Bugün elimizden düşmeyen o küçük ekranlar, bir zamanlar hiç yoktu. Evet, kulağa inanılmaz geliyor ama inanın, dünya dönüyordu. Hem de daha yavaş, daha huzurlu, daha insanca… O günlerde biriyle buluşmak için saatler öncesinden plan yapar, söz verdiğimizde gerçekten orada olurduk. Telefonlardan önce haritada kaybolmak korku değil, macera demekti. Bilgiyi anında Google’lamak değil, birlikte düşünmek, araştırmak, heyecanlanmak demekti. Ve arkadaşlık? Takipçi listeleriyle değil, göz göze sohbetlerle kurulurdu.
Hayatın temposu daha yavaştı belki ama içi daha doluydu. Beklemek, sıkılmak, kaybolmak, özlemek… Hepsi hayatın doğal parçalarıydı ve her biri ruhumuza iyi gelen küçük duraklardı. O duraklarda içimizi duyar, karşımızdakini dinler, etrafı seyrederdik. Şimdi mi? Her şey parmak ucumuzda ama gerçek temas gittikçe uzaklaşıyor. Belki de teknolojinin konforuna kapılırken, o eski zamanlardaki samimiyeti, bağlılığı, özgürlüğü kaybettik fark etmeden. İşte telefonlardan önce hayatın daha güzel olduğunun kanıtları
1. Kaybolmak bir felaket değil, maceraydı
Telefonun çekmediği, haritaların katlanarak cebe sığdığı zamanları hatırlıyor musunuz? Yanlış yola sapmak stres kaynağı değil, yeni bir hikayenin başlangıcıydı. Haritanın başına toplanır, bir süre tartışır, sonra da en yakındaki benzincide “Biz neredeyiz acaba?” diye sorardınız. GPS yoktu ama keşfetmenin heyecanı çoktu! Şimdi mi? Navigasyon anında “Yeniden yönlendiriliyor…” diyor. Peki ya o yolun sonunda gizli bir köy varsa?
2. Takılmak ekranlarla değil, göz göze olurdu
Arkadaş buluşmalarında ekrana değil, birbirimizin yüzüne bakardık. Sohbetler bölünmezdi, çünkü ne bildirim sesi vardı ne “son görülme” baskısı. Kahkahalar yükselir, derin muhabbetler yapılır, belki bir masa oyunu çıkarılırdı ortaya. “Fotoğraf çekelim mi?” değil, “Bir daha ne zaman görüşürüz?” diye sorulurdu. Anı yaşamak asıl meseleydi, belgelemek değil.
3. Fotoğraflar nadir ve anlamlıydı
Her köşe başında poz vermez, her lokmayı fotoğraflamazdık. Filmli makinelerde poz sayısı sınırlıydı, o yüzden “an” gerçekten kıymetliydi. Sonra günler sonra filmi banyo ettirip heyecanla bakardık: “Acaba bu nasıl çıkmış?” Bulanık kareler bile birer hazineydi. Şimdi ise 200 poz çekip 3’ünü beğeniyoruz, ama hiçbirine dönüp bakmıyoruz.
4. Beklemek zaman kaybı gibi gelmiyordu
Telefonlardan önce sırada beklemek can sıkıcı değil, bir gözlem fırsatıydı. İnsanlara bakar, belki biriyle kısa bir sohbete girer, belki de kendi düşüncelerinizde biraz kaybolurdunuz. Her boş anı telefonla doldurma alışkanlığı yoktu. O sessizlik… aslında içimizi biraz dinleme alanıydı. Şimdi “Beklerken ne yapsam?” diye değil, “Bu anı neden yaşayamıyorum?” diye sormalı belki de.
Konsere gitmek, müziğin içine dalmak demekti. Şarkıları bağıra çağıra söylemek, dans etmek, hatta yavaş şarkılarda çakmak yakmaktı! Bugünse bir telefon denizinin ortasında konser izliyoruz. O anı yaşamak yerine, kaydetmeye çalışıyoruz. Oysa en güzel kayıt, kalbe alınan kayıttır.
6. Planlar sağlamdı
Biriyle “Saat 7’de görüşürüz” dediyseniz, saat 7’de oradaydınız. Ne “Yolda çıkamadım” vardı ne “Son dakika iptal edelim mi?” mesajları. Söz verildiyse, tutulurdu. Planlar önemsenirdi çünkü insanlar birbirlerine öncelik verirdi. Şimdi ise her şey esnek, biraz da anlamsız. Belki de asıl özlediğimiz, o kesinlik hissiydi.
7. Tatiller bir molaydı
Tatile gitmek, gerçekten ortadan kaybolmaktı. Mail kutusu değil, deniz kabukları toplanırdı. Güneşin altına uzanır, kitap okur, şehir sokaklarında kaybolurduk. Sosyal medyada paylaşmak için değil, gerçekten hissetmek için yaşanırdı her an. Anılar kendinizeydi, filtresiz, sansürsüz, olduğu gibi. Bir tatilin ruhu da buydu zaten: bağlantıyı kesmek, kendinize bağlanmak.
8. Oyun oynamak ekrana tıklamak anlamına gelmiyordu
Oyun oynamak dediğiniz şey, ekrana tıklamak değil, arkadaşlarla aynı masanın etrafında toplanıp kahkahalarla Monopoly oynamaktı. Ya da “ilk sayıyı kim atacak” iddiasıyla pota altına koşmaktı. Ufak atışmalar olurdu elbet, hatta bazen biri “faul!” diye bağırıp tüm oyunu keserdi ama sonunda yine el sıkışılırdı. En önemlisi: Ne Wi-Fi çeker mi diye düşünürdünüz ne de telefonun pili bitecek korkusu vardı. Eğlence, gerçekti. Rekabet, tatlıydı. Bağlantılar sanal değil, kalptendi.
9. Haberler bitmek bilmeyen bir stres akışı değildi
Bir zamanlar, akşam haber bülteni izlenir ya da sabah gazetesi kahveyle birlikte okunurdu. O kadar. Gün boyunca “acil!” yazan bildirimlerle hop oturup hop kalkmazdınız. Şimdi her an, her saniye dünyada ne kötü şey olmuş diye cep telefonuna bakar olduk. O zamanlar cehalet değil, biraz sükûnet vardı. Bilirdiniz ki, her şeyi bilmek zorunda değilsiniz. Biraz habersiz olmak, ruh sağlığınız için gayet faydalıydı.
10. Arkadaşlıklar algoritmalarla değil, organik olarak gelişirdi
Bir zamanlar biriyle arkadaş olmak demek, birlikte gülmek, sır paylaşmak, gece yarısı “uyumadan önce bir şey anlatmam lazım” diye telefona sarılmak demekti. Kimse “ortak arkadaşlarınız varmış” önerisiyle arkadaş olmuyordu. Dostluklar, zamanla filizleniyor, birlikte yaşanan anılarla güçleniyordu. Kaç takipçiniz olduğu değil, kaç kişinin gerçekten sizin için orada olduğu önemliydi.
11. Yemekler fotoğraflarla değil, yiyeceklerle ilgiliydi
O sofraya oturunca yapılacak ilk şey… tabii ki “afiyet olsun”du! Herkesin tabağını hazırlaması, ekmeği uzatması, “o son pizzayı kim yiyecek?” kavgası başlı başına bir seremoni olurdu. Kimse tabağını mükemmel açıyla çekmeye çalışmazdı çünkü lezzet gözle değil, damakla hissedilirdi. Sohbetler sıcak, yemekler dumanı üstünde olurdu. Şimdi mi? Önce fotoğraf sonra soğuk yemek!
12. Bilgiye ulaşmak öğretici bir serüvendi
Telefonlardan önce bir şeyi hatırlayamadınız mı? Hemen telefona sarılmazdınız. “O oyuncunun adı neydi ya?” sorusu gün boyu aklınızda kalabilir, arkadaş grubunda beyin fırtınasına neden olabilirdi. Belki ansiklopedi karıştırırdınız ya da büyüğünüze sorardınız. Ve cevabı bulmak? İşte o an sanki hazineyi keşfetmiş gibi bir tatmin yaşatırdı. Çünkü bilgiye ulaşmak da bir serüvendi. Şimdi her cevap parmak ucumuzda ama o heyecan, o birlikte keşfetmenin keyfi nereye gitti?
13. Gerçekten “yok” olmak mümkündü
Telefonlardan önce hayatın daha güzel olduğunun kanıtları yazımızın sonuna geldik.Eskiden biri sizi aradığında evde yoksanız ulaşamazdı. Nokta. “Neden cevap vermedin?” sorusu bile olmazdı çünkü ulaşamamak çok normaldi. Kimse “müsait misin?” yazmadan önce mavi tik beklemiyordu. Ulaşılamamak, kabalık değil, hayatın doğasıydı. O özgürlük… yani gerçekten hiçbir yerde olma hali, zihni sıfırlama hali… Şimdi altın değerinde.