İngiltere… Dünyanın her şeyi kendine has ülkesi. Gücü para ile ölçen (yalan değil güç birimi pound olarak adlandırılmış), direksiyonu sağa koyan, Euro kullanmayan, vize vermek için sürüm sürüm süründüren harikalar diyarı. Gelin görün ki aynı memleket sinemaya o kadar farklı kaynaklar ve oyuncular hediye etti ki ne onunla ne de onsuz olmuyor. İngiltere’nin bağrından kopup gelen (şükür resmi kaynaklar sayesinde bu bilgi için kesin diyebiliyoruz) bu dünyanın dışından olduğunu hissettiren havasıyla Tilda Swinton eşi benzeri bir daha gelir mi bilinmez türden bir oyuncu. Kalıplara sığmayan ve oynadığı hiçbir rolde göze batmayan bukalemun misali tabirini sonuna kadar hak eden oyuncuyu, oynadığı roller üzerinden biraz didikleyelim dedik.
O bir plaza kadını: Avukat
Okyanusun bizden taraf olan yakasında ziyadesiyle saygınlık kazanıp diğer yaka, yani Amerika’ya sıçradıktan sonra farklı fiziği ve duruşu ile yapımcıların gözdesi olması etkisiyle George Clooney’nin karşısında canlandırdığı ve karşılıklı hemen her sahnede Clooney’i ezen oyunuyla ilk (ve şimdilik tek) Oscar’ını kazandı. Kendisinden beklenmeyecek şekilde son derece düz ve her zaman karşımıza çıkabilecek bir karakter olan Karen Crowder’ı canlandırıyordu.
Annelik asla kolay olmadı: Kevin Hakkında Konuşmalıyız
Son derece rahatsız edici bir yapım olan Kevin Hakkında Konuşmalıyız, doğumundan itibaren anne-oğul ilişkisi bildiğimiz düzleme oturtamayan iki bireyin hayatına odaklanıyor. Hamile kaldıktan sonra doğurma kararı veren Eva karakterine hayat veren Swinton’un bu performansı pek çok eleştirmene göre kariyerinin en iyisi. Klasik kurgudan farklı yapısı, Tilda Swinton’un akli melekelerini korumaya çalışan anne rolündeki başarısı gibi farklı etkenlerin bir araya gelişi ortaya son derece sert ve güçlü, aile üzerine söylemleri üst seviye gerçekçi bir yapım ortaya çıkmasına vesile oluyor. Aktris de unutulması kolay olmayacak bir performans ile kendinden haklı olarak bir kez daha bahsettiriyor. Buradaki oyunu Akademi üyeleri tarafından görmezden gelinse de yakın zamanda kırmızı halıda kendisini bir kez daha göreceğimizi düşünüyoruz.
En karizmatik cadı: Narnia Günlükleri
C.R. Lewis’in pek bir beğenilen fantastik çocuk romanı sinemaya uyarlanacağı zaman yönetmen Andrew Adamson’un aklında Beyaz Cadı’yı oynayacak tek bir kişi vardı: Tilda Swinton. Ekran karizmasına hayran olan yönetmen, majör yapımlardan uzak duran Swinton’u bizzat ikna ederek büyük bütçeli fantastik aile filminin kadrosuna dâhil etti. Filmi izleyenler veya kitabı okuyanlar bilir Beyaz Cadı tekinsiz, güvenilmez bir karakterdir. Swinton’un tekinsiz hali de canlandırdığı karakter ile birebir örtüşerek beyazperdedeki en ünlü kötülerden birinin doğmasına vesile oldu.
Bu dünyanın dışından: Constantine
Kendisini tanımlarken “bu dünyanın dışından” halinden dem vurmuştuk ya işte “Constantine” deki Cebrail rolü bu düşüncenin uzantısı misali Swinton’un kadroda yer almasına vesile olmuş olabilir. Perdede gözüktüğü anda nefesleri kestiğini söylememize gerek var mı?
