İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, tüm dünyayı yakıp yıkmış olan bu harbin yaralarını sarmak, insanların kaybolan neşelerini yerine getirmek için gelişen iletişim araçlarının da yardımıyla iki şey ön plana çıktı: Holywood Sineması ve Pop Müzik. Özellikle 60’lı yılların başı itibariyle müzik yerel bir nitelikten uluslar arası bir pazarlama işine dönüştü. Tüm bu süre içerisinde yüzlerce grup ve sanatçı çıktı, binlerce şarkı listelere girdi. Ama bunlardan bazıları diğerlerinden sıyrılarak şan, şöhret, para ve başarının zirvesine tırmandılar. Büyük savaşlardan kurtulan insanoğlu ise insanlığından hiçbir şey kaybetmedi ve bu sefer, bