Tüm zamanların en başarılı, en yetenekli, en sıradışı yönetmenlerinden biri o. İki kısa metrajlı, 13 de uzun metrajlı, toplam 15 filmle yeri yerinden oynatan, sinema dünyasının aykırı ismi. O kadar büyük, o kadar vazgeçilmez ki, film şirketinin, yönetmeni kaybetmemek adına “o ne derse o olur” deyip önünde el pençe divan durduğu adam.
1999’da kalp krizinden kaybettiğimizde 71 yaşındaydı Stanley Kubrick ve geride, izleyen herkese ilham kaynağı olan az sayıda film bıraktı. Sözüm ona yönetmenlerin çuval dolusu filmle yanından bile geçemeyecekleri her biri başyapıt “az sayıda” film. Borç harç toplayarak içine daldığı sinema dünyasını, bir efsane olarak terk etti.
Bugün, yani 7 Mart onun ölüm yıl dönümü. İstedik ki, hem bu dev ismi analım, hem de filmlerini şöyle bir hatırlayalım, hatırlatalım. Ama bu adamın filmleri buraya sığmaz tabii. İçerdiği karakterlerden, yaptığı göndermelere kadar üzerine ansiklopedi bile yazdırır Kubrick filmografisi. Peter Sellers ile olan arkadaşlığı ise bambaşka.
1. Borç harç çekilen ilk film: Fear and Desire (Korku ve İstek / 1953)
Bir uçak kazası, dört asker, ne idüğü belirsiz bir ülke… Uçak kazasından sağ kurtulan dört asker kendilerini düşman sahasına yakın bir yerde bulurlar. Askerler, kurtulmak için sandal yapmayı ve gecenin karanlığında kaçmayı planlarlar. Ama içlerinde, düşmanı öldürmek isteyen birileri vardır ve plan uygulamaya konmaz. Bu film, Kubrick’in ilk uzuna yakın metrajlı (uzun değil) filmidir ve filmin hem yönetmenliğini hem görüntü yönetmenliğini hem de yapımcılığını üstlenir, üstüne bir de montajını kendisi yapar. Tamamını sessiz olarak çeker filmin, tüm sesler ve müzikler sonradan kurgu sırasında eklenir. O kadar uğraşır, çabalar ama eşten dosttan borç alarak (50 bin dolar) çektiği bu ilk filmini hiç sevmez. O kadar ki, filmin kopyalarını Kubrick’in bizzat kendisi toplatır. Kendi filmini toplatan ilk yönetmen olarak da tarihe geçer bu hareketiyle.
2. Kubrick’in borçlarını kapatan film: Killer’s Kiss (Katilin Öpücüğü / 1955)
Her şey bir boksörün, karşıdaki evde oturan bir kadının bir adamla kavga edişine tanık olması ve onu kurtarmaya niyetlenmesiyle başlar. Ama bu yardımsever tavrı, bir ilişkiyi ve pek çok entrikayı da beraberinde getirir. Entrikaların ve karanlık olayların sebebi de patronunun Gloria’ya saplantı derecesinde âşık olmasıdır. Gördüğünüz gibi hikâyesi çok basit ve açık konuşmak gerekirse, izleyicinin “tırıvırı” olarak hatırladığı bir filmdir Killer’s Kiss. Oyunculuklar da çok matah değildir. Özellikle Gloria Price rolündeki Irene Kane’in oyunculuğu hiç göz doldurmaz. Zira Irene’in ilk filmidir bu (zaten kariyerine oyuncu yerine yazar olarak devam etti). Yine de izlenmelidir, özellikle de Kubrick’in nereden nereye geldiğini görmek, kendi halinde bir yönetmenken bir efsane haline gelişinin süreçlerine tanık olmak için izlenmelidir. Hem de üstteki filmi, hem de bu filmi çok az para kazandırır Stanley’ye, borçlarını ödeyebilir bu filmleri sayesinde. Bu filmin Kubrick kısmıyla ilgili güzel bir fotoğrafa şuradan ulaşabilirsiniz (ulaşın ulaşın nostalji olsun).
