Ütopyalar bana ‘’O bizim kavuşmalarımız ah yârim, mahşere kaldı’’ sözlerini hatırlatır. İçinde yaşadığımız hayatın, bu hayata ait sorunların ve kaosların karşısında insan evladının hayal gücü olarak karşımıza çıkan ütopyalar hep daha iyi bir yeri işaret eder. Daha bir yer ama bir yandan da olmayan bir yer. İlk kez İngiliz yazar Thomas More tarafından 1516 yılında kullanılan bu kelime, bize ta Antik Yunan’dan miras. Ülke, yer anlamına gelen ‘’topos’’, önüne bir ‘’değil’’ anlamını karşılayan ‘’oú’’ ekini alır ve ‘’yok yer’’ gibi bir anlama gelir. Yine de hayalsiz yaşayamayan insan yavrusu için bir ütopya fikri her daim olacaktır. Çürümüş toplumdan, her türlü kirliliğe mahkûm edilmiş tabiat anadan bezen ütopyacılar özellikle 19. ve 20. asırda ideal kentlerini, dünyalarını tasarladılar. Hayata geçmeyen bu ütopyalar Annalee Newitz ile Emily Stamm’ın hazırladığı ‘’Gerçekleşememiş 10 Ütopya Şehir’’de karşımıza çıkıyor. Yeşil Gazete adresinde Özlem Katısöz tarafından çevrilen yazıda geçmişten günümüze büyük ütopik kentlere bakıyoruz.
1. Vejetaryen Ütopya Sekizgen Kent
1856’da Vejetaryen Göç Kurumu Octagon City Kansas’ta (ABD) Sekizgen Şehri kurdu. Amaçları tamamen vejetaryenlerden oluşan bir yerleşim kurmak idi ama işler umdukları gibi gitmedi. Şehrin tasarımı, ünlü frenolojist Orson Squire Fowler tarafından öne sürülen “bilimsel” bir fikirden ilham almış; Fowler’a göre sekizgen, en fazla miktarda ışığın içeri girmesini sağladığı için evler için en pratik şekil. Vejetaryen bir aktivist olan Henry Clubb şehri tasarlarken merkezdeki sekizgen şehir meydanından çıkan 8 cadde hayal etmişti. Bu haliyle şehir 4 sekizgen köyden, köyler de sekizgen ev, çiftlik ve kamu binalarından oluşacaktı. Sonuç olarak tüm ülkeden toplam 6 aile Sekizgen Şehir’e taşındı ama buldukları 16×16’lık penceresiz kabinden ibaret bir binaydı. Taşındıktan sonra sorunlar yaşamaya başladılar; şehrin su kaynağının kurumasıyla susuzluk, sivrisinekler ve hastalıklar… Bugün şehirden geri kalan bir şey yok ama Clubb’ın mirası, ABD ve Kanada’da kalan bir avuç sekizgen evde yaşıyor.
2. Makine Şehir Ville Radieuse
Fransız – İsveç mimar Le Corbusier’in ideal kente dair büyük planları vardı. 20. yüzyılın başlarında “Purizm” akımını başlattı. İnandığı mimari, modern zamanın endüstriyel makineleri kadar efektif ve basit olmalıydı. Bu kavramdan ilham alarak makine kent fikrine dayanan iki modern şehir ütopyasını planladı: Parlak Şehir (Ville Radieuse) ve Çağdaş Şehir (Ville Contemporaine). İkisi de zengin – yoksul milyonlarca insanı barındıracak dev gökdelenlerdi. Üretim ve boş zaman alanları ile beraber parklar ve yeşil alanlar bu iki dev şehri birbirinden ayıracaktı. Dikey bahçe şehir olarak da adlandırılan Parlak Şehir’in bir toplumsal planı da vardı. Binaları, Fowler’ın sekizgenleri gibi bolca doğal ışık ve havanın içeri girmesine izin veriyordu. Binalarda aynı zamanda, hem çatı bahçeleri ve plajları hem de yemek katı ve her ailenin kullanımı için profesyonel kreş de olacaktı. Le Corbusier’in hayalindeki şehirde her bina günde 5 saat çalışan ve hepsi toplu taşımayla evlerine ulaşan 2700 kişiyi barındıracaktı. İki bina da inşa edilmedi ama Parlak Şehir bir yapıya ilham verdi. Le Corbusier, Marsilya’daki Unité d’Habitation’u (Konut Üniteleri) tasarlarken makine şehir ilkelerini baz aldı. Bina duruyor, hatta bazı bina sakinleri eşsiz tasarım mekan dairelerini ziyarete açıyorlar.
