İlgi alanlarında pyschedelic müzik olanlar hak vereceklerdir; birçoğumuz -özellikle ’80 sonrasında doğanlar- bu türe Syd Barrett sayesinde tam anlamıyla girmiştir. Gençliğini 2000 sonrasında yaşayanlarımız, Pink Floyd’un son albümlerinden başladı onları sevmeye, yani daha progressive oldukları dönemden. Lakin, bu beğenimiz de daha fazlasını keşfetmek adına, gittikçe derine inmeye başladı. Ve indikçe gördük ki ilk iki albümlerinde bambaşka bir insan, ’60’ların psychedelic akımını Pink Floyd’a aktarmış. O kişi, elbette Syd Barrett’ın ta kendisi. Psychedelic müzik dünyasının kapılarından bizleri içeri alan Syd olmuştur. Ancak şu da bir gerçek ki bu türe öncesinde aşina olunmadığı zannedilmesin. ’60’lar ve ’70’lerdeki Türk müzisyenlerimiz de o dönem bu akımdan etkilenmişlerdi ve müziklerine yansıtıp ülkemize getirmeyi başardılar. Öyle ki onları yıllar sonra bile dinledik. O müzisyenler arasında tabii Barış Manço, Erkin Koray gibi daha çokça sayılabilecek isimler vardır. Ama yine dediğimiz gibi, tam anlamıyla kapıları aralayan Syd Barrett’tır.
Belirsiz bir ilahi söyleyen biri gibi, yüksek oktavlı dizeler, duygusuz bir hikaye anlatımı ve hipnotik ağır ağır konuşmalar şeklinde giderken patlamaya hazır nakaratlarla şarkı söyleyişi onun vokalini en güzel biçimde özetler sanıyoruz. Sanrılar yaratan detaylar ve düz gerçeklerin sürreal düzenini, masalsı bir anlatımdan yararlanarak bizlere anlattı Syd. Şarkıları hakkındaysa çocukluk deneyimleri ve yetişkin bireyin kafa karışıklığı olarak nitelendirildi birçoğu tarafından.
Tarzı hakkında bazı açıklamalar ve izlenimler vardır ki onu tanımlamak için beslendiği kaynağın yalnızca uyuşturucular veya şizofreni etkisiyle oluşan sanrılar olduğunu söylerler. Ama kimileri ise yapmacıksız hayal etme gücünün bütünlüğünden yararlandığını düşünür. Bize göre de ilkini düşünmek haksızlığın ötesinde acımasız bir yargı olurdu.
Syd Barrett, insan beyninin bir hedefi olmadan nasıl çalışabildiğine kuşkusuz en güzel kanıt.
Sanata Giriş 101
6 Ocak 1946 tarihinde, İngiltere’nin Cambridge kentinde, beş çocuklu orta halli bir ailenin üçüncüsü Roger Keith Barrett doğdu. Sanata olan yeteneğini keşfetmesindeki en büyük etkenin annesi Winfred ve babası Max’in küçük yaşta onu teşvik etmiş olması söylenebilir. 7 yaşındayken kız kardeşiyle katıldığı bir piyano yarışmasında birinci olması bunun göstergesi olsa gerek. Yine Barrett, lisede yazdığı şiirlerle çeşitli yarışmalar da kazanmıştır.
Benim adım Sid, seninki Syd olsun.
Roger’ın lakabı ‘Syd’i nasıl aldığı konusunda iki hikaye anlatılmakta. İlki ve yaygınca kabul göreni; 14 yaşındaki Roger, yerel bir caz grubunda basçı olan Sid Barrett adlı bir müzisyenin adının telaffuzunda küçük bir oynama yaptıktan sonra -birebir almayı içine sindiremediği için- Syd ismini almıştır. Hikayenin diğeri ise, oraya gelmeden daha da küçükken, yazın katıldığı bir izci kampında zaten o lakabı edinmiş olduğudur.
Caz esintilerinden, belirsiz blues kombolu akorlara uzanan genişlik
1962 yıllarında, Cambridge müzik sahnesinde fark edilir derecede bohem bir figür olma yolunda epey yol almıştı Syd. Müzikal anlamda esinlendiği kaynaklar oldukça genişti. Cazdan, blues’a keskin geçişli belirsiz akorlarla tutarsızlık içinde bir şeyler yakalamasını biliyordu. Bu dönemde, Geoff and the Mottoes adlı yerel bir grupta ‘cover’ şarkılar çaldı. Elbette, zamanın cover gruplarının yaptığı gibi Syd de Beatles şarkılarını yorumlamayı ihmal etmedi. Ve o, Londra’ya taşındığında kendi şarkılarını yazmaya başlayacaktı.
