Oğuz Atay’ın, Tutunamayanlar’ın gölgesinde kalmış eşsiz romanıdır “Tehlikeli Oyunlar”. Tehlikeli Oyunlar, Hikmet Benol’un kendisiyle hesaplaşmaları ve Hüsamettin Albay’la diyalogları şeklinde ilerler ve her satırıyla iç sızlatır. Okurken gülümsettiği de olur ama o gülümseme, muhtemelen bir sonraki cümleyle biraz buruk bir hale bürünecektir. Yani tıpkı Tutunamayanlar gibidir bu eşsiz romanın etkisi de.
Hakkında söyleyecek çok şey var ancak biz susup sizi bu muhteşem kitapla baş başa bırakmak istiyoruz. İşte Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ından burnunuzu sızlatacak o anlamlı alıntılar.
Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üzülürüm albayım, dayanamam…
Gelmemek üzere gidenler çok sevdiklerim olur genelde. Bir de bir hikaye bırakır ki geride, noksanlığın daniskası içinde. Ölse, öldü dersin, ama ölmez onlar. Ölmesinler de. Ölürlerse bir kere daha üzülürüm. Çünkü koklayamazlar bir daha çiçek. Yazık olur.
Gönlüm geniş ama odalara yerleşecek insanlar yok ki albayım…
Ben, bir şey yapmadım. Şimdi diyeceksin, yapmadın tabi ulan gül cemaline mi gelsinler, sanki cemalim çok gül de. Ne yapmalıydım albayım? Sevgi, yetmiyormuş her şeye.
Bu yaşantının sonu da kötü bitecek albayım. Bizim gibilerin hayatında güzellikler kısa süren aydınlıklardır.
Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa süre için girerler. Uşak rolünde sahneye çıkarlar. Kötü bir yaşantı, fakat iyi bir oyun.
Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan, bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım.
Kelimeler… Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.
Daha erken. Fakat yoruldum albayım. Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum.
Korkuyorum. Hiçbir şey yapmak istemediğim için kötü bir şey yapmak istemiyorum.
Ağzının, güzel dudaklarının yanında bir gülümseme yaratmak için, ne uzun yollardan geçiyorsun. Kendinden veriyorsun ve durmadan eksiliyorsun.
Oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak, elde ederler istediklerini. Ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum.
Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu, bir çeşit alın yazısıdır.
Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum.
Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor anlıyor musun?
Bana çay pişir. Bırakalım her şey kendi kendine düzene girsin. Yavaş yavaş soyunalım. Bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım. Ne olacak endişesine kapılmayalım. Bırakalım zaman her şeyi halletsin.
Bu söz bize korkunç gelmesin. Aynı ırmağa bir kere daha girelim. Acele etme, çay kendi kendine demlenir… Günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. İnsan kendini kaybediyor sonra.
Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar birikmeğe başladı; kurduğum hayaller bir bekar odasının dağınıklığına boğuldu.
Düşüncemin duvarlarına resimler asmak istediğim halde bir türlü olmadı. Belirli noktalara biriken eşyalar, odanın çıplaklığını daha çok ortaya çıkardı.
Beni hemen anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.
Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür. Birimi insandır.
Başkalarını mühim bulmayanlar, birgün kendilerini de mühim bulmayanlarla karşılaşacaklardır.
Fakat bu hakikat, onların mühim bulmamış olduklarının mühim olduğu manasına da gelmez.
İnsanlara kaptırma kendini, durmadan koşuşma, onlara uyma. İnsan bir makinedir, bir yerde bozulur. Yavaş yavaş kullan aklını.
Şimdi biraz dinlen, şimdi hep birlikte saçmalayalım, aklımızı dinlendirelim, mantığımızı dinlendirelim, rüyada yaşayalım.
Beklenen geç geliyor; geldiği zaman da insan başka yerlerde oluyor…
Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım…
Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda, ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da; yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım…