İnsanoğlu olarak en sevdiğimiz hikayelerin arasında geçmişi ve günümüzü arasında ekonomik olarak çok büyük farkları bulunan kişilerin yaşam öyküleri vardır. Biri eskiden fakirmiş de ağzı kokuyormuş da bak şimdi Ferrari’lerle geziyormuş, bir eli yağda bir eli baldaymış. Ya da tam tersi… Ondaki zenginlik hiç kimse de yoktu da varını yoğunu kaybedip ne hallere düştü.
Fakirlikten zenginliğe geçiş öyküleri biz sıradan insanlar için bir umut kaynağı ya da bir gaza gelme yöntemidir. Belli mi olur; belki bizler de onlar gibi zengin oluruz bir anda. Zenginlikten fakirliğe düşüş ise bir ibretlik hikayedir; “ne oldum deme ne olacağım” de. Zenginleşenin hikayesi bir kapitalizm başarısı, fakirliğin hikayesi ise ilahi bir ceza gibidir. Bu hikayelerin aynısı biz insanlar kadar olduğu gibi, devletler için de geçerlidir. Bu listemizde işte bu ülkelere bakacağız. Bir zamanların fakir mi fakir, günümüzün ise karun kadar zengin ülkeleri hangileridir? Niye fakirdiler? Nasıl zengin oldular? Her bir ülkenin kalkınma tarihi kulaklarımıza bir küpe, hadi darısı Türkiye’ye…
Norveç
Norveç bundan çok değil daha bir 60 yıl öncesine kadar oldukça fakir bir ülkeydi. İsveç’ten ayrılıp bağımsızlığını kazandıktan sonra oldukça soğuk olan bu ülke neredeyse sadece balıkçılıkla kendini idame ettirmeye çalışırken, stratejik konumundan ötürü İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya tarafından işgal edildi ve 6 sene boyunca korkunç bir şekilde sömürüldü. İşgal sonrasında ABD’nin Marshall yardımları olmasa neredeyse açlıktan tüm nüfusunu kaybedecek olan Norveç’in imdadına karasularında keşfettikleri petrol ve doğalgaz yetişti. Buradan gelen parayı oldukça iyi kullanan Norveç, balıkçılıkta da o kadar ilerledi ki belli bir noktadan sonra paraya para dememeye başladılar. Günümüzde Norveç’te neredeyse herkesin vefat edince varislerine bıraktığı birkaç milyonu olabiliyor. Ne güzel değil mi? Yani Norveç’in tatlı nineleri ve dedelerinin ölümü güzel değil tabi. Allah uzun ömür versin. Ne diyelim.
Katar
Katar bundan çok değil daha 50 yıl öncesine kadar bırakın oldukça fakir bir ülke olmayı; var olan bir ülke dahi değildi. 1950li yıllara kadar birkaç şeyhin hakimiyetinde olan bir bölge olan nitelendirilen, 1971 yılında ise İngiliz sömürgesi olmaktan çıkıp bağımsızlığını kazanan Katar’ın ekonomik tarihi ise yine neredeyse yok gibidir. Çok uzun yüzyıllar boyunca tek ekonomik geliri, Hint Okyanusu’nda buldukları incileri Avrupa’ya satmak ve korsancılık olan Katar’ı elbette petrol kurtardı. 1974 yılında ülkedeki tüm petrol kaynaklarının kullanımını kamulaştıran Katar, neredeyse ışık hızından bile hızlı bir şekilde zenginleşti. Bu küçük Arap ülkesi günümüzde kişi başına düşen gelir açısından açık ara farkla dünyanın en zengin ülkesidir. Allah daha çok versin. Ne diyelim…
İrlanda
İrlanda tarihini İngiliz tarihinden ayırmak pek mümkün değildir. Yanı başındaki Britanya adasından gelen krallar, kontlar ve dükler tarafından sürekli işgal edilen, asimile edilmeye çalışılan, ucuz iş gücü olarak görülen Avrupa’nın bu kendine has halkının fakirliği bir zamanlar dillere destandı. 19. yüzyıldaki ünlü Büyük Kıtlık ya da bir diğer ismiyle İrlanda Patates Kıtlığı adada yaklaşık bir milyon insanın açlıktan ölmesine, hastalanmasına ya da göç etmesine neden oldu. Yiyecek hiçbir şey bulamayan İrlandalılara o dönem en büyük yardımlardan birini bizim genç ve reformcu padişahımız I. Abdülmecit yapmış ve 1.000 pound para ile 4.000 pound değerinde buğdayı İstanbul’dan Dublin’e yollamıştır. İrlanda 1921’de bağımsızlığını kazansa da 70li yıllara kadar oldukça fakir olarak kalmaya devam eder (Alan Parker’ın Frank McCourt’un aynı adlı kitabından uyarladığı Angela’s Ashes filmi tavsiye edilir). 1980li yıllarda ekonominin liberalleşmesi, Intel, Microsoft, Google ve Facebook gibi şirketlerin İrlanda’da yaptıkları yatırımlar, AB’nin etkisi ile İrlanda oldukça ileri bir noktaya gitti. Her ne kadar 2000li yıllarda yaşanan küresel ekonomik krizden etkilenseler de İrlanda hem eskiye hem de Avrupa’daki pek çok ülkeye göre oldukça iyi durumdadır. Bunu da her akşam kendilerine has publarda kutlamaktadırlar. Afiyet olsun efendim.