Pink Anderson ve Floyd Council… Belli oluyor mu?
Cambridge Sanat Okulu’nda geçen kısa bir sürenin ardından, Londra’ya taşındı ve Camberwell Sanat Koleji’nde eğitim görmeye başladı. En nihayetinde, Roger Waters’la da o yıllarda bir araya geldi. Bir araya geldi diyoruz, çünkü Syd, Roger Waters’ı ilkokul; aynı zamanda David Gilmour’u da ergenlik döneminden zaten tanıyordu.
1965 yılında Waters, Sigma 6 adında bir grup kurmuştu. Grupta birinci gitarist Waters, ritim gitarist Rick Wright (o zamanlar klavye bulmak epey güçtü) ve davulda Nick Mason vardı. Çeşitli isim değişikliklerinin ardından, grup adı The Tea Set iken (oldukça kötü, evet.) Syd Barrett da Waters ve diğerlerine katıldı. Syd, sevdiği iki Amerikalı blues müzisyeni Pink Anderson ve Floyd Council’ın isimlerini birleştirerek yeni isimlerini belirledi: Pink Floyd.
İlk ‘seyahat’
İsimlerini son kez değiştirmelerinin ardından stüdyoda cover parçaların yanında, üç Syd Barrett şarkısı, Double O Bo, Butterfly, ve Lucy Leave de kayıt çalışmalarında yer aldı. Ve bir de Syd, ilk ‘asit seyahati’ni bu zamanda yaşadı. İleride, akıl sağlığını büyük ölçüde bozacak olan uyuşturucu, yani LSD, kariyerinin bitmesine de yol açacaktı.
‘Sanrılar yaratan’ akıma geçiş
Pink Floyd’un orijinal tarzı aslında Amerikan blues ve RnB üzerineydi. Ancak, İngiltere psychedelic müzik akımının ortaya çıkmasının ötesinde adeta patlamasıyla bu durum, Syd’in sahne performansı bazlı fikirlerini hayata geçirmesine ve böylece tamamıyla özgün bir türün doğumuna yol açtı. 1966 boyunca, canlı performansları üzerine yoğun çalışmalarını genellikle uzun doğaçlamalar şeklinde gerçekleştirerek yıl sonunda tam anlamıyla bir ‘yeraltı’ grubu olmayı başardılar. İlk kayıtları Syd’in şarkılarından oluşuyordu ve Syd, artık grubun tartışmasız ‘yaratıcı yenilikçisi’ydi.
Arnold Layne garip bir hobiye sahipti
1967’de ilk single’ları Arnold Layne ve See Emily Play’i, ilk albümleri The Piper at the Gates of Down izledi. İki single dahil, albümün birçok şarkısını Syd yazmıştı. Arnold Layne, albüme konmamış olsa da Pink Floyd’un ileriki yıllarda çıkan derleme albümlerinin pek çoğunda yer almıştır. Bu şarkının öyküsü ise şöyledir: Barrett ve Waters’in memleketi Cambridge’de kadın iç çamaşırlarını asılı oldukları iplerden çalan bir ‘crossdresser’ olduğunu öğrenen Syd, bunun üzerine şarkıyı yazmıştır. Hem Syd’in hem de Roger’ın anneleri bu Arnold -ya da adı her ne ise- adlı kişiden muzdarip olmuşlar.
İngiltere tarihinde, ünlü birinin yaşadığı ilk psychedelic uyuşturucu çöküşü
Syd’in yakın aralıklarla farklı deneyimleri tecrübe etmek adına sürekli psychedelic uyuşturucu kullanıyor oluşu akıl sağlığında büyük sorunları da beraberinde getirdi. İş öyle bir noktaya gelmişti ki grup Syd’in bu anlamsız hareketlerine dayanamadı ve David Gilmour’u gruba dahil etti. İlk düşünce, Syd’i stüdyodaki yaratıcı yönüyle, Gilmour’u ise konser performansıyla kitleleri üzerinde iyi bir etki bırakmayı başarmaktı. Ancak işler hiç de düşünüldüğü gibi gitmedi. Diğer grup üyeleri, bu haline en fazla beş konser dayanabildiler ve Southampton Üniversitesi konserine gitmeden önce Syd’i arkada bıraktılar.
