeye çalışırken bulursunuz kendinizi. SAE’de olduğu gibi… Tıpkı bir illüzyonist gibi sihirli anlatımıyla gerçek dışı bir dünya yaratır ve bizi buna inandırır. Saçmayı dahi savunduracak bir şeytan tüyü vardır, kaleminde…
Zaman makinesi ondan sorulur!
https://www.youtube.com/watch?v=okTHL7VEhtM
Zamana takmış bir adamdır o. Tıpkı bir filozof, bir derviş gibi zaman üzerine kafa yormuş bunu da düz yazılarından şiirlerine her yerde ortaya koymuştur. Bergson’dan etkilenmiştir. Zaman onun için devam eden bir süreklilik hali değil, çok katmanlı karmaşık bir yapıdır. “Beş Şehir”de de “Huzur”da da, “Mahur Beste”de de zaman ve mekan kavramlarını iç içe ele alır. Zaman mefhumu Ahmet Hamdi için geçmiş, şimdi ve geleceğin “an”ın potasında eridiği bir bütündür. Ünlü “Bursa’da Zaman” şiirinde “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında/Yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışında” derken tam da bundan bahseder. SAE’de Nuri Efendi’nin söylediği şu söz bizi bizden alır “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki zaman ve mekan, insanla mevcuttur!” Vesselam bir zaman makinesi icat edilmiş olsaydı mucidinin Tanpınar olması icap ederdi…
Düzyazının şairi
O da nasıl oluyor demeyin. Şairliği de vardır Tanpınar’ın. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in yanı sıra Fransız sembolistlerden; Rimbaud, Valery ve Proust’tan da etkilenmiştir, üstat. Şiire tıpkı musikiye olduğu gibi tutkuyla bağlanmış, buna karşın fazla şiir yazmamıştır. Şiirsel yeteneğini kullanarak kaleme aldığı düzyazılar şiirlerinden daha güzeldir. “Bursa’da Zaman” şiiri beğenilir beğenilmesine ama düzyazılarındaki şiirsel anlatım tüm şiirlerini gölgede bırakır. “Şiirlerimde sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde anlatırım” demiştir bir demecinde; iyi de etmiştir doğrusu…
Tanpınar; akar, akar, akar…
Dili gerçekten akıcıdır. Musikinin ve şiirin ahengini düzyazıya bi’güzel taşır, okuyucuda serin ve duru su etkisi yaratmayı başarır. Büyük laflar etmeyen, sesini yükseltmeyen, en kritik anlarda bile istifini bozmayan bir üslubu vardır Tanpınar’ın. Kalemindeki salon adamlığı hemen hissedilir; kibar, nüktedan ve kültürlüdür. İnce ince eleştirir; hiciv, kara mizah ve ince esprilerle lafı gediğine koyar. Yurdum insanını iyi tanır; karakterlerini öyle iyi çizer ki, Hayri İrdal’ı yolda görseniz 50 metreden şak diye tanırsınız.
Ve böyle buyurdu Tanpınar…
Geçmiş, gelecek, inanışlar, kavramlar; doğruluk, dürüstlük, iyilik, özgürlük, adalet… Nietzsche gibidir. İki satır önce onun cümleleri sayesinde inandığınız bir şeyi iki satır sonra hicvetmeye başlar; tabiri caizse alaya alır. Ve siz elinizde, az önce inandığınız şeyin bayrağıyla dımdızlak kalıverirsiniz yazarın önünde. İşin garibi bunu öyle sağlam temellere dayandırarak yapar ki alaycılığına siz de hak verir, az önceki saflığınıza tebessüm edersiniz. Tanpınar, kavramları sorgulatıp ters köşeye yatırır adamı…
Ben diyim Bergson, sen de Freud
https://www.youtube.com/watch?v=OAYDB0MGj3I
Bilinçaltı ve psikoloji üzerine kafa yormuş bir yazardır, Tanpınar. Sadece bireysel değil, toplumsal psikolojiyi ve hafızayı da irdelemiş, direkt olarak söylemese de satır aralarında çıkarımlarını ortaya koymuştur. Frued’u ve ünlü yöntemi “psikanaliz”i eleştirir. Bergson’un gözlüğüyle bakar, Freud’a. Psikanalizin yöntem olarak bireyi gereksiz yere yücelttiğini, öznede bir süperego yarattığını savunur. SAE’de Dr. Ramiz’in üzerinden öyle bir saçma gösterir ki bu yöntemi, gülmekten düşünmeye takatiniz kalmaz.