Güney Kore
Kuzey ve Güney diye ayrım olmadan çok önce, Kore, bulunduğu yarımada üzerinde kurulmuş tarihin en eski uygarlıklarından biriydi. Elbette komşusu olduğu Çin ve Japonya uygarlıklarının etkisiyle, kurdukları sistem, kullandıkları teknoloji ve ticaret ile uzun zamanlar boyunca huzur ve refah içinde yaşamışlardı. Tabi felaketleri de yine komşusu oldukları Çin ve Japonya uygarlıklarından gelmiştir. Sürekli olarak bu iki uygarlığın hakimiyet kurma alanları haline gelen Kore, yıllarca işgallerin ve savaşların yeri oldu. Buna en son II. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş yıllarında, bu sefer kapitalist ve komünist eksenlerin etkisi eklenince ülke korkunç bir savaşın ardından kuzey ve güney diye ikiye bölündü. Kuzey Kore kendine has tarzıyla dünyanın en tuhaf devleti haline gelirken, Güney Kore, batılı diye tabir edebileceğimiz bir demokratik cumhuriyet oldu. Oldukça fakir olan ve doğal kaynaklar açısından fakir olan ülke, kendi emek yoğun ekonomisini ön plana çıkararak, aslında yıllar sonra Çin’in yapacağı şeyi ilk deneyen ülke oldu. Yabancı yatırımcıyı bu şekilde ülkeye çeken Güney Kore’nin asıl başarısı ise yoğun bir yurt içi tasarruf sistemi oluşturup, toplanan geliri eğitim ve teknolojiye yatırmasıyla gerçekleşti. Kendine yaptığı bu yatırımla Güney Kore çok kısa sürede teknolojiyi dışarıdan alan bir ülkeden onu üreten ülke konumuna yükseldi ve gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Günümüzde Güney Kore LG, Samsung, Hyundai gibi markalarıyla dünyayı yönlendiren ekonomilerden birisidir.
Almanya
Almanya ne zaman fakirdi ki diyenlerinizi duyar gibiyim. Evet, Almanya tarihi boyunca -ki ortada henüz bir Almanya değil de birbirinden farklı bağımsız onlarca şehir prensliklerinden ibaretken de, hiç öyle çok fakir olmadı. Lakin daha birincisinde yaşadığı kayıpların yarasını saramadan giriştiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında, biraz edebiyata da bağlarsak “tüm tersanelerine girilmiş, tüm gemileri batırılmış, tüm fabrikaları yok edilmiş, tüm kara ve demir yolları imha edilmiş” bir ülke kalmıştı geriye. Ekonomisi berbat durumdaydı. Alman parasının değeri sürekli olarak düşüyordu. Enflasyon denilen canavar öyle bir noktaya gelmişti ki taksiye binmek otobüse binmekten çok daha karlı bir durumdaydı (İktisat okuyanlar bu efsanenin nedenini gayet iyi bilirler). Bu şartlar altında Almanya artık bitmiş bir ülkeydi. Öyleydi değil mi? Ama söz konusu millet Almanlar olunca bu felaket durum sadece birkaç yıl sürdü. Almanya 20 yıl içerisinde yeniden Avrupa’nın en büyük sanayi gücü oldu. Günümüzde ise diğer tüm Avrupa Birliği ülkelerini çatlatacak kadar da güçlü bir finans sistemleri var ve özetle: Şu an oldukça zenginler.