3. ‘Holivud’da bana da yer açın’ filmi: The Killing (Son Darbe / 1956)
Bu bir “son bir soygun yapıp emekliye ayrılacağım” filmi (Holivud’un bu tarz “son bir iş” öykülerinin kaymağını ne kadar süredir yediğini varın siz hesaplayın!). Johnny Clay bir soygun erbabıdır ve tüm soyguncular gibi son bir vurgun yapmak ister. Ortağı Nikki’yle birlikte bir hipodromu hedef alırlar. Yaptıkları plana göre de ortak Nikki yarışan atlardan birini vuracak, böylece herkesin dikkatini oraya çekecek, Clay de fırsattan istifade bahislerin oynandığı vezneyi soyacaktır. Ama hiçbir plan kusursuz değildir elbette. Oyunculukları, senaryosu, kurgusu, diyalogları ve kamera hareketleriyle kendini izleten iyi bir film Son Darbe. Zaten Kubrick’in adı da bu filminden sonra Holivud’da anılmaya başlanır. Kubrick’in ardılı pek çok yönetmeni, ama özellikle de Tarantino’yu çok etkilediği söylenir. Özellikle de Sherry rolündeki Marie Windsor izleyeni kendisine hayran bırakır, akıllarda yer eder.
4. Kubrick’in adını Holivud’a kazımasını sağlayan başyapıt: Paths of Glory (Zafer Yolları / 1957)
Kubrick beğenmeyip toplattığı filmden sonra bir savaş filmi daha çekti. Fear and Desire’dan iyi ders çıkarmış ki, tekrar savaş filmine soyunmaktan geri durmamış ve böyle bir başyapıta imza atmış. Filmin konusu, Fransız ordusunun, savaşmaya yanaşmayan askerlere gözdağı vermek için suçsuz askerleri idam etmesine dayanır. General Broulard, Almanlar tarafından canhıraş bir biçimde savunulan Ant Tepesi’ni ele geçirmek ister. Albay Dax’in askerleri de, ilk taarruzun başarısızlıkla sonuçlandığını görüp saldırmayı reddederler. Bunun üzerine General Mireau da kendi askerlerine, isyankâr askerlere ateş açmalarını emreder. Başrollerde Kirk Douglas, Ralph Meeker ve Adolphe Menjou yer alır. Film, askerliğe ve askeri disiplin olayına bu kadar cüretkâr yaklaştığı için İspanya ve Fransa’da yasaklanır. Filme müthiş bir karamsarlık hâkimdir (savaş filmi sonuçta, ne bekliyorsak), tüm mekânlar, diyaloglar ve karakterler travmatiktir. İdam edilmeyi bekleyiş süreci, askerlerin ölüm içerikli konuşmaları ve idam sahnesiyle izleyenin canından can alır. Bu başyapıt, The Killing’la Holivud’da duyulmaya başlanan Stanley Kubrick adını, bir daha silinmemecesine kazır Holivud’a.
Magazinel bilgi: Stanley, bu filminde “şarkı söyleyen Alman kız” olarak rol alan Christiane ile evlenir.
5. Yeryüzünün en önemli kahramanının ilham verici öyküsü: Spartacus (1960)
İşte, tarih öncesinin en bilindik, en destansı kahramanının hikâyesi. İnsanlık dışı koşullardan kurtulup, insan gibi yaşamak isteyen Spartaküs’ün ve onu takip edenlerin hüzünlü öyküsü bu. Başrollerde Kirk Douglas ve Jean Simmons var. Zaten pek çoğunuzun aşina olduğu bir öykü bu, ama yine de konusundan kısaca bahsedelim. Köle Spartaküs isyankâr halleriyle gladyatör okulunun patronunun dikkatini cezbeder ve zorlu eğitim sürecinden sonra okuldan “mezun” olur. Mezun olan her gladyatöre bir kadın hediye edilir, fakat Spartaküs, kendisine hediye edilen Varinia’ya elini bile sürmez. Ama maalesef Varinia, okulu ziyarete gelen Roma senatörü Marcus Crassus’a hediye edilir. Buna çok içerleyen Spartaküs, bir isyan başlatır ve bu isyan kısa sürede tüm ülkeye yayılır. Uzun süresiyle, uzun süren çekim süreciyle ve mutlu bitmeyen sonuyla, dönemin Holivud sinemasına terstir aslında ama fena sükse yapar, ses getirir. 9 dalda Oscar’a aday olur, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Kostüm Tasarımı dallarında Oscar’ı, En İyi Film dalında da Altın Küre’yi kucaklar. Tüm oyunculuklar iyidir ama Batiatus rolündeki Peter Ustinov’un hakkını vermek gerekir. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü de o kapar zaten.
