Anlamsız uzun bakışlar? Tamam. Aşırı güzel görünen arka plan? Tamam. Kendisinden Instagram’lı sahneler? Tamam.
Nefret dolu aşklar? Tamam. Sigara ve sigara ve sigara? Tamam. Muhteşem soundtrackler? Tamam.
Bruce Wills, Tilda Swinton, Edward Norton, Bill Murray ve Jason Scwartzman gibi artık ununu başarıya fermante eden godik godik tipler? Onlar da tamam.
Sanki yeteri kadar Wes Anderson listemiz yokmuş gibi, en çok hangimizin sevdiğine dair kavga ettiğimiz bu adamın alameti farikası bunlar değil. Bu adamın bazı sahneleri, cuk oturuyor ve oturtuyor. Yann Tiersen müzikte neyse bu sarışın da sinemada o diyesimiz ayyuka.
Sonra bu adam niye bu kadar başarılı bıdı bıdı… Acaba?
Moonrise Kingdom – ”I’ve got sand in my mouth”
Zaten hafiften geriliyoruz izlerken, sonrasında Wes Anderson sanki biraz da bilerek bizi bir kaç saniye sahille baş başa bırakıyor hoop kağıt gibi olduk. Sonrasında ne alaka derken inanılmaz güzel bir dans sahnesi izliyoruz bu iki veletten. Sonrasını zaten biliyorsunuz. Tam bir sedativ.
”It feels hard.”
”Do you mind?”
”I like it.”
Royal Tenenbaums – ”Do you have any cash on you?”
Ritchie Tenenbaum, üvey kardeşi Margot’a aşık. Üvey kardeş, hiç kimseye aşık ve Ritchie’nin çocuk arkadaşı ile kocasını aldatıyor. Böyle bir durum içinde, ailenin en efendi adamı Ritchie’ye geliyorlar, geliyorlar, geliyorlar da önce saç bandını çıkartıyor. Saçı ve sakalını kesiyor. Yani bir nevi, Anderson dünyasında bir tiyatrodaymışsınızcasına hani aksesuarınızı çıkartmazsınız ya. Ritchie, onu karakterine sokan özelliklerinden vaz geçiyor. Sonrası da zaten malumunuz.
”By the way, Ritchie is in love with you Margot.”
”I know. Did he?”
The Darjeeling Limited – ”Did i raise us?”
Mükemmel filmin, mükemmel açılış sahnesi. Paylaştığımız görsel o değil tabii ki, sizi filmi izlemeye de teşvik etmek istiyoruz! Adrien Brody ve Bill Murray’in filmin açılışında her şeyi açık eden oyunu mu dersiniz, onlar sussun gözleri konuşsun mu dersiniz bilemeyiz; bu film de, bu şarkı da, bu an da elimizin altında “Darjeeling Limited” gibi bir tren olmadığından dolayı sabahları Marmaray’ın peşinde ağır çekim koşma duygusu uyandırıyor resmen.
”What did he say?”
”He said the train is lost.”
”How can a train be lost? It’s on rails!”
Life Aquatic with Steve Zissou – ”Son of a bitch, I’m sick of these dolphins”
Wes Anderson tadında bir başarı söz konusu. Bilirsiniz, Anderson’un evreninde başarı denen şey, sapına kadar alternatif bir mutsuzluğa delalettir. Kaosun düzenin tersi olduğunu düşünmek gibi bir şey bu. Zissou, başarılı bir su altı belgeselcisi ve ortağı bir köpek balığı tarafından öldürülüyor. Bu da sen misin lan diyor, göt diyor ve köpek balığının peşine düşüyor. Aslında bir David Bowie şarkısı olan Rebel Rebel, portekizce yorumlanıyor. Bir deniz feneri, ne kadar güzel olabilir yahu?
”Why didn’t you ever try to contact me?”
”Because I hate fathers, and I never wanted to be one”
The Grand Budapest – ”Keep hands off my lobby boy!”
Ralph Fieness. Yetenekli piç kurusu işte. Koca film boyu, maketlerden akan çakma bir aristokrasi ve lümpenlik şovu varken, ilk fiziksel temas geliyor. Zengin çocuk, otel müdürüne, lobi çocuğu zengin çocuğa, kiralık katil lobi çocuğuna, sonra hepsi lobi çocuğuna biçimi.
”This criminal has plagued my family for nearly 20 years. He’s a ruthless adventurer and a con artist who preys on mentally feeble, sick old ladies! And he probably fucks them, too!”
”I go to bed with all my friends”
Rushmore – ”Oval face”
Eh. Sinirli inek, intikamını alır öyle değil mi. Jason Scwartzman ve Wes Anderson’un yıllar sürecek Cameo ilişkisi de bu filmle başlıyor işte. Henüz, Anderson’un pastel ve maket mantığıyla kafayı yemediği döneme tekabül eden bu filmi de izleyin. Adam parası yokken de iyiymiş.
”She was my Rushmore”
”I know. She was mine too”