Bu filmleri izleyin, izletin. Sakın ola, bu güzide listenin içinde izlemediğimiz filmler olduğunu düşünmeyin, size kesik bir göz göndermek bizim için zor olmaz. El emeği göz nuru bu liste, nice kafaların birbirine vurması, aralarından hayatta kalanların acılar içinde tavsiyeleriyle hazırlandı bir bilseniz… Evet ya, bir bilseniz, siz de hiç tereddüt etmeden bir yemek masasına oturur ve tatlı tatlı yumurtalarınızı tokuşturur ama onları yiyemezsiniz, tüm sevdiklerinizle bir evde akşam yemeğine davet edilir ve o evden bir türlü çıkamazsınız. Fena mı olur, ünlü olursunuz.
Bu Luis Bunuel’den esinlenerek yapılan sürreal girişin akabinde sizleri, bu işin piri, babası, atası Bunuel’in mirasçılarına, birbirinden değerli sürreal yönetmenlerin, gerçeğe alerjisi olan ağır ağabeylerin doluştuğu bir festivale davet ediyoruz. Ufak bir uyarı: Koltuklarınıza yalnız yapışmayın…
Hamiş: Meksikalı Daniel Miranda’nın harikulade listesinden alınarak siz listelist okuyucularına arz-ı endam edilmiştir. Arada derede de olsa bizler gibi kaliteli liste yumurtlayanları bulunca kaçırmak olmaz dedik ve sizleri de bu parlak yıldızlardan eksik etmedik. Gerçeküstü okumalar…
1. Kalbinize bir iğne: La coquille et le clergyman (1928) – Germain Dulac
Bir general, karısı ve bir rahip arasında geçen bir aşk üçgeni, sessiz sinemanın ahım şahımlarından. General tarafından ele geçirilen rahibin zihninin karanlıklarında dolaştığımız bu kısa filmde tribal bir yolculuğa çıkıyoruz. Toplum ahlakı ve günah kavramıyla sarmalanan rahibin içgüdülerinin yönlendirdiği zihninin takıldığı örümcek ağı çift dikiş ikilemlerle dolu. Antonin Artaud, Germain Dulac isimleri yabancı hatta korkutucu gelebilir, sakin olun, bir fincan sert nescafe hazırlayın kendinize ve bu şaheserin izleyicisi olmanın ayrıcalığına varın, neticede bir kısa film, sadece kalbinize bir iğne yiyeceksiniz.
2. Bir mahur rüya görür: Le sang d’un poète (1932) – Jean Cocteau
Dürüst oluyorum; bu filmi kafam bir milyon bir halde, bir bar taburesinde, sürreel bir deneyimin doruklarındayken izledim; ve evet bir zamanlar beyin oğlunda film gösterimi yapan barlar mevcuttu. Hemen aklınıza iyi ama müzik varken nasıl olur da film izlenir düşüncesi gelirse şayet, ki geldiğinden eminim çünkü bu satırları siz zeki sanatseverlerden başkası okumaz, bu filmin de bir sessiz film olduğunu söyleyeyim ki içiniz ferahlasın. Filmi şu sözlerle özetlemek mümkün: Bir mahur rüya görür; heykeller, ağızlar ve karlarla kucaklaşırız.
3. Kadınlar sinirlerini boşaltıyor: Meshes of the Afternoon (1943) – Maya Deren
18 dakikacık içi dolu turşucuk. Maya ablamız, ki bu filmi 26 yaşındayken çekmiş, objelere takık bir yarım kalmışlık duygusuyla gösterip elletmiyor, elletip ısırtmıyor, ısırtıp yedirtmiyor. Feminist literatürden güzide bir örnek; kendisine bayan denilmesinden hoşlanmayan kadınların sinirlerini boşaltabileceği boş bir havuz. Avantgarde sinemanın en iyi örneklerindendir demiyoruz, en iyisi diyoruz.
4. Rüya taciri: Dreams That Money Can Buy (1947) – Hans Richter
Hans Richter ölçüp biçmiş… Latife ediyorum, ölçüsüz biçimsiz bir gökkuşağı. Bu filmi size doğru dörtnala koşturan, tek kelimeyle renkleri. Konusu bir harika: El yapımı, şahsa özel tasarlanmış, size özel bir rüyaya ne kadar ödersiniz? Kendi içine bakmayı öğrenen aylak bir şairin rüya tacirine dönüşmesi. Gerçekten gerçekdışı güzellikte.
5. Oraya girmeyecektin! : Woman in The Dunes (1964) – Hiroshi Teshigahara
Bu film bir olmazsa olmaz, ciddiyim. Eğer şu ana kadar sinema bilginizi küçümseyip sözlerinize karşılık vermeye tenezzül etmeyen ve hem yüzünüze hem arkanızdan konuşan birileri olduysa, peşinen söyleyeyim, haklılardı. Neden mi? Çünkü bu filmle, yani Kumların Kadını’yla tanışmamıştınız. Tarkovski ağabeyimizin de favorilerinden biri olan bu film, bir roman uyarlaması. Çok sevgili Beckettvari Kobo Abe’nin Japonya’dan dünyaya armağanı bu eserin göstergelerini bir de görüntülü takip etmeli; Hiroshi Teshigahara’dan..
6. Bunuel bile doyamamış: The Saragossa Manuscript (1965) – Wojciech Has
Bu eser, Türkiye’de ve Türkçede pek bilinmeyen, ecelini beklemektense sonunu kendisi belirleyen yazarlardan. Bu film ile ilgili söylenebilecekleri şu minvalde özetleyelim: Listemizin değil-öznesi Bunuel’in birden fazla izlediğini söylediği tek film ve Scorsese’nin vazgeçilmezi.
7. Yeni dalga Fransız mı sandın! : Daisies (1966) – Vera Chytilová
Yeni dalga (nouvelle vague) sadece Fransa’da mı var sandınız listelistçiler.. Bir de Çekyaların tadına bakılınca, kültürel öğelerin coğrafyayla olan doğrudan ilgisine ikna oluyorsunuz. Bu filmin doruğunda hedonizm, merkezinde tahammül, çeperlerinde sabır var. Kellelerin karışması için çekildiği noktasında oldukça ısrarcı olan Papatyalar’ın size tüketmesi için fazla beklemenize gerek yok.. Sizi hiç şevk etmeyeceğinden 🙂 emin olduğum bu kısa tanıtım yazısını filmin başrolünü iki kadının paylaştığını belirterek kapatıyorum.. Dikkat edin de salyalarınız akmasın..
8. B Film manyaklarına: Branded to Kill (1967) – Seijun Suzuki
B filmlerin şahlarından, kesinlikle ucuz bir taklit değil. Kedi fare oyunu izlemek isteyenlerin ilk duraklarından. Yönetmen Seijun Suzuki’ye 10 yıl boyunca sinemadan elini eteğini çekme fırsatı verdirecek kadar kötü eleştirilere ve ticari bir başarısızlığa uğrayan bu filmin, her şaheserin olduğu gibi değeri yıllar sonra anlaşılmış. Kaçırmamalı..
9. Bir kara komedi: Death by Hanging (1968) – Nagisa Oshima
Görüldüğü üzere, Akdeniz’in serin sularından çıkan sürrealizm, sinemada en çok Japonları etkilemiş. Enfes ötesi bir kara komediyle karşı karşıyayız. Kısaca bahsedelim: Bir infazdan kurutulan mahkum, işlediği suçları hatırlamaz. Konuyla ilgilenen yetkililer ise, suçlarını hatırlamayan birini infaz etmenin uygun olmayacağını düşünerek, “suçlu”ya işlediği suçları, olayları sahneleyerek hatırlatmaya çalışırlar; bunlardan ilki de genç bir kıza tecavüzdür. Gerisi size kalmış..
10. Değeri bilinmeyenlerden: Funeral Parade of Roses (1969) – Toshio Matsumoto
Değeri bilinmemiş bir Japon filmi daha. Uzak diyarların toplumdan uzak travestilerini konu edinen bu film, sinema tarihinin uzak ara en estetik sahneleriyle diğerlerinden ayrılıyor. Teninizde Hitchcock’tan esintiler duyacağınız bu filmle, maskeler diyarına dürüstlüğünüzü ve varoluşunuzu tartmaya davet ediliyorsunuz.