6. Tutkulu bir yasak aşkın götürdükleri: Lolita (1962)
Çekildiği 60’lı yıllarda skandal olan filmi bu da Kubrick’in. Yazar Prof. Humbert, üniversitede işe başlayacaktır, ama başlamadan önce Charlotte Haze’in evinde konuk olur. Bu misafirliği sırasında Haze’in dünya güzeli kızı Lolita’ya âşık olur. Lolita artık Humbert’ın hayallerindedir, onu bir an için bile aklında çıkaramaz. O kadar tutkuyla bağlanır ki Lolita’ya, sırf ona daha yakın olabilmek için Charlotte’la evlenir. Kubrick’in bu yeri göğü oynatan filmi, Vladimir Nabokov’un aynı adlı romanından uyarlamadır beyazperdeye. Nabokov da filmin çekilme sürecinde bizzat bulunur, hatta Kubrick “Abi sen nasıl diyorsan öyle olsun” tadında davranır Nabokov’a. Kitapta kızın 12 olan yaşını, senaryoda 15 yapmaları bile filmi skandal olmaktan kurtaramaz. Prof. Humbert rolünde James Mason’ın, Lolita rolünde de Sue Lyon’u görüyoruz filmde. Yıllar sonra kitap bir kez daha beyazperdeye aktarıldı. 1997’de Adrian Lyne’ın yönetmenliğini yaptığı versiyonda da profesörü Jeremy Irons oynadı.
7. Ürkütücü bir kara mizah: Dr. Strangelove (Dr. Garipaşk ya da Garip Doktor / 1964)
Barındırdığı gülünç unsurları boş verin, film aslında fena halde ürkütücü bir film. Hikâyemiz Soğuk Savaş döneminde geçer. General Jack Ripper, Rusların, Amerikan halkının vücut sıvılarını kirlettiğini düşünür (sebebe bakın) ve sırf bu sebeple Rusya’ya sürpriz(!) bir nükleer saldırı yapmaya karar verir. O dönemin alışıldık devriye uçuşlarından birinde, uçuşu yapan pilota, uçaktaki nükleer silahlarla Rusya’ya saldırmasını emreder. Rus büyükelçisi de, kendi ülkesinin savunma teknolojisinde çok yol kat ettiğini kanıtlayabilmek için “Doomsday Device”tan söz eder. Başkanın danışmanlarında Dr. Strangelove da bu buluşun varlığını onaylar. Bu cihaz, SSCB’nin, kendilerine yapılacak herhangi bir saldırı karşısında kullanmayı düşündükleri ve tüm canlıları yok edebilecek güçte bir karşı tehdit silahıdır. Başrolünde Peter Sellers yer alır ve üç karakteri canlandırır (dördüncü bir karakteri de canlandıracakmış ama iptal edilmiş). Bu, “komik ama hiç de komik olmayan filmin” senaryosu da Stanley Kubrick’e ait. Filmle ilgili bir ayrıntı da, finalinin pasta savaşıyla bitmesinin planlanmış olması, hatta bu şekilde çekilmesi, fakat montajda o kısımların çıkarılmasıdır. Stanley’nin neden Kubrick olduğunu gördüğümüz film olur bu. Onca mizah unsurunu, ancak o bu kadar korkutucu kullanabilirdi herhalde.
8. Upuzun bir zaman sıçraması: 2001: A Space Odyssey (2001: Bir Uzay Macerası / 1968)
O kadar etkileyici ve ilham verici bir film ki bu, hem izleyenlere, hem de o dönemin yeni yetme sinemacılarına ilham kaynağı oldu. Şiir gibi bir 139 dakika, tartışmasız bir kült, bir şaheser. Senaryo Kubrick ve ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’a ait. Clarke’ın “Sentinel” adlı öyküsüne dayanır senaryosu (kitap filmden sonra yayınlandı bu arada). Şimdi konusunu anlatalım diyeceğiz ama nasıl anlatacağız bilmiyoruz. Şansımızı deneyelim…
Kubrick, bizi de beraberinde sürüklediği bu yolculuğa uzak atalarımızla başlıyor. Filmin en başında, bir taşın etrafında dönen, meraklı bir şekilde o taşı inceleyen maymun sürüsü görürsünüz. Sonra da, muazzam vurucu bir şekilde yüzlerce yıl ileriye, uzayda kolonileşildiği dönemlere götürüyor Kubrick bizi. Bu kadar yeter, daha fazla kasmayalım filmi anlatmak için, zira bu film gerçekten anlatılmaz yaşanır. Film, tüm sinema kalıplarını yerle bir etti izleyiciyle ilk buluştuğu yıl. Alışılmadık anlatım yöntemleri, zamanının ötesinde görsel efektleri ve tartışmalı finaliyle izleyen herkesin ağzını açık bıraktı. Tamam şimdi de Interstellar falan yapılıyor ama inanın izleyeceğiniz hiçbir bilimkurgu filmi, A Space Odyssey’in etkisini vermeyecek, şüpheniz olmasın. Bu arada filmdeki bilgisayar HAL’in harflerinin, IBM’i oluşturan harflerden bir önceki harfler olması tesadüf değildir herhalde. Monolith’i dünyaya kim mi getirdi? Kubrick’in de ifade ettiği gibi, spekülasyona açık bir konu. (Filmi izlediyseniz şu size bir nebze yardımcı olabilir.)