3. Yeşil metropol Bahçe Şehir
“Bir grup dumansız, gecekondusuz şehir!” Daha iyi ne olabilir ki? 1902’de toplumsal reformcu Ebenezer Howard Garden Cities of To-morrow (Yarının Bahçe Şehirleri) tezini yayımladı. Tezini insanların doğayla uyum içinde yaşadığı planlı bir toplumsal şehir fikri üzerine kurmuştu. 4.000 dekarında 32.000 kişiyi barındıracak binaları ile 24.200 dekarlık bir arazi üzerine bir şehir… Geri kalanı geniş yollarla park, çiftlik ve yeşil alanlar olacak. Howard iki bahçe şehrin inşa edilmesini başardı: Welwyn Bahçe Şehir ve Letchworth Bahçe Şehir, ikisi de Hertforshire’da (İngiltere). Howard’ın fikirleri ayrıca fikrinin temelini atan bahçe şehir hareketine, Bahçe Şehir konseptindeki düşük yoğunluklu uydu şehirler düşüncesine de esin kaynağı oldu.
4. Broadacre Şehir’de her şey yerel
1932’de Frank Frank Lloyd Wright, Parlak Şehir’in planlarını gördü ve gördüğü an nefret etti. Sonra da İngiltere’nin geniş ve açık çayırlarına olan sevgisinden yola çıkarak kendi ideal kentini tasarlamaya girişti. Bu kent hayali hayatı boyunca Wright’ın takıntısı olarak da kaldı. Wright, endüstriyel şehirlerden tamamen kurtulmak, yerlerine kırsal ve kentsel kullanımların bir arada olduğu kentsel mekanlar yaratmak istiyordu. Broadacre Şehir’de her bir aileye 4000 metrekare (1 acre – İngiliz arazi birimi) arazi verilecek ve en geniş “köy” en fazla 10.000 kişi barındıracaktı. Su ve enerji gibi kamusal ihtiyaçlar kesinlikle özel sektöre ait olmayacaktı. Hayallerini, Kaybolan Şehir (daha sonra Yaşayan Şehir olarak tekrar basıldı) kitabında şöyle açıklıyordu: ”Geniş, peyzajlı yollar hayal edin! Her türlü hizmeti ve konforu sağlayacak kamusal hizmet istasyonlarından geçen, her biri büyük birer mimari eser olan dev caddeler, artık insanın göz zevkini bozmuyor. Farklı fonksiyonları –çiftlik birimleri, fabrika birimleri, yol kenarı pazarları, bahçe okullar, yaşam birimleri (her biri kendi 4000 dekarlık arazi içinde ayrı olarak bezenmiş ve işlenmiş alanlar), keyif ve eğlence yerleri– birbirine bağlayan ve birbirinden ayıran caddeler…” Birimler öyle bir düzenlenmiş ve bütünleştirilmiş ki geleceğin her bir kent sakini evinin etrafındaki 150 mil (240 km) çaplık bir alanda her türlü üretim, dağıtım, kişisel gelişim ve keyfin her türlü formunu bulabilecekti. Araba ya da uçakla hızlı ve kolayca ulaşacaktı. Bu bütünleşik yapı, tüm ülkeyi kapsayacak kocaman bir kenti oluşturacaktı. Yarının Broadacre Şehri. Her ne kadar Broadacre Şehir, hiç bir zaman gerçekleşmemiş olsa da, ihtiyaç duyulan bütün gıda, enerji ve malzemenin yerelde üretilmesi fikri bugün de şehir plancılarına ilham veriyor.
5. Germanya, the Nazis’ Modernist Dream
Hitler, Mimar Albert Speer’i Berlin’i Nazilerin fütüristik başkentine dönüştürme planını hayata geçirmek üzere görevlendirdi. Le Corbusier’in gökdelen konutları fikrinden etkilenen Speer devasa binalarını inşa ederek Berlin’i dünyanın başkentine dönüştürmek istedi. Plan kapsamında 400.000 kişilik devasa bir stadyum ve Fransa’daki Versay’ın Aynalı Salon’unun iki katı büyüklükte bir kançılarya (idari yapı) da vardı. Binalar, Görkem Bulvarı (Prachtallee) boyunca uzanacaktı. Savaş kadar jeoloji de planları aksattı. Berlin sazlık/bataklık bir alan üzerine kurulmuştu, o yüzden Speer bir deneme binası yaparak –Schwerbelastungskörper– binanın zemine ne kadar gömüleceğini görmek istedi. 3 yıl içinde bina 18 cm battı ki bu kabul edilebilir bir miktar değildi. Bina bugün Berlin’de etrafı zincirle çevrili harap bir yığın halinde duruyor.
