Edebiyatımızın öykücülüğünde, insanı onun kadar içeriden anlatanı, karakterlerin kalp atışlarını onun kadar duyuranı az bulunur. Sait Faik Bey, gerçekten de aşılması güç bir kalem olarak hafızalarımıza kazındı. Yeni olsun, eski olsun her nesil, özellikle de öykücülüğe soyunan ya da sıkı bir öykü okuru olan herkes onun anlattığı balıkçıların, deniz insanının, küçük bireylerin arasında kayboldu. 1906’da Adapazarı’nda dünyaya geldiğinde geriye sayısız öykü, eser bırakacağını, ölümünden sonra annesinin yazarın adıyla bir öykü müsabakası başlatacağını ve bu yarışmanın edebiyatımızın ritüellerinden biri haline geleceğini, Atatürk’ten sonra Mark Twain Derneği’nden onur üyeliği payesi alan ikinci Türk olacağını kim bilebilirdi? Biraz Sait Faik güzellemesi oldu, farkındayım. Ama olsun; bir şeyi yerine koymak neden güzelleme yapmak olsun? Bir dipnot olarak belirtelim ki; yazarın yayımlanan ve listemizde yer almayan birkaç farklı eseri de, burada saydığımız eserlerden türemiştir. Bir de ”Bütün Eserleri” vardır.
1. Semaver (1936)
Yazarın yayımlanan ilk eseri olup babasının maddî desteğiyle basılır. Bir öykü kitabı olan eser, yazarda çokça gördüğümüz insan ve doğa sevgisiyle kaleme alınmıştır. Sait Faik’te doğa; ziyaret edilecek bir yerden çok bir evdir, desek yanlış sayılmaz. Kitaba adını veren hikâyeye bir bakalım: İstanbul’daki bir fabrikada çalışan Ali ve annesi karşımıza çıkar. Annesinin her sabah erkenden uyandırdığı Ali, evdeki semaverin kaynayışına dalar. Bu semaver onun mutluluğunun, huzurlu hayatının bir temsilidir. Bir gün annesini semaverin başında ölü bulan Ali için semaver o günden sonra bir sıcaklık sembolü değildir ve artık evde semaver kaynamaz. Eserdeki diğer dokuz öyküde de günlük hayatımızda rastlayabileceğimiz ‘’küçük’’ insanların yaşamları ve onlar için bir anlam ifade eden çeşitli eşyalarla olan ilişkileri ele alınır.
2. Sarnıç (1939)
Yazarın yayımlanan ikinci eseri Sarnıç adlı öykü kitabıdır. Hayatın içinden sımsıcak hikâyeler, belki çocuk masumiyeti ile dolu diyebileceğimiz türlü yaşam atmosferleri Sarnıç’ta da karşımızdadır. Burada esere adını veren Sarnıç’tan ve kitabın arka kapağında da alıntılanan sözle yetinelim ve sizi biraz merakta bırakalım: “Önümüzde hayat… Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk.”
3. Şahmerdan (1940)
Bir okuru, Sait Faik’in öykülerindeki içtenliği, gerçekçiliği anlatmak açısından şöyle bir cümle kurmuştur: ‘’Sanki karakterleri tanıyormuşum gibi…’’ Bunu birçok Sait Faik okurunun düşündüğünü söylemek, bu kanıya varmak zor olmasa gerek. Şahmerdan’daki öyküler, kısmen birbirinin devamı niteliğinde de görülebilir. Yirmi öyküyü bir araya getiren eser; genellikle adada geçen hikâyelerden oluşur.
4. Lüzumsuz Adam (1948)
Şahmerdan’dan sonra aradan geçen 8 yılın ardından karşımıza bugün en meşhur eserlerinden biri olan Lüzumsuz Adam ile çıkar Sait Faik. Esere adını veren Lüzumsuz Adam öyküsüne bakabiliriz: Haftanın her günü aynı şeyleri yapan, kahvesine giden, kahvenin sahibi ile Fransızca sohbet eden bir Mansur Bey vardır. Akşamları gezintiye çıkar, ardından meyhaneye gider ve her zaman olduğu gibi zurnacı zurnasının düdüklerini değiştirirken masasından kalkar. Bu kısır döngüden duyduğu zoraki mutluluk Mansur Bey’in hayatı sorgulamasına neden olur. Rutinin can yaktığı, değişiklik gerektiği düşüncesi 7 yıldır mahallesinden çıkmayan karakterimizin ‘’çizginin dışına’’ çıkma serüveniyle devam eder.