İstanbul’u sevmezse gönül…
https://www.youtube.com/watch?v=eSev0mfETNw
Woody gibi onun da şehirleri vardır. Woody, New York, Tanpınar ise İstanbul’cudur. Woody; Paris, Barselona, Roma’ya methiyeler düzer. Tanpınar; İstanbul, Bursa, Ankara, Konya ve Erzurum’a… “Beş Şehir” adlı deneme kitabında doğal, tarihi ve kültürel özellikleriyle şairane bir biçimde anlatır bu kentleri; insanları olduğu gibi şehirleri de ne derece keskin bir bakışla gözlemlediğini ortaya koyar. Özellikle İstanbul için yazdıkları, hiç görmemiş olanları bile bu şehre mecnun edecek, bu şehirde yaşayanlara ise, hadi ya ben buraları hiç böyle hayal etmemiştim, dedirtecek bir anlatım gücüne sahiptir. Mümtaz ve Nuran’ın aşkını anlattığı “Huzur” ise arka planda, aslında tam bir İstanbul güzellemesidir.
Çelişkiden çatışmaya ve dengeye…
SAE, Huzur, Sahnenin Dışındakiler… Tüm bu eserlerinde Doğu-Batı kültür çatışmasını ele almış, meşrutiyetten çıkmış bir toplumun cumhuriyete ve esasında Batı tarzı yönetim biçimine alışma sürecini anlatmış, eskiyle yeni arasında uyum arayışına girmiştir. Türkiye’nin bu yöndeki meselelerine kendine has yorumlar getirir. Batı dünyası ile ilişki içinde olmamızı, geçmişimizi yadsımadan onunla bilinçli, eleştirel bir ilişki kurmamızı savlar. Tanpınar’ın derdi, gelenekselle moderni harmanlayıp sosyal realitelerimize dair problemlere uygun cevaplar bulmak ve çağdaş dünyada kendi kültürümüzle barışık bir halde yaşamaktır; dengedir…
Kimseye yaslanmayan bir kalem
Sağcıların solcu, solcuların ise sağcı sandığı bir yazardır Ahmet Hamdi. Bu nedenle de yaşadığı dönemde pek tanınmamış, okunmamıştır. Ama o edebi hayatında hiçbir zaman kolaycılığa kaçmamış, okuyucuya ulaşmak adına siyasete yaslanmamıştır. Onun o eleştirel zekası herhangi bir şeyin müridi olmasını engellemiş, bunu da yazılarında ortaya koymuştur. Hem at gözlüğüyle dolaşan gelenekçileri yerer, hem buldumcuk olmuş Batıcıları. Baskıyı da eleştirir, hürriyet hürriyet diye aklı havada dolaşanları da… Kalemi kimseye yaslanmaz. Bu nedenledir ki değeri, edebi lezzeti ancak 90’larda anlaşılmaya başlamıştır.
ZOYAK’ın önde gelen üyesi
ZOYAK’ı bilmiyor musunuz, hiç duymadınız mı? Nasıl olur; onca okumuş yazmış, mürekkep yalamışsınız! Tamam tamam arama motorunuza hücum etmeyin. ZOYAK diye bir oluşum yok. Biz uydurduk. Ahmet Hamdi’ye özendik. O bir ZOYAK, yani Zor Okunan Yazarlar Kulübü üyesi efenim. Hem de kurucularından… Bu kulüpte başka kimler var tahmin edin; Oğuz Atay, Bilge Karasu, Vüsat O. Bener ve Yusuf Atılgan… Okuyucusundan kendileri kadar kıvrak bir zeka, dikkat ve ciddiyet bekleyen bu yazarları saygıyla selamlıyor, Ahmet Hamdi’nin, saydığımız diğer isimlerin yazınlarını epey etkilediğini de belirtmeden geçmiyoruz. Üstatların üstadıdır haddizatında…