Çok uzun süredir kış uykusuna yatmış olan Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, Avrupa’nın üzerine doğru yeniden çökmeye başlayan Rusya ve özellikle de göçmen krizi ile yeniden bir alevlendi. Türkiye’nin adaylığı konusunda yeni fasıllar açıldı, imtiyazlı ortaklık diretmesi şimdilik ortadan kalkmış gibi görünüyor, Schengen serbestisinin Türk vatandaşlarına açılması ihtimali var… Tüm bunlar geçmişi yıllar öncesine dayanan, eşi benzerine daha önce rastlanmamış bir tuhaf siyasi ilişkinin yeniden hatırlanmasına vesiledir diyerek yeniden Avrupa ve Türkiye arasındaki bu sevgi – nefret temelli aşkın kronolojisini ortaya koyalım dedik.
Orta Asya’dan kalktım geliyorum
Aşkımızın başlangıcı bundan sadece yıllar değil yüzyıllar öncesine dayanıyor. Orta Asya bozkırlarında çılgınca at koşturan, kımız içen, çadır kuran Türkler, birden ne olduysa batıya doğru ilerlemeye karar verirler. Belki de aşkta Çin’den umduğunu bulamayan Türkler batıya gittikçe daha da batıya gitmek isterler ve dere tepe düz ilerlerler de ilerlerler. Bu ilerleme esnasında nice savaşlar ve kayıplar verirler, nice barışlar ve sevinçler yaşarlar, nice devlet kurarlar, nice devleti sonlandırırlar, dinleri bile değişir, Müslüman olurlar. 1071 yılında en batının bir öncesi olan Anadolu topraklarına girip buraya yerleşen Türklerin batıya olan arzusu dinmek bilmez. Önce Gelibolu’ya, Konstantinopolis’e, Balkanlara ve Orta Avrupa’ya kadar ulaşırlar. Batı dünyası da Türklere boş değildir aslında. Mesela Viyana’yı gösterir ama vermezler. İtalya ile bir bacak frikiğini sürekli Türklerin gözüne sokarlar ama elletmezler. Gel zaman git zaman Türkler bir o Batılı ile bir bu Batılı ile kavga eder, barışır, ittifak yapar bozar, böyle geçer zaman… Gün gelir batı kendi kendine üstelik de iki kere gelin-görümce savaşına girer. Sonra bir durulma olur. Anadolu’da Türkiye, batıda ise artık Avrupa Birliği vardır. Kısa sürede anlaşılır ki bu aşk bitmemiştir: Türkiye hala istemekte, Avrupa ise naz yapmaktadır. İşte bu aşkın son faslının ayrıntılarına bakıyoruz şimdi…
İlk başvuru: Onu alma beni al
Daha sonradan evrilip Avrupa Birliği adını alacak olan Avrupa Ekonomik Topluluğu, altı üye ülkenin katılımıyla (Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve İtalya) 1958 yılında kurulur. Türkiye bu hareketlenmenin en başından beri farkındadır. Farkında olduğu bir şey daha vardır ki o da yakışıklı komşusu Yunanistan’ın da gözünü AET’ye diktiğidir. Bizim oğlan da geri kalır mı? Hemen der ki: Bana ne, onu alma beni al.
AET önce bir şaşırır, ne diyeceğini bilemez; sonra Türkiye’nin bu altı ülkeyle bir komşuluk sınırı da yoktur, daha İspanya, İngiltere, Danimarka gibi komşular da var. Lakin Türkiye ısrarcıdır, … AET bakar ki bu şekilde olmayacak, üstelik bu fakir de, ama böyle bir gönlü de hoş olmuştur istenmekten dolayı, gönül kırmadan bir söz keseyim der, hem ağzına bir parmak bal sürmüş olurum ilerde de atarım söz yüzüğünü, illa evlenmek zorunda değilim ya. Böylelikle imzalanmış olur 1959 yılında Ankara Antlaşması. Ama unuttuğu bir şey vardır. Türk tarafında söz ağızdan bir kere çıkar. Üstelik doğu demek sabır demektir.