5. Mahalle Kahvesi (1950)
Mahalle çocuğu, semt gibi günlük hayatımızın içinden kavramlar Mahalle Kahvesi’nde yazarın sıcak kalemiyle karşımıza çıkar. Burada hemen, kitabın arka kapağında da bulunan, Orhan Veli’nin bir saptamasıyla devam edelim: ‘’Mahalle çocuğu, Sait’in hikâyelerinde bir iki tane değildir; birçoktur. Bunu, onun bu yaşa kadar değişmemiş mizacına veriyorum. Bence Sait Faik ne genç hikâyecidir, ne ihtiyar. Bence o, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur. Ama sakın bu hükmü onu kötülemek için söylenmiş bir söz sanmayın. Çocuk deyişim ona gençlikten daha genç bir yaş biçişimden, mahalle çocuğu deyişim de onu, ekseri mahalleden yetişenler gibi, halktan bir insan, halka bağlı bir insan sayışımdan ileri geliyor.”
6. Havada Bulut (1951)
Havada Bulut’u bazı okuyucular roman olarak da değerlendirir. Bunun sebebi, öykülerin birbiriyle içli dışlı ve bağlantılı olmasından ileri gelir. İlk öyküde karşımıza, eserdeki diğer öykülerde de göreceğimiz bir karakter çıkar. Bu kişi kimselerle pek fazla iletişim kurmayan, kendi halinde ve köpeğiyle yaşayan biridir. Bu sessiz, günlük hayatta görsek belki hiç de dikkatimizi çekmeyecek olan adamın mahzun hikâyesini anlatıcının yakın teması sayesinde görüyoruz. Köpekli adam Ahmet; hızla ilerleyen yaşam karşısında geçmişe, çocukluğa, o çağların masumiyetine özlem duyan nahif biridir. Havada Bulut anlatıcının okurla adeta karşılıklı oturup konuştuğu, hatta okurun da eserin bir görevlisi olduğu bir eserdir.
7. Kumpanya (1951)
Kumpanya’da karşımıza üç uzun öykü çıkar. Esere adını veren Kumpanya öyküsü; gezgin bir tiyatro grubunun hikâyesini anlatır. Ana aktör Saffet Ferit, tiyatro müdürü Kör Halit öyküde öne çıkan isimler. Öykü, diğer karakterleriyle beraber bir İstanbul kahvesinde yeni topluluğa ne ad verileceği tartışmasıyla açılır. Gezgin tiyatro grubu yola çıkar ve ilk duraklarında gösterdikleri performans oldukça takdir toplar. Gruba yeni dahil olan Sitare ise Saffet’le Halit’in ortak aşklarıdır. Aralarının yavaş yavaş açıldığı ikili dostluğun ağır basmasıyla barışırlar ve maceralar ardı ardına gelir.
8. Havuz Başı (1951)
Eserin adı olan Havuz Başı öyküsünde, bir adamın başından geçen dertler, tasalar, hayal kırıklıkları anlatılır. Lâkin öyle iç karartıcı cinsten değil de, Sait Faik’in dilinde olduğu gibi havadar bir şekilde. Beyazıt Meydanı’ndaki havuzun başında, kafasındaki sevgilisiyle konuşan bir adamla öykü açılış yapar. Kahramanımız kafasındaki bu diyaloglardan, konuşmalardan kendini alamaz, ancak bazen dış dünyaya geri dönüş yapar. Kitabın arka kapağında, Oktay Akbal’ın yazara dair anlattığı müthiş bir anı vardır: “Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir Boğaz gezintisini anımsıyorum. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti: ‘Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?’ Anadoluhisarı İskelesi’nin yanında küçük bir kahve vardır. ‘Haydi’ dedi, ‘mademki hikâyecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım?’ Baktım üç dört kişi oturmuş, kâğıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler… İran şahının, Atatürk’le resmi falan. ‘Bu resimleri belirtirim’ dedim. Kızdı birden, ‘Ulan!’ dedi, ‘o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be?’ “
9. Son Kuşlar (1952)
Esere adı verilen Son Kuşlar öyküsünden bahsedeyim: tabiatın cenneti kıvamında olan Adalar’ın güzellikleri, doğanın ne demek olduğunu bilmeyen fesat tiplerce mahvedilir ve bu tip insanlardan duyulan rahatsızlıklar dile getirilir. Sait Faik’in yazmakla ilgili meşhur sözü de bu eserinde yer alır: ‘’Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
10. Medar-ı Maişet Motoru (1952)
Bu eseri daha çok ‘’Birtakım İnsanlar’’ adıyla biliriz. Yazarın ilk romanı olma özelliğini de taşır. Romanın başkişisi, eski bir memur olan Ali Rıza’dır. Karısını kaybettikten sonra teselliyi içkide bulur. Melek isminde bir kıza, Hikmet adında bir de evlatlığa sahiptir. Hasta ve yoksul olduğundan dolayı, evlatlığı Hikmet çocuk yaşta işe başlar. Kızı Melek de berber çırağıdır. Talihsiz olaylar sonucunda evden kaçıp Beyoğlu’na giden ve burada bir berberde işe başlayan Melek’e Hikmet aşıktır. Dalgıçlık serüvenleri, define arayışı gibi hadiselerle roman tüm sıcaklığını koruyarak sürer.