11. Kör köstebekler: El Topo (1970) – Alejandro Jodorowsky
Bu muhteşem filmin büyüklüğü şu prologda gizli: “Köstebekler devamlı yeri kazarlar güneşe kavuşmak için, fakat güneşe kavuştuklarında kör olurlar.” İzlemeyen muhatap olmasın..
12. Deliliğe derin bir yolculuk: The Third Part of The Night (1971) – Andrzej Zulawski
Yanlış anlaşılmasın, Zulawski hala film çekiyor ama bu kadar iyisini mi, orası muamma.. Deliliğe ve histeriye deriiiin bir yolculuk. Rengi karalardan. Korkarak izleyin.
13. Rengarenk bir aura: The Holy Mountain (1973) – Alejandro Jodorowsky
Hastası çok, biliyoruz. Ancak The Holy Mountain’ı listeye almamak çok büyük eksiklik olurdu. Bilenler bilmeyenlere, El Topo’nun anti yıldızı, rengarenk auralısı, kendini bilmez mistisizmi ile bu harika filmi anlatsın. Kendi kendine konuşan bu film gerçek bir sinema deneyimi sunuyor.
14. Anılar merkez: The Hourglass Sanatorium (1973) – Wojciech Has
Bir makinistin ölümü simgelediği bir film bu. Tek plan çekimlerin, neredeyse günümüz kalitesini yakalaya renklerin alev alev yansıdığı bu film, geçmişe yönelik çekilmiş denecek kadar büyük ve kendine has. Polonya sinemasından neredeyse fantastik diyebileceğimiz bir atmosfere sahip filmin anıları merkeze alan bir yolculuğa çıkardığını hatırlatalım; koltukta ise elbette makinist oturuyor.
15. Yüzler gülümsüyor: Celine and Julie Go Boating (1974) – Jaques Rivette
Alice’in harikalar diyarına hoş geldiniz.. Bir hikayede en şaşırtıcı olan nedir? İçinde birden çok hikaye barındırması. Gerçek ve hayal ürünü olanın harmanlandığı bu formasyonun, her şeyin mümkün olabileceğine yönelik aşıladığı inanç yüzleri gülümsetiyor.
16. Çocukluğa dönüş: Pastoral: To Die in the Country (1974) – Shüji Terayama
Kendimizi, aşırı baskın bir anne ve dengesiz bir ilişkinin diğer tarafı babayla doldurulmuş rahatsız edici bir çocukluk atmosferinin içinde bulduğumuz bu filmi adeta bir meditasyon. Yönetmen Terayama’yı, kendisinin umurunda olmayacağımızı bilerek de olsa, alkışlıyoruz.
17. Sesleri izleyin: Eraserhead (1977) – David Lynch
Lan bunun burada ne işi var diyenler olabilir, hiç ağlamayın. Sürrealist sinemanın hasıdır Eraserhead. Bu filmin ismini duyunca aklına silgi gelenler ne olur izlemesin. Lynch’in aklî melekelerini Bir kıyak; sesleri de izleyin..
18. Fetişlerden fetiş beğen: Videodrome (1983) – David Cronenberg
Cronenberg’in içine Japon kaçmış diyeceğim. 13 sene sonra Çarpışma (Ballard’ın enfes ve herkesin okudum deyip hiç okumadığı romanlarının başında gelen) ile tillahını çekeceği külliyatının tek taşı. Seversiniz sevmezsiniz orası ayrı, ancak üzerine bir de Baudrillard okursanız, 1 yıl yataktan kalkamayacağınızın garantisini veriyoruz. Teknolojinin nimetlerinden faydalanan Cronenberg, fetişlerden fetiş beğeniyor.
19. Çocuklarınızdan uzak tutun: Alice (1988) – Jan Svankmajer
Bu bir Alice Harikalar Diyarı’nda uyarlamasıdır, olgunlar için. Çocuklarını kıskanan ebeveynler için bulunmaz nimet, yüksek yerlerde saklayınız!
20. Burroughs benim! : Naked Lunch (1991) – David Cronenberg
Bu filmi ilk izlediğimde “Burroughs benim” diye bağırmıştım, evet o zamanlar küçüktüm, ufacıktım, içi dolu turşucuktum. Ama artık büyüdüm, böcek fobimi de yendim, iyi kitapları seçmeyi de öğrendim,, ve kütüphaneme Burroughs’u ancak arka kapılardan sokuyorum.
