Göçmen ve mültecilerin yaşadıklarını okumuyor, izliyoruz. Fotoğraflara bakıyor ya da arada bir önümüze düşen videolara takılıp kalıyoruz. Son olarak Macar kameramanın önünden geçmeye çalışan mültecilere ısrarlı tekmelerini izledik.
Böyle böyle mülteci sorunu da yavaş yavaş uzaktan izlemek durumunda kaldığımız bir drama dönüşmek üzere. Durum, izledikçe “bu da böyle bir olay” kalıbına doğru gidiyor. Belki izlemek yerine biraz da dinlemeliyiz.
11 Suriyeli ve 1 Fransız genç Almanya’ya gitmek için çıktıkları göç yolunun güncesini tutmuşlar. Şu anda İzmir, Basmane’deler. Yaşayanların ağzından bu göç hikayesini yeşil gazete‘de gördük, yayınlamak istedik, sağ olsunlar bizi kırmadılar.
Huzurlarınızda 12 dostun Türkiye’den Almanya’ya yolculukları sırasında, sınırları geçerken, tuttukları günce.
Nafarat: Türkiye’den Almanya’ya yolculuk. Bölüm 1.1: Basmane.
***
Giriş: “11 Nafar ve 1 İnsan”
Arapça’da “Nafar” isimsiz olan, hakları bulunmayan, kalabalık arasında yalnızca bir numarayı ifade eden anlamına geliyor ve kaçakçılar müşterilerini Arapça böyle adlandırıyor. “Sadece bir para kesesi”.
Biz 12 kişilik bir grubuz. Türkiye ya da Suriye’de tanışmış ve Avrupa’ya beraber gitmeye karar vermis 12 umut ve hayalle dolu genç insan. Grubumuzda bir doktor, bir hakim, iki mimar, bir avukat, bir ressam, bir tasarımcı, bir sinemacı, bir sosyal çalışmacı, bir aşçı ve bir ilkyardımcı bulunuyor. Grubun yarısı eğitimini savaş yüzünden tamamlayamadı. Çoğumuz Türkiye’ye, denizi geçmekten yana şansını denemeye karar vermeden birkaç sene önce geldi.
Fakat Türkiye’de kalmak demek, yasal olarak çalışma ya da okuma şansının hiç olmadığı bir yerde kalmayı kabul etmek demek. Durum değişsin diye beklemeyi kabul etmek, sadece beklemek demek. Ancak gençliğimiz uzun sürmeyecek. Grubumuzda on bir Suriyeli var. Bir de Fransız. Onun için, pasaportu sayesinde, bütün sınırlar açık. Bu sistemde o bir insan, onun nerede isterse orada olma hakkı ve imkanı var. Farklı sebeplerden dolayı, fakat ortak olan bu deneyimi hep beraber yaşama arzusuyla İstanbul’u terkettik ve şu anda “nafarat”ların da tekrardan insan olabileceği bir ülkeye doğru yola koyulduk. Amacımız bu, en azından.
Bölüm 1: İzmir. İstikamet: Yunanistan.
Basmane, İzmir
Çantalarımız hazır. Yanımıza minimum eşya aldık: pasaportlarımız (çok bir değeri olmasa da), telefonlarımız ve pillerimiz, uyku tulumları, bir ilkyardım çantası, ‘yolculuk’u kaydetmek için iki kamera ve birkaç giysi. Geçen ay boyunca haritaları ve güzergahları çalıştık. Bizi Yunan adalarından birine bin dolar karşılığında geçirebilecek bazı kaçakçılarla iletişim kurduk. İstanbul’dan otobüsle yola çıktık ve Basmane’ye ulaştık. İzmir’de tren garı yakınlarında bir mahalleye. Aynı gün ya da bir sonraki gün yola çıkmayı umuyorduk. En sonunda 6 gün boyunca orada beklemek zorunda kaldık.