11. Kayıp Aranıyor (1953)
Yazarın ikinci ve son romanıdır. Okullarda okutulması için 100 Temel Eser’e de giren roman, Nevin adlı karakterin mutluluğu arayışını konu alır. Nevin Avrupai bir eğitim görmüş, yaman bir kadındır. Köyün sıradan bir balıkçısı olan Cemal’le aralarında bir aşk macerası yaşanır. Nevin’in kimlik arayışı, saadeti bulmak adına çıktığı yol Sait Faik’in ‘’içeriden’’ üslubuyla eserin iskeletini oluşturur.
12. Şimdi Sevişme Vakti (1953)
Yazarın tek şiir kitabıdır. Kitaba adını veren şiirden şahane bir alıntı yapalım:
Bir kere duyursam hele
güzelliğini, tadını,
Sonra oturup hüngür hüngür
ağlasam
Boş geçirdiğim bağırmadığım
sustuğum günlere
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı
boyacı çocuğunun
Oğlu bir şiir okusa
Karacaoğlan’dan
Orhan Veli’den
Yunus’tan, Yunus’tan…
13. Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954)
17 minik öyküden oluşan eser, türlü yalnızlık hallerini anlatıyor. Yazarın ölümünden önce yayımlanan son kitabıdır. Yılan Öyküsü’nden bir alıntı: “İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de. Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.’’
14. Az Şekerli (1954)
Bilindiği üzere Sait Faik, olaydan çok durum öykülerini ele alır. Az Şekerli’de de belirli bir durumu, an zamanda hissedilenin psikolojik süreçleri işler. Bu an zamandaki durumlardan birinde, Sait Faik’in karakterlerinden biri şöyle söylüyor: “Yerimden kalktım. Aynaya doğru ilerledim. İki hanımın sessizce beni dikizlemelerine aldırış etmeden baktım. Perişan bir haldeydim. Yüzüm sapsarıydı. Gözlerim kıpkırmızı. Kenarlarından fırlayan saçlarımı toplamak için şapkamı çıkarınca şöyle parmaklarımla bir tarasam elimde kalacaklarını sandım. Şapkamı giyip kenarlardan fırlayan saçları içeriye tıktım. Dışarı çıktım. Vapur Kadıköy’den kalkmış geliyordu. Haydarpaşa İstasyonu’na baktım. Kocaman kapılarından ötede kırmızı yeşil fenerli, demiryollu, trenli, yolculu, meraklı, düşünceli, perişan, yerini bulmaya çalışan bir âlem vardı. Her gün yüzlerce tren binlerce hikâye getiriyor, binlerce hikâye alıp gidiyordu.”
15. Yaşamak Hırsı (Çeviri – 1954)
Belçikalı yazar Georges Simenon’un Fransızca yazdığı eseri dilimize Sait Faik kazandırır. Eserin tanıtım bülteninden: ‘’Romanın kahramanı Popinga, Sait Faik’in 1948 yılında yayımlanan Lüzumsuz Adam’ına benzer. Bu kitapla hikâyeciliğinde yeni bir döneme giren Sait Faik’in, anlatıcıyı anlatının içine daha çok sokma, görünür kılma çabasında, Simenon’un, kendisi hakkında yazılanlara müdahale eden, yaşamının nasıl devam edeceğine karar vermeye çalışarak var olan kurguyu bozup kendi kurgusunu yaşamaya başlayan karakteriyle benzerlikler yakaladığı söylenebilir.’’
16. Tüneldeki Çocuk (1955)
Yazarın vefatından sonra yayımlanan eseridir. Tüneldeki Çocuk adlı hikâye, eğitimli bir anlatıcının bir tünel yolculuğunda rastladığı fakir bir çocuk üzerine yaptığı gözlemlerden oluşuyor. Kitaptan: ‘’Sabahleyin evden çıkarken büyük adamlar gibi ciddi, tüccar gibi hesaplı, zeki olmayı kararlaştırıyor; akşama doğru deli dolu, hesapsız, sersem bir halde evime dönüyorum.’’
17. Mahkeme Kapısı (1956)
Yazarın röportaj kitabıdır. Burada direkt eserin açıklama yazısına geçebiliriz: ‘’Sait Faik bu kez bir ay boyunca izlediği adliye mahkemelerindeki ‘tutukluların’ öykülerini yazıyor. Bu kişiler Sait Faik’in bildik evreninin bildik yüzleri: kimsesizler, yoksullar, işsizler, balıkçılar, oyun olsun diye hırsızlık yapan çocuklar… Ve öte yanda yargının soğuk yüzünü yansıtmaktan uzak, iyicil yargıçlar çıkar karşımıza. Suçlu olarak mahkemede bulunan çoğu kişiyi, önce insan olduğunu anımsatan ayrıntılarla, onların önce bir oğul ya da bir baba olduğunu vurgulayarak anlatır Sait Faik. Aslında ona göre ortada suç da yoktur, suçlu da. Okura da hepsini tahliye etmek düşer…’’