9. Süt içen takma kirpikli cani: A Clockwork Orange (Otomatik Portakal / 1971)
Al işte, nasıl anlatacağımızı bilemediğimiz bir film daha! Bir kere filmde tarih yok. Tarih yok ama uyuşturucu, tecavüz, hırsızlık, cinayet ve bol bol şiddet var. Her gece şiddet gösterilerinde bulunan bir çete anlatılıyor filmde. Çetenin lideri Alex, artık onlar için sıradanlaşan gündelik şiddet deneyimlerinin birinde suçüstü yakalanır ve arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılır. Hapisten çıkmak içinse önüne bir seçenek konulur: Hükümetin “topluma kazandırma” programına dâhil olmak. Alex her şeyi göze alır ve araştırmalarda denek olmayı kabul eder. Bu deneklik süreci Alex’in hayatını kaydırır.
Film, her ne kadar, uyarlandığı kitap olan Anthony Burgess’in aynı adlı kitabının yanında sönük kalsa da, toplumsal yaşamı, bireyin toplum içindeki konumunu, özgür iradeyi ve şiddeti müthiş bir dille anlatır. Kitabın sönük kalması derken bazı detayların filme olduğu gibi aktarılmamasını kast ediyoruz. Örneğin kitaptaki Alex 14 yaşındadır, ama filmdeki Alex yetişkindir. Bir de mesela kitaptaki Alex yaşıtı kızları “eve atıp” tecavüz eder, ama bunu filme aktarmak da cesaret ister tabii yönetmen açısından. Bu yüzden kitapla film arasında bazı farklar vardır. Onca şiddet dolu olaya imza atan adamların süt içmesi de ayrı bir ironidir elbette. Filmi izleyecek olanlar, “Lan nasıl yani!?!” tarzı iç sorulara hazırlasın kendini. Bir anda kendinizi dalıp gitmiş boşluğa bakarken bulabilirsiniz. Kamera arkası fotoğraflara meraklıysanız şu bağlantı sizin için.
10. Hırsların insanı getirdiği nokta: Barry Lyndon (1975)
1700’lerde geçen bu öykü, oradan oraya savrulan bir adamın dramını anlatıyor. Redmond Barry genç bir İrlandalıdır. Bir subayı düelloda öldürür ve yeni bir hayat kurmak için kaçar. Birçok maceradan sonra kendini Prusya ordusunda savaşın ortasında bulur. Savaştan sonra casuslukla görevlendirilir ve Prusya’dan kaçar. Koşullar onu Avrupalı soyluların arasına düşürür.
Üç saatlik özel bir filmdir Barry Lyndon. Özel olmasının sebebi de öyle eğlencelik, “Hadi bi’ Kubrick patlatayım bari” filmi değildir. Oturup ciddi ciddi izlemek, yorumlamak gerekir. Kahramanı ve hırsının kurbanı oluşunu izlerken, dönemin toplumsal yapısını, aristokratların şatafatlı hayatlarını ve savaşın etkilerini de izlersiniz.