6. Talihsiz Amerikan Transplantı, Fordistan
1930’larda Henry Ford, Brezilya ormanlarına az biraz Amerikan ruhu getirmeye uğraştı ama işler pek umduğu gibi gitmedi. Fordistan, Amazon’un ortasında büyük bir kauçuk fabrikası ve kentten oluşacaktı. Ford, hem yerelden işçiler istihdam etti hem de Amerikalı işçileri buraya taşıdı. Şehre enerji santrali, hastane, kütüphane, golf sahası ve işçiler için konut alanları yapıldı. Ford hamburger, alkol tüketimi ve evlilik öncesi cinsel ilişki ile ilgili bir takım kuralları içeren “sağlıklı” Amerikan hayat tarzının benimsenmesi konusunda da ısrarcıydı. İşçiler, sabah 9 akşam 5 düzeninde güneşin altında çalışmaktan şikayetçiydi, bunun yerine yerelde alışık oldukları sabah erken, akşam geç saatlerde çalışma düzenini istiyordu. Sonuç olarak şartlar o kadar kötüleşti ki işçi ayaklanmaları başladı. Kültürel meselelerin yanında, Ford’un kauçuk ağacı yetiştirmek konusundaki bilgisizliği de sorunlara tuz biber ekti. Mühendislerinin kendi çapında tahminleri vardı tabii, ağaçları birbirlerine çok yakın diktiler. Sonuç olarak, arazinin kauçuk ağacı için “uygun” olmadığı anlaşıldı ve 1930’ların ortasında Ford, şehri terk etti. Ardından, Fordistan’ın yıkıntıları ormanda kendi haline bırakıldı. Tüm bunlara rağmen, Amerikalılar planlama ve çalışma saatleri konusundaki fikirlerini tüm dünyaya ihraç etmeye devam ediyor, ve çoğunlukla da Henry Ford kadar başarılı olabiliyorlar.
7. Yüzen Şehir Bulut9
Bilim -ve bilim kurgu- çoğunlukla kent tasarımcılarını etkiler. Ama hiç kimse 20. yüzyıl mucidi Buckminster Fuller kadar fütüristik fikirleri ciddiye almadı. Buckminster, Tokyo’nun aşırı nüfus artışıyla ilgili haberlerden sonra gökyüzünde yüzen şehirler hayal etmeye başladı. STARS (Spherical Tensegrity Atmospheric Research Station – Küresel Gerilim Bütünlüklü Atmosferik Araştırma İstasyonu) ya da Bulut9lar, dev jeodezik küreler olacaktı. Hava dolu haliyle küre, içindeki havanın binde biri ağırlığında olacaktı. Fuller içindeki havayı güneş enerjisiyle ya da insan faaliyetlerinden kaynaklanan enerjiyle ısıtıp kürenin havada kalmasını sağlamayı planlıyordu. Yüzen şehirler dağlara demirleyecek ya da dünya etrafında kendi helinde sürüklenecekti. Hiç bir zaman inşa edilmediler ama Fuller’in Dymaxion Evi dediği jeodezik, prefabrik kubbeli yerleşim fikri hala güncel olan prefabrik konut akımını etkiledi.
8. Nükleer Geçirmez Ulusal Arazi Kullanım Planı, Atomurbia
Ütopya şehirlerin çoğu, dönemlerinin aşırı kalabalık, sağlıksız yaşam koşulları ve pahalı ithal ürünleri gereksinimi gibi kentsel sorunlara yanıt bulmak için tasarlanmıştı. Ama Soğuk Savaş döneminde, tehditler insanların kafasındaydı. 1947’de LIFE Dergisi’nde Amerikalıları nükleer bir saldırıdan koruyacak yeni bir kentsel tasarımı öven bir makale yayımlandı. Fikrin sahipleri kent merkezlerinde toplaşmak yerine bütün ülkeye dağıldığı bir Amerika öngörüyordu. Buna göre nüfus, satranç tahtası gibi planlanmış yeni yerleşimlere yeniden yerleştiriliyordu. Planladıkları şerit kentlerin, düz çizgiler boyunca yerleşmesi gerekmiyordu, bazıları peyzajı takip edecekti. Toplamda 20 milyon yeni ev inşa etmeyi ve “Amerika’nın toplumsal ve ekonomik dokusunu yeniden yaratma”yı istemişlerdi. Fikir hiçbir zaman amacına ulaşmasa da kentlerdeki yeraltı sığınak takıntısını öngördüğü kesin.
9. Tamamı kapalı alandan oluşan bir şehir, Seward’ın Başarısı
1968’de Alaska’daki Prudhoe Körfezi’nde petrol bulundu. Doğal olarak çılgınca komplike, fütüristik şehir planları ortaya çıkmaya başladı. Tulsa’daki Tandy Sanayi de Seward’ın Başarısı (Seward’ın Ahmaklığı ifadesinden bozma) projesini planladı; tamamıyla kapalı, iklim kontorollü ilk kent. Seward’ın Başarısı’nın 40.000 sakini şehirde 20 derecelik huzurlu bir havada monoraylar, gökyüzü tramvayları ve yürüyen kaldırımlar üzerinde hareket edecekti. Planlar ayrıca ofisleri, alışveriş alanlarını ve spor arenalarını da kapsıyordu. Trans – Alaska Boru Hattı’nın davalık olmasıyla taşeron firma arazinin kredisini ödeyemedi ve şehrin inşasıyla ilgili planlar aksadı. Her ne kadar henüz tamamı kapalı alandan oluşan bir kent inşa edilmemiş olsa da Las Vegas kent merkezinin çoğu kısmının bu koşulu karşıladığı söylenebilir. Ve tabi ki kubbeli iklim kontrollü bir şehir kurma fikri hala insanların başka dünyalarda kurmayı hayal ettiği bir şey.
10. Akıllı Şehir Songdo
Güney Kore’deki Songdo, Koreli şehir plancıları ve IT firması Cisco tarafından, iklimden iletişime her yönüyle ağ üzerinden birbirine bağlanmış bilgisayarlarla kontrol edilen kusursuz bir akıllı şehir olarak tasarlandı. Şehir ayrıca minimum karbon ayak izi bırakacak şekilde de planlandı. Songdo ilhamını Le Corbusier’in pürist makine şehrinden ve Howard’ın bahçe şehrinden aldı. Aynı Le Corbusier’in gökdelenlerinin vaadettiği gibi Songdo Mastır Planı da okuldan, alışveriş mekanları ve ofislerden parklara, müzelere ve bir hastaneye kadar her şeyi kapsıyor. Ama garanti ettiği sürdürülebilirliğin şehrin yüksek teknoloji altyapısı sayesinde mümkün olması dışında bahçe şehir kavramını hatırlatıyor. “Kutudaki Şehir” olarak da anılan Songdo’da Fuller’in prefabrik şehir fikrinin yansımasını bile görebiliyoruz. Akıllı şehir, bugün şehir plancıları arasında oldukça popüler bir fikir ve benzer bir çok proje yürütülmekte. Songdo’nun 2015’e kadar tamamlanması bekleniyor ama işletmeleri buraya çekmekle ilgili sıkıntıları var. Kaderi diğer ütopya şehirler gibi olabilir; gerçekte bir başarısızlık ama metropol hayatına dair düşünce biçimimizi değiştiren fikirlerin başlangıcı.
Bonus
1952’de Mel Johnson bir grup yatırımcıya kusursuz şehre dair planlarını sundu; alemcilerin şehri, BoozeTown. Her cadde ismini bir içkiden alacaktı, hatta her birinin Boozebucks denen kendi para birimi olacaktı. Şehirde Parti Polisi denen yerel bir polis örgütü çalışacaktı, insanları hapse atmak için değil daha çok onlara göz kulak olma amaçlı çalışacaklardı, sarhoşlara aspirin verecek, evin yolunu bulamayanları evlerine götürecek bir polis örgütü. En önemlisi, BoozeTown’a çocuklar alınmayacak, çocuklu ziyaretçiler çocuklarını şehrin dışındaki kreş ya da yaz kampına bırakacaktı. Tamamlandığında şehir, yürüyen yaya yolları, bira fabrikaları, damıtma atölyeleri, konut alanları ve hatta banliyöleri ile tam bir yaşam alanı olacaktı. Johnson, potansiyel yatırımcılara tasarım kibrit kutularını ve kokteyl mendillerini verirken; tamamen içki kültürü üzerine kurulu bir yerleşim hayal edin! İçme ve bundan kaynaklanan keyfi arttırmak için kurulmuş bir alemci cenneti! Barların, içki dükkanlarının, gece kuluplerinin asla kapanmadığı bir yer! Polisin sarhoşların rahatını bozmak için değil onlara yardım etmek için çalıştığı… Sokak isimleri bile içkilere bizden bir selam gibi: Cin Çıkmazı, Burbob Bulvarı, Skoç Cadde… Eşi benzeri olmayan, yetişkinler için bir oyun parkı… Hayal edin! Johnson BoozeTown için tabii ki finansman bulamadı ve 1960’larda fikrinden vazgeçti. Gene de BoozeTown’un bilmeyerek de olsa WoW Gold gibi kendi para birimi olan sanal oyun dünyasına ilham verdiği söylenebilir ki kabul edelim bunların hepsinin tek olayı insanı ziyan etmek!