21. Savaşın komedisi: Underground (1995) – Emir Kusturica
Sinemanın az bilinen cevherlerinden. Savaşı burlesque bir sahne olarak kalbimizden çıkartan Kusturica çok büyük bir iş başarıyor. Üç savaş ve üç dost, hoplaya zıplaya karanlık kuyuyu komediye çeviriyor. Kaosseverlere…
22. Triplerden trip beğen: Fear and Loathing in Las Vegas (1998) – Terry Gilliam
İki ünlü seçin deseler bu iki ismi seçerdim: Johnny Depp ve Benicio Del Toro. Üstü açık bir cadillac’ta iki bir milyon kafa, bir milyon kafalı iki kafadar üstü açık bir cadillac’ta, üstü açık bir cadillac’ta iki bir milyon kafa… Acid trip yağmurunda ıslanacaksınız, gözleriniz açık. Yazarı da var: Keş Hunter S. Thompson
23. Aklına girerim Malkovich: Being John Malkovich (1999) – Spike Jonze
Hoooop! Burada duralım mı? Başımızı eğelim, dansımızı edelim, tünellerde kaybolalım, kendimizi kovalayalım. John Malkovich John Malkovich olalı böyle kendisi olmadı, böyle çoğalmadı, böyle benzemedi, böyle kıskandırmadı. “Senin aklını alırım” derler ya, işte öyle, alıyor aklınızı. Unutulmaz bir deneyim.
24. Sevmeyenler hafızasını kaybetmiş olmalı: Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) – Michel Gondry
Sürreal demek biraz zor, sürsürreal desek daha doğru olur. Aşk reel mi ki, üzeri sürreal olsun! Tam hafızalık!
25. Bonibon şeker: The Science of Sleep (2006) – Michel Gondry
Büyüyen bir el! Tokadı yapıştırıyor. Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ın yönetmeninden de bu bekleniyordu, oldu. Bonibon şekerler gibi, lunaparkta gezmek gibi, havai fişekleri öpmek gibi ve hiçbiri, hepsi, her biri. Çok şey bu film, çok şey..
26. Onun kafasında yaşıyoruz: Inland Empire (2006) – David Lynch
Ahanda! Ah ah ah! Böyle hastalıkları filmler için yaratılmışız hepimiz. David Lynch’in kafasında yaşıyoruz, oynuyoruz bazılarımız. Lynch’in bilinçaltı benzersiz demiş miydik? Orada herkese yer var..
27. Otobiyografik bir deney: Brand Upon the Brain! (2006) – Guy Maddin
Bu film haylaz Guy Maddin’in çocukluğundan taşan tuhaf öğelerle bezediği otobiyografik bir deney. Freud’un gayri meşru çocuğu Maddin’in bilinçaltı da diğerlerini aratmıyor.
28. Meskeni dünya: The Fall (2006) – Tarsem Singh
Tüm dünyayı mesken edinen bir film The Fall. Kolaylıkla Tarsem Singh’in magnum opusu diyebiliriz. Müthiş kostümler, canlılardan daha canlı renkler. Bu diyarlarda mola vermek tehlikeli olabilir, yerinizden kalkmak istemeyebilirsiniz..
29. Boşluğa içelim: Enter the Void (2009) – Gaspar Noé
Oscar ve Linda siyam ikiz olsaydı. Tibet Kitabı, ölüm, kardeşlik, ensest, tin ve ruhun Tokyo semalarında kol kola dansı. Gaspar Noe her zamanki gibi rahatsızlık veriyor ve onu sevenler bundan son derece memnun kalıyor. Ne yapsa favorilenecek yönetmenlerden Noe, her daim yeni kalabiliyor. Boşluğa içelim!
30. Amcamı kim öptü? : Uncle Boonme Who Can Recall his Past Lives (2010) – Apichatpong Weerasethakul
Bu film sürreal ve daha çok absürd. Cannes’dan Palme d’Or’la dönen filmin Türkçesi de bir harika: ‘Amcam önceki hayatlarını hatırlıyor’. Filmi tavsiye eden guruların arasında sevgili Reha Erdem de bulunuyor, bizden söylemesi.