Ölüm ona hiç yakışmaz: Sadece Âşıklar Hayatta Kalır
Bağımsız sinemanın şapka çıkartılan ismi Jim Jarmusch’un aşk hikâyesi de klasik olandan mutlaka farklı olacaktı. Ölümsüzlükleri ile bilinen vampir türünden iki bireyin ilişkisini insanlık tarihi üzerinden anlatmak Jarmusch’tan başkasının aklına gelmezdi. Adam ve Eve ismindeki iki vampirin hikâyesini anlatan filmde (ne tesadüftür ki insan neslinin başları da bu isimlere sahipti) ölümsüz aşk temasına Tilda Swinton zamansız fiziği sayesinde rolüne cuk diye oturmuştu.
Sınırları zorlayan bir anne: Dipsiz
Bizler onu bu kadar tanımaz iken doğduğu topraklarda üreten ve günden güne saygınlığı artan bir aktris olma yoluna zaten girmişti. Bir cinayet vakasında suçlu oğlunun suçsuzluğunu ispata girişen anne rolünde Swinton filmi tek başına sürüklüyordu. LGBTİ ve bireyler üzerine söylemleri, bir annenin ne kadar ileri gitmesinin sorgulanması gibi son derece ağır temaların işlendiği yapımda Swinton gerilimin ve izleyicinin film ile bağının kopmamasını sağlayan yegâne unsurdu.
Uzakdoğu’nun sevgilisi: Snowpiercer
Şöhretinin sınırları artık dünyanın her yerine yayılan Swinton Avrupa ve Amerika kökenli yapımların yanında Uzakdoğu’nun incisi ve son yıllarda çıkarttığı orijinal filmlerle yükselen Güney Kore sinemasından bir yapım ile izleyicileri selamladı. Filmde görünen kişinin Swinton olduğunu söylemek kadar buna inandırmak için de kırk dereden su getirmek gerekli lakin aktris performansıyla yine parıl parıl parlıyordu.
Kalabalığın içindeki yıldız: Büyük Budapeşte Oteli
Geçen yıl 13 dalda Oscar’a aday olan ve 4 dalda heykelciği havaya kaldıran Alexander Payne imzalı “Büyük Budapeşte Oteli”nin kalabalık oyuncu kadrosu içinde yer alıyordu. Payne ile ilk ortaklıkları “Moonrise Kingdom”un ardından yönetmen de her rolün kalıbına girebilen oyuncudan vazgeçmeyerek filmde olan biten her şeyin anahtarı olan karakteri Madame D.’yi Swinton’a emanet etti.
O bir asilzade: Benim Adım Aşk
Daha önce de belirttiğimiz gibi Swinton cesur seçimleri ile bilinen aktrislerden farklı ve oynadığı her role ağırlığını koyan bir yapıya sahip. Bu İtalyan filminde de aristokrasinin denizlerinde boğulmuş, üst sınıfa mensup alımlı bir kadına hayat veriyordu. Soğuk duruşu ve mesafeli tavrı ile başrol için biçilmiş kaftan olan oyuncu İtalya’nın sanayi patronlarından biriyle evlenmiş Rus kökenli bir kadının her şeye sahipken aşktan yoksun halini kırılganlık ve has bir gerçeklikle bizlere gösteriyordu.
Bonus: Tilda Swinton stili
Her aktris moda ve trendler konusunda belli kalıpların içindedir. Özellikle kırmızı halı seremonileri söz konusu olunca uzun ve gösterişli ama klasik tarzdan çıkmayan kıyafetleri ile her yıl bizlerin karşısına çıkıyorlar. Tilda Swinton bu anlamda da kimine göre rüküş kimine göre ise kimsenin cesaret edemeyeceği tercihleri ile kırmızı halıya çok yakışan bir isim. Evet kabul ediyoruz Oscar kazandığı yıl gerçekten kötüydü ama devamında kimi zaman maskülen kimi zaman dişi kimi zaman da her ikisini bir araya getiren kostümleri ustalıkla taşımayı bildi.