11. Zaman kavramı yerle yeksan: The Shining (Cinnet / 1980)
Kalbinizi pırpır ettirecek, karnınızda kelebekler uçurtacak bir film demek isterdik ama filmin adı bile bunu dedirtmiyor. Film, hayal edebileceğiniz şiddetin çok ötesinde bir şiddet içeriyor. Çünkü ailenizden birisi çıldırıyor ve ailenin diğer üyelerini doğramaya çalışıyor. Jack Nicholson’ın hayat verdiği karakter Jack Torrence, kışın kapalı olan Overlook Oteli’nin kış müdavimi olmayı kabul eder. Jack, kış boyunca ailesiyle birlikte otelde kalmak üzere yönetimle anlaşır. Ama otelde bir sorun vardır, ilk olarak ailenin küçük oğlu Danny’nin fark ettiği bir sorun…
Zaman kavramını yerle bir eden film, size ürpertilerden ürperti beğendirir. Buna da filmde cinnetlerden cinnet beğenen Jack sebep olacaktır. Şimdi şöyle bir ipucuyla baş başa bırakalım sizi: Jack daha önce bu otelde hiç bulunmadı, yoksa bulundu mu?
Oyunculuk süper, kamera teknikleri süper, ortam fazlasıyla korkutucu. Zaten senaryo da Stephen King’in bir romanından uyarlama. Muhtelif yerlerden edindiğimiz bilgilere göre, Nicholson’ın kapıyı kırdığı sahneden önce ince bir kapı kullanılmış, fakat Nicholson tek vuruşla kapıyı parça pinçik edince normal kapıda karar kılınmış. Bir de Kubrick, filmdeki çocuk oyuncuyla, olumsuz olarak etkilenmesini önlemek için özel olarak ilgilenirmiş. Çocuk, oynadığı filmin bir gerilim filmi olduğunu da çekimler bitene kadar bilmemiş. Filmin kısacık bir versiyonuna da şuradan erişebilirsiniz.
12. Antimilitarizmin kutsal şaheseri: Full Metal Jacket (1987)
Kubrick’in, izleyeni darmadağın eden militarizm karşıtı filmi. En baştan uyaralım, gerçekten de bazı bünyelerin zor kaldırabileceği görüntüler içeriyor film. Film iki bölümden oluşur dersek yanlış olmaz herhalde. İlk bölümde eğitim alan askerler, ikinci bölümde de Vietnam Savaşı’nda çarpışır. İlk bölümde, bin bir türlü aşağılama, bağırma çağırmalar eşliğinde “asker” yaratılır; ikinci bölümde de bu askerlerden öğrendikleri şeyi uygulamaları, yani öldürmeleri beklenir. Bir yanda yaşamak zorunda bırakıldıkları savaşın yıkıcılığı, diğer yanda askeri disiplinin farklı kişilikteki askerler üzerindeki etkileri ve yine bunun yaşattığı iç yıkım. Hani filmlerle ilgili okuduklarınızda “savaşın iç yüzünü gösteren bir yapım” falan gibi ifadeler geçer ya. Hah işte onların hepsini unutun. İç yüzünü bu filmdeki kadar görebilmeniz mümkün değil. Öyle muazzam bir anlatıma sahip bu Kubrick dehası yapım.
13. Gerçek ile gerçek dışının savaşı: Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı / 1999)
Kubrick amcanın ölmeden önceki tartışmalar yaratan son filmi (hangisi tartışma yaratmadı ki!). Hatta kendisinin tamamlayamadığı, o öldükten sonra tamamlanabilen filmi. Tom Cruise ve Nicole Kidman’ın başrollerini paylaştıkları bu film, evli bir çiftin sekse dayalı maceralarını ve hayal alemlerini (kabus desek daha doğru) anlatır. Dışarıdan bakıldığında mutlu görünen bir çiftimiz var filmde; Harford çifti. Çiftimiz, New York’taki lüks bir dairede yaşar ve aslında her şey “yolunda”dır. Günün birinde Bill Harford, eşinin o güne dek kendinden gizlediği cinsel arzularını öğrenir. Bundan sonra hayatında korku ve cinsellik dolu yeni bir dönem başlar. Psikanalist Arthur Schnitzler’in Rüya adlı romanından uyarlanan bu film, gerçekten dikkat çekici bir gerilim. Gerek yarattığı atmosferle, gerekse de ışık ve renk kullanımlarıyla izleyiciyi büyüler film. Kimi izleyiciler Kubrick’in yine ustalığını konuşturduğunu söyler. Kimisi de Eyes Wide Shut’ın, Kubrick’in en kötü filmi olduğunu söyler. Her iki grubun da hemfikir olduğu nokta, filmin müziklerinin olağanüstü olduğudur.