Singapur
Singapur, 1961 yılında bağımsızlığını kazanmadan önce de önemli bir ticaret ve ulaşım şehriydi. Ülkenin belli başlı bir zenginliği bulunmaktaydı, gelirleri yüksek sayılırdı ama bir İngiliz sömürgesi olarak bu gelirin çok büyük bir kısmı elbette Londra’ya akıyordu. Dolayısıyla Singapur’un kendi halkı bu zenginlikten yararlanamıyordu ve genel olarak bakıldığında belli bir zümre haricinde halk oldukça fakirdi. Kişi başına düşen GSYH sadece 511 dolardı. Bağımsızlığın ardından doğal kaynaklar açısından oldukça fakir, coğrafi alan olarak oldukça kısıtlı olan ülke çareyi ticarette buldu. Ticarette var olan kotalar, zorunluluklar ve zorlukları büyük ölçüde kaldırarak o zamana kadar görülmemiş bir ticari serbesti sunan Singapur çok kısa sürede yabancı yatırımcıyı kendine çekti. Endüstri alanında olduğundan çok daha fazlasını finans alanında yapan Singapur, dünyada ticaretin en özgürce, en yaratıcı, en dinamik, en yatırımcı dostu ülkesi haline geldi. Bunun yanında ticari ahlak konusunda da oldukça katı olan ülke kurduğu sistemle rüşvet ve yolsuzluklara göz açtırmadı ve her iki yönden dünyanın en güvenilir iş yapılır ülkesi oldu. 1960lı yıllarda 511 dolar olan kişi başına GSYH bugün Singapur’da 83.066 dolardır. Maşallah diyelim.
Finlandiya
Norveç tarihi boyunca nasıl Danimarka ve İsveç’in egemenlik mücadelesi arasında kalıp bu diğer iki ülkeye oranla çok daha fakir düştüyse, Finlandiya da aynı kaderi İsveç ve Rusya arasındaki çekişmenin ortasında kalmaktan dolayı yaşadı. Yıllar boyunca bir İsveç’in bir Rusya’nın bazen de kendi bağımsızlığının hakimiyeti ile yaşayan Finlandiya, 19. yüzyıl bittiğinde yaşadığı korkunç kıtlığın da etkisiyle oldukça kötü durumdaydı. İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını ilan etse de Sovyetler Birliği’nin işgali ile karşılaştı ve koca Kızıl Ordu’ya karşı Kış Savaşı olarak bilinen savaşta efsanevi bir direnişte bulundular. Lakin 1950li yıllar geldiğinde Finlandiya nüfusunun yarıdan fazlası açlık sınırının altında yaşıyordu, üretim tarım ağırlıklıydı, sanayi ise ancak ikinci derece endüstri ürünleri üretebilen birkaç fabrikadan ibaret ve çağ dışıydı. Finlandiya, sıkı bir devletçilik politikası izleyerek kendi endüstrisini kendi elleriyle kurmaya başladı. Bizim Jön Türkler örneğinde gördüğümüz gibi yurt dışı öğrenimi destekledi. ABD ve İngiltere gibi yerlerde okuyan Finlilerin bu programla ülkelerine dönüp çalışmaları şartı vardı ve bu iyi eğitim görmüş nesil günümüz Finlandiya endüstrisinin kurucuları oldular. Bu arada soğuk savaş döneminde de ne doğunun ne batının ülkesi olan Finlandiya, bu bağımsız tavrı ile hem komünist dünya hem de batılı dünya ile ticaret yapabilen ender ülkelerden biri oldu ve hatta bu iki blok arasındaki ticaretin de merkezi haline geldi. Bu şekilde Finlandiya’nın GSYHsi kısa sürede İngiltere ve Fransa gibi ülkelere yetişti. Günümüzde Finlandiya, sanayi, tarım, enerji ve finans sektörlerinin güçlü karışımından oluşan melez ekonomisiyle oldukça zengin bir ülke ve medar-ı iftihar şirketleri Nokia ile de ince uçlu şarj var mı sorusunun kaynağı. Daha ne olsun.