1968’in Mart’ında resmi olarak Syd, Pink Floyd’un bir parçası olmaktan çıktı.
İlk solo albüm: The Madcap Laughs
Pink Floyd’dan ayrılmış oluşu menajerinin de ondan ayrıldığı anlamına gelmiyordu elbet. Syd’le solo müzisyen olarak çalışmaya devam etmek istediler. 1969 yılına yayılacak bir şekilde Syd, albümü aralarında sonradan eklenen David Gilmour ve Roger Waters gibi birçok kişinin yardımlarıyla ancak ekim ayında tamamlayabildi. Ocak 1970’de ise The Madcap Laughs çıktı.
İkinci ve son resmi albüm: Barrett
The Madcap Laughs, o dönemde makul sayılabilecek satışa ulaşması ve yine iyi eleştiri alması nedeniyle Syd, peşi sıra devam albümü için de anlaşma sağladı. Bu albümün prodüktörlüğünü Gilmour yaptı ve klavyede de Rick Wright vardı. Nisan ve Temmuz aylarındaki stüdyo çalışmalarının ardından Kasım 1970’de Syd Barrett’ın son resmi albümü Barrett yayınlandı.
Çırpınmalar…
1968-1972 yılları arasında Syd, stüdyo dışında kendini pek göstermedi. Yavaş yavaş uzaklaştığı müzik dünyasından, kısa süreli ömrü olan Stars grubuyla yaşadığı felaket bir konser deneyiminin ardından aldığı korkunç eleştirilerden sonra müzikten tam anlamıyla soğudu. Menajeri onu ’74’te ikna edip stüdyoya sokmaya başardıysa da bu çabadan da hiçbir şey çıkmadı.
Syd, bu son denemeden sonra Cambridge’e, annesinin evine geri döndü ve geri kalan hayatı boyunca sakin bir hayat yaşadı. Resim yaptı.
Herkesin bildiği o meşhur -ve sevimsiz- bir araya geliş…
5 Temmuz 1972 tarihinde Syd Barrett’sız Pink Floyd, Wish You Were Here albümü için Abbey Road Stüdyoları’nda Shine on You Crazy Diamond şarkısının kayıt çalışmalarını yaptığı sırada Barrett, kimsenin kendisinin geleceğinden habersiz, stüdyoda beliriverdi. Onu gören arkadaşları kendisini ilk anda tanıyamadılar. Çünkü Syd, şişmanlamış ve kelleşmişti. En son haliyle arasında fersahlarca fark vardı. Ancak tanımaları çok zaman almadı ve tüm grup üyeleri şoka girdi. Öyle ki Roger Waters ve David Gilmour için göz yaşlarını tutamadıkları söylenir. Anlamsızca onlara bakan Syd ise stüdyoya geliş sebebinin, hala grupta olduğunu sanarak gitar kısımlarını çalmak için olduğunu söylemiştir.
O sevimsiz fotoğrafı buraya koymak yerine, gelin isterseniz, tüm albümü Syd Barrett’e ithaf eden Pink Floyd’un Shine on You Crazy Diamond – Part I’deki 2:49’da akla gelen o dört notayla unutalım…
30 yıldır biriktirdiği o sessizlik içine sakince yol aldı…
Tam 30 yılı aşkın bir süre boyunca Cambridge’deki evinde sakin ve herkesten uzak bir hayat süren Syd Barrett, 7 Temmuz 2006’da pankreas kanseri nedeniyle aramızdan ayrıldı. Ancak hiç şüphesiz, ardında bıraktığı müziğiyle birçok müzisyene ilham kaynağı olmaya devam edecek.
Bonus: Bob Dylan Blues
1965 yılında, ikinci albümü Barrett için kaydedilen bu şarkının kaybolduğu düşünüldü. Ve 2001 yılına kadar kayıptı da. Ancak 2001’de çıkan The Best of Syd Barrett albümüyle dinleme şansını yakaladık.
Bonus 2: Resimleri ve diğer çalışmaları
Portrait of a Girl (Bir Kızın Portresi) £880’a satıldı.
Syd Barrett’ın yaptığı birçok resim ve yine kendi boyadığı ya da bizzat yaptığı evindeki eşyaları, ölümünden sonra açık arttırmayla satıldı. Bu satılan eşyalara ve birkaç resmine şuradan ulaşabilirsiniz.