Basmane’deki atmosferi anlatmak çok kolay değil
Her yerde Avrupa’ya geçme sıralarını bekleyen göçmenlerle dolu oteller var. Bir otel odasının masrafını karşılayamayan ya da bir oda bulamayanlar, günlerini aşırı sıcak yaz gününde bir gölge peşinde koşarak geçiriyorlar. Karşımıza çıkan ilk dükkanın camında Arapça “burada can yeleği satılır” yazıyor. Geldiğimizi anlıyoruz. Meydanda, sokaklarda, göbekli kavşaklarda ve parklarda “nafarat” grupları görülüyor. Onları küçük sırt çantaları, can yeleklerini taşıdıkları siyah plastik çantalar (can yeleklerini ya da şişme simitleri her yerden satın alabiliyorsunuz) ve akıllı telefonlarından ayırt etmek mümkün. Şüphe yok ki akıllı telefonlar göçmenler için yolculuğu kolaylaştırıyor. Nitekim, kaçakçılarla iletişim kurmak, haritaları kontrol etmek ve aileyi haberdar etmek gerekiyor.
Basmane’nin anadili kesinlikle Arapça.
Hâlâ İzmir’in merkezinde olduğunuza inanmak zor, Türkiye’nin üçüncü büyük şehrinin. Göçmenlerin çoğu Suriyeli, ama birçok başka milliyetten insan da Basmane’den geçiyor. Her bir topluluğun kendi sistemi var; kendi kaçakçıları, otelleri, sokakları… İnsanlar buluşuyor ve hikayelerini anlatıyorlar. Kimi bir günde yola çıkmış, kimiyse çoktan 1, 2 ya da 5 kere denemiş, polis tarafından yakalanmış ve tekrar denemek için bekliyor. Zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz (hatta ev diye adlandırdığımız) büyük yeşil parkın diğer tarafında atmosfer tamamiyle değişiyor. Beş yıldızlı oteller, lüks mağazalar ve boş kaldırımlarla başka bir gerçekliğe giriyorsunuz.
Basmane’de kalmak zorunda olduğumuz altı gün neyse ki artık geçmişte kaldı.
Nerede dinlenmeye çalıştıysak çoğunlukla kovulduk. Sabah sırt çantalarımızla parka girerken güvenlik görevlisi nereli olduğumuzu sordu. İtalyan olduğumuzu söyledik ve geçmemize izin verdi. Suriyelilerin girmesinin yasak olduğunu söyledi bize. Fakat İtalyanlar girebilirdi. Bir şekilde sonradan gerçeği farkettiler ve bizi dışarı attılar. Bir sabah, polisin köprünün altından çıkmamızı söylemesiyle, bir başka sabah ise, “Suriyeliler ülkenize dönün” diye bağıran bir grup genç adamın attığı yumurtalarla uyandık. Sizlere de günaydın. İnsanların bize bakışı ve bizimle konuşma biçimleri o kadar yorucu olmaya başlamıştı ki en sonunda “nafarat” otellerinin birinde 2 oda tuttuk ve vaktimizin çoğunu odada vantilatörü izleyerek ve gidiş zamanını bekleyerek geçirdik.
Basmane bir yandan şu meşhur trekking rotalarına yakın yerlerdeki köylere benziyordu. Hani içinde bir sürü trekking acentası olur, turistler de hazırlıklarını tamamlamak, aynı araç-gereçleri satın almak, turları ve ücretlerini karşılaştırmak için dolanıp dururlar… Fakat burada ne turist ne de resmi acenta var, burada savaştan kaçmış insanlar hayatlarını değiştirebilecek bir yolculuk için hazırlık yapıyorlar.
Nafarat: Türkiye’den Almanya’ya yolculuk. Bölüm 1.1 sonu.
Günceye buradan devam edebilirsiniz.
***
Bu yazıdan haberdar olmamızı sağlayan Yeşil Gazete Twitter hesabı için sizi buraya Facebook içinse şuraya alalım.