İnsanlık tarihinin en karanlık ama bir o kadar da şaşırtıcı yönlerinden biri, akıl sağlığına dair geliştirdiğimiz “tedavi yöntemleri”dir. Günümüzde bir psikolog koltuğunda rahatça konuşarak çözmeye çalıştığımız ruhsal sıkıntılar, geçmişte kimi zaman kaynar sularla, kimi zaman taş bıçaklarla, kimi zaman da sülüklerle bastırılmaya çalışılıyordu! İnsanlar, neyin neden olduğunu tam olarak anlayamasa da, ortada bir “farklılık” varsa mutlaka çözülmesi gerektiğine inanıyordu. Ama çözüm, çoğu zaman “şefkatli bir dinleyici” değil, doğrudan bir operasyon ya da ritüel oluyordu. Delilik mi başladı? Kafaya delik açalım. İçine cin mi kaçtı? Hadi iblisi döve döve çıkaralım. Depresyonda mısın? Biraz kusturalım, belki geçer! Bugünün gözünden bakınca komik, ürkütücü ve hatta acımasız görünen bu uygulamalar, aslında insanların çaresizlikten doğan yaratıcılıklarıydı. Kimi zaman etkili oldu, kimi zaman tam anlamıyla kabusa dönüştü. Ama hepsi, insanlığın akıl sağlığına dair uzun ve sancılı yolculuğunun izlerini taşıyor. Şimdi birlikte, taş devrinden bu yana ruhun “iyileştirilme” serüvenine doğru tuhaf, yer yer mide kaldıran ama kesinlikle merak uyandıran bir yolculuğa çıkalım! İşte tarihte akıl hastalıklarının tedavisinde kullanılan ilginç yöntemler…
1. Trepanasyon
Düşünsenize, milattan önceki insanlar bile akıl sağlığı sorunlarının farkındaydı. Ama çözüm yöntemleri? Bizim bugünkü yöntemlerle uzaktan yakından alakası yoktu. Onlar, dertli kafa görmeye görsün, direkt kafatasına delik açıyorlardı! Evet, yanlış okumadınız.
Bu acayip “tedavi”, dünyanın dört bir yanında uygulanıyordu. Taş bıçaklarla kafa kemiğini delip, zararlı ruhları serbest bırakmaya çalışıyorlardı. Bazıları kafatasını disk gibi kesip çıkarıyor, bazıları da küçük delikler açıp aralarını oyuyordu. Ama beyin zarına dokunmamak gibi garip bir hassasiyetleri vardı!
Delilik, epilepsi, melankoli… Aklınıza gelebilecek her türlü zihinsel rahatsızlığa çare olarak trepanasyon denenmişti. Kafaya açılan bu delik sayesinde kötü ruhların uçup gideceğine ve hastanın acısının dineceğine inanıyorlardı. Hatta çıkan kemik parçası, hastaya veya ailesine tılsım olarak veriliyordu!
Ve en şaşırtıcı kısmı mı? Bu uygulama 18. yüzyıla kadar sürdü! Ölüm oranı yüzde 25’lerdeydi, yani her dört kişiden biri bu “operasyonda” hayatını kaybediyordu. Neyse ki artık taşla kafa delmek yerine, psikiyatri ve terapi var. Ve evet, günümüzde de bazı deneysel psikocerrahiler uygulanıyor ama kimse “kafaya taşla delik açalım” demiyor, çok şükür!
2. Şeytan çıkarma
MÖ 3000’lerden itibaren, özellikle Babil ve Mısır gibi antik medeniyetlerde, farklı davranan ya da “akıl hastası” olarak görülen kişiler için “cin musallat olmuş” denilirdi. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen bu düşünce, 1700’lere kadar etkisini sürdürdü!
Ama kafayı delmek yerine biraz daha dini yöntemlere yöneldiler: Şeytan çıkarma ayinleri. Mezopotamya’da rahipler dualar ve ritüellerle iblisleri kovmaya çalışırken, Orta Çağ’da işler biraz sertleşti.
Önce rahip güzel güzel konuşur, iblisi kandırmaya çalışırdı. Olmazsa hakaretler başlardı. Yine işe yaramazsa… işte o zaman işler çığırından çıkardı. Hasta kişiye kaynar suya batırmak, kükürt dumanı solutmak gibi fiziksel işkenceler yapılırdı. Amaç: İblisin artık dayanamayıp o bedeni terk etmesi.
İşin ilginci şu ki, bu ayinlerin başarısı tamamen kişiye bağlıydı. Eğer biri gerçekten içine şeytan girdiğine inanıyorsa ve ritüelin kendisine iyi geleceğini düşünüyorsa… gerçekten iyi hissetmeye başlıyordu. Ama bu uzun vadeli bir çözüm müydü? Tartışılır. Sonuçta sürekli “cin çıkarma terapisine” gidemezsin, değil mi?
Tarihte akıl hastalıklarının tedavisinde kullanılan her şey neyse ki travmatik değildi. Hatta bazıları bugünün modern terapilerine taş çıkartacak kadar akıllıcaydı.
Örneğin, eski Mısırlılar sanatın iyileştirici gücüne inanırlardı. Müzik dinlemek, dans etmek, resim yapmak… Bunlar sadece keyif değil, aynı zamanda terapiydi. Akdeniz çevresindeki uygarlıklarda da müzikle ruh hastalıkları tedavi edilmeye çalışılıyordu. Çünkü müzik duyguları etkilerdi ve bunda da sonuna kadar haklıydılar!
Rönesans döneminde ise işler daha da ilginçleşti. Sanatçılar neredeyse “kutsal” kişiler gibi görülüyordu. Sanat yapmak, insanın ruhunu arındıran bir yoldu. Deliliğin eşiğinde olan birini tekrar dengeye getirebilirdi.
Sanayi Devrimi’nde bile bazı hastalar kırsala götürülür, doğayla iç içe yaşamaya teşvik edilir, bol bol sanat yapmaları sağlanırdı. Bu, adına “ahlaki terapi” denilen ama aslında tamamen ruhsal ve sanatsal bir tedaviydi.
Günümüzde sanat terapisi hâlâ kullanılıyor ve gerçekten de anksiyete ve depresyonu azaltmakta oldukça etkili. Eski zamanlardan bugüne dek gelen bu yöntem, belki de tarihin en kalıcı ve en insani tedavilerinden biri.
4. Kan alma
Tarihin derinliklerinde insanlar akıl sağlığı sorunlarını tedavi etmek için oldukça kanlı yöntemlere başvurmuşlardı! Antik Mısır’dan tut, Yunan’a, Roma’ya, Arap coğrafyasına, Asya’ya ve nihayet Avrupa’ya kadar uzanan bu gelenek, neredeyse 19. yüzyıla dek varlığını sürdürdü.
O dönemlerde hüküm süren inanca göre vücuttaki dört temel mizacın dengede kalması gerekiyordu: kan, balgam, sarı safra ve kara safra. Eğer bir kişi sinirli, dalgın, depresif ya da ‘tuhaf’ davranıyorsa, demek ki içinde dolaşan “kötü kan” fazlaydı! Bu yüzden hemen kolu sıvayıp kan akıtmak gerekiyordu!
Nasıl mı yapılıyordu? Dirseğin iç kısmında yer alan o meşhur damar (bugün IV takılan yer) en çok tercih edilen noktaydı. Neşterler, cebinize bile sığabilecek küçük bıçaklar ya da adeta antik bir İsviçre çakısı gibi farklı boylarda bıçaklar içeren “fleam” isimli aletlerle kesikler atılıyor, hasta kana kana (!) boşaltılıyordu.
Bir de sülükler vardı elbette! O dönemlerde sülüklerin hastalıklı bölgede dolaştırılması da oldukça yaygındı. Hekim, sorunun nerde olduğuna karar veriyor, sülüğü oraya yapıştırıveriyordu.
Günümüzde ise bu yöntemlerin bilimsel karşılığı yok. Evet, modern tıpta sülükler bazı özel cilt ve kas problemlerinde kullanılıyor ama ruhsal hastalıkları tedavi etmek? Maalesef, buna dair hiçbir işe yarar kanıt yok. Yani o zamanlar insanlar sadece litrelerce kan kaybetmiş ama akıl sağlıkları yerli yerinde kalmamış. Tam anlamıyla “boşa kan dökmek” denebilir!
Tarihte akıl hastalıklarının tedavisinde kullanılan ilginç yöntemler yazımızın sonuna geldik. Kan almayla yetinmeyen eski çağ hekimleri, “Vücutta bir şeyler yanlışsa, dışarı atılmalı!” mantığıyla başka yöntemler geliştirdi. İşte bu noktada devreye arınma giriyor. Evet, mideyi altüst eden, bağırsakları allak bullak eden türden arınma!
Bu tedavi yöntemlerinin başrolünde… kusturmak vardı! Özellikle Eski Yunan’da oldukça popüler olan bu uygulamada, kişiye öyle şeyler içirilirdi ki, bırakın zihinsel sağlığı, sabır taşı bile çatlayabilirdi.
Mesela ne içiriliyordu? Kara kardelen çiçeği! Güzel görünüyor olabilir ama tadı öyle değil. Aynı şekilde “acı elma” ve hatta Amerikan yerlilerinin tercih ettiği tütün bile bu amaçla kullanılıyordu. Arap hekimler ise daha kapsamlı karışımlar hazırlardı: mirobalan bitkisi (bağırsağı büzüştürür), ravent ve sinameki karışımı ile resmen bağırsak fırtınası yaratılırdı!
Amaç neydi? Melankoliyi, yani o dönem “ruhsal çökkünlük” olarak adlandırılan durumu ortadan kaldırmak. Ancak bu yöntemler insana kendini daha iyi hissettirmek yerine genellikle daha da perişan ederdi. Çünkü bedenin dengesini sağlamak adına yapılan bu arınmalar, çoğu zaman mideyi mahvetmekten öteye geçemezdi.
Sonuç mu? Kan alma kadar etkisiz, mide bulandırıcı ve akıldan çok sabır isteyen yöntemlerdi. Günümüz psikoterapistlerinin “biraz nefes egzersizi yapın” dediğini duyunca şükredesiniz gelir!