(Ciddi bir not: Antlaşmanın 28 maddesi şöyle der: “Anlaşma’nın işleyişi, Topluluğu kuran antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye’ce üstlenilebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağını incelerler.” Bu ne demek, antlaşma belli bir tarih belirtmiyor ama nihai hedef olarak Türkiye’nin üyeliğe kabulünü hedefliyor)
Başı ağrıyan Türkiye
Antlaşmanın imzalanmasından sonra süreç başlar. Antlaşmanın en temel özeti şudur: Evlilik için önce Türkiye’nin ekonomik durumunu düzeltmesi, ayrıca kafaların da mutlaka uyuşması lazımdır. Bunun için Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları konusunda biraz düşünmesi lazımdır. Bunun karşılığında Avrupa bir gül gibi katman katman kendini Türkiye’ye açacaktır: önce malların serbest dolaşımı (Gümrük Birliği), işçilerin serbest dolaşımı (emek birliği), hizmetlerin serbest dolaşımı (Hizmet birliği) ve sermayenin serbest dolaşımı (tam birlik). Lakin süreç başladığında, Türkiye hastalanır. Avrupa ne zaman sevişelim dese, Türkiye başım ağrıyor diye sırtını döner. Bu dönemlerde gerçekten de Türkiye’nin başı derttedir. Kendi içinde bitmek bilmez bir sağ-sol çatışması, siyasi partilerin birinin gelip diğerinin gitmesi, istikrarsız koalisyon hükümetleri, askeri muhtıralar vb… Dolayısıyla Türkiye verdiği sözlerin hiçbirini yerine getiremez.
Kaçan fırsatlar
1974 yılında Türkiye Kıbrıs’a askeri müdahalede bulununca, Yunanistan’daki askeri cunta yönetimden düşer ve ülke demokrasiye geçiş yapar. Hemen ardından da Yunanistan 1975 yılında AET’ye tam üyelik için başvuru yapar. İlginç olan neredeyse sırf Yunanistan başvurdu diye 1959 yılında AET’ye üyelik için başvuran Türkiye’nin 1975 yılında sessizliğe bürünmesiydi. İktidarda olan Milli Cephe Hükümeti (Başbakan Süleyman Demirel), özellikle o dönem Necmettin Erbakan’ın böyle bir başvuru halinde hükümetten çekileceklerini Demirel’in kulağına fısıldamasıyla ilk fırsatı kaçırmıştır.
Kaçan diğer fırsat 1978 yılıdır. AET, Yunanistan’ın üyeliğini değerlendirmektedir. Bu dönemde AET içinde Türkiye’ye de üyelik için başvurması konusunda gizliden gizliye bilgi verilir. Bu şekilde ya AET, Yunanistan’ı alacaksa (denge politikası gereği) Türkiye’yi de almak zorunda kalacaktır ya da her ikisini de kabul etmeyecektir (Böylece Yunanistan’ın AET içerisinde Türkiye’yi yıllarca uğraştıran vetosu da kalkmış olacaktır). Başbakan bu kez Bülent Ecevit’tir. Ama o da sessiz kalır. Türkiye yine tam üyelik için başvurmaz.
12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’nin AET’ye üyeliği, artık demokrasi ile yönetilmediği için söz konusu bile değildir. Bu esnada Yunanistan üye olur. Bir de üstüne Kenan Evren politikadan ne kadar iyi anladığını Yunanistan’ın Nato’ya tam üye olmasını onaylamasıyla gösterir; Türkiye elindeki tüm kartları kaybetmiş olur. (Türkiye’nin Yunanistan’ın NATO’ya olan üyeliğini veto hakkı elinde kalsa, Yunanistan’ın Türkiye’nin AET’ye olan üyelik başvurularını veto edebilmesinin de önüne geçebilirdi)
Yeni bir heyecan: Turgut Özal
Özal’ın tek parti iktidarı, Türkiye’nin 80 darbesi sonrasında bu dönemde liberal ekonomik politikalarla kendini dünyaya daha çok açması Türkiye’nin AB aşkını bir kere daha körükler. 1987 yılında tam üyelik için en sonunda başvuru yapılır. AET “ay daha yeni bir sürü ülke aldım bir de seni kaldıramam bana da yazık” diyerek Türkiye’yi oyalamaya devam eder. Ama ilk serbesti olan malların serbest dolaşımı için bir uğraşalım bakalım der. Bu uğraş 1 Ocak 1996 tarihinde iki taraf arasında Gümrük Birliği’nin başlamasıyla sonuçlanır. Tansu Çiller bu birlikteliği ülke çapında büyük bir kına gecesine çevirir. Herkes o kadar mutludur ki Türkiye’nin Ab üyesi olduğunu bile düşünenler vardır. Aslında bu sadece bir adım ileri gitmektir. Üyeliğe uzanan daha çok yol vardır. Türkiye bunu acı bir şekilde kısa sürede fark edecektir.
Kapı çarpıp çıkmak bir ilişkinin olmazsa olmazıdır
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girdikten sonra diğer birlikteliklerin de sırasının geldiğini düşünmektedir. Üstelik Avrupa, soğuk savaş sonrası ortada kalmış doğu Avrupa ülkelerini de birliğe almak konusunda olan isteğini ortaya koymuştur. Demokrasiye daha yeni geçmiş ve liberal ekonomik piyasalara daha tam anlamıyla entegre olamamış bu ülkeler alınacaksa, geçmişleri birliğin tarihi kadar eski olan kendisinin de bu genişlemeye dahil edileceği düşünmektedir Türkiye. Tam üyelik sürecinin onaylanması için nefesler tutulur. Ama AB, Büyük Umutlar romanındaki Estella gibi umarsızdır. 1997 yılında Lüksemburg’da yapılan zirve bildirgesinde Türkiye’nin adı bile geçmez. O zamana kadar bir koala gibi yavaşlığı ve sakinliği ile tanıdığımız Mesut Yılmaz’ın Brüksel’de kapıları çarpa çarpa dışarı çıkması bizleri olduğu kadar onları da hayretler içinde bırakmıştır.
Bu zirve sonrası Türkiye sert bir açıklama yapar. AB ile ilişkileri dondurma noktasına getirir. Ama 99 yılı Deprem Diplomasisi sonucu Yunanistan’la olan buzların da erimesiyle Helsinki Zirvesinde en sonunda aday ülke ilan edilir. Ama AB müzakerelerin başlayabilmesi pek çok reform ister. Önce Ecevit’li koalisyon hükümeti ardından da AKP hükümeti bu reformları seri bir şekilde meclisten çıkarırlar. Bunun sonucunda 2004 yılında müzakereler başlar.
Müzakereler: Sona doğru değil boşluğa doğru atılmış adımlar
Müzakere süreci ise başlı başına ayrı bir olaydır. Kıbrıs’ta verilen sözlerin tutulması nedeniyle önce Türkiye AB’ye küser. Sonra AB, Türkiye limanlarını Güney Kıbrıs’a açmıyor diye Türkiye’ye küser. Araya kültürel ve dini farklar da girer. Pek çok Avrupalı için Müslüman Türkiye ile bir evlilik olamaz. Aynı olumsuz bakış açısı kimi Türklerde de vardır. Ab onlara göre bir Hıristiyan kulübüdür. Türkiye, fantastik bir şekilde Şangay Beşlisi’ne göz kırpmaya çalışırken, AB içinden de imtiyazlı ortaklık önerisi gelir. Türkiye olmaz der. Bu sırada uzun süre tek bir fasıl bile açılmaz. Yani normalde mutlu sonun habercisi olması gereken müzakere süreci, Türkiye – AB ilişkisi açısından ne mutluluk ne de bir nihayet içermektedir.
Kurtar beni yiğidim
Suriye’de başlayan iç savaşın tahmin edilenden çok daha uzun sürmesi ve en sonunda çözümlenemez bir noktaya gelmesi tüm dengeleri bir kere daha değiştirdi. Suriye’den ve muhtelif pek çok Müslüman ülkesinden Avrupa’ya olan göç hareketi nazlı güzel Avrupa’nın yeniden Türkiye’nin kollarına koşmasına neden oldu. Avrupa Birliği bu göç dalgasından o kadar korkuyordu ki yıllardır açılmayan fasıllar nerdeyse hiçbir şart öne sürülmeden açılmaya başlandı, büyük dert olan Schengen’in kaldırılması planlandı, bir de üstüne Türkiye’ye maddi yardımda bulunuldu. Neden? Yeter ki Türkiye gelen mültecileri kendi içinde tutsun. Avrupa’ya yollamasın. Rusya’nın saldırgan politikalarının yükselişe geçmesi, Ortadoğu’da yaşanan kaos da Türkiye’nin yüzünü yeniden AB’ye dönmesine neden oldu.
Bu bilmem kaçıncı bahar bakalım ne kadar sürer. Ama anlaşılan bu çile ve çıkar dolu aşk daha kolay kolay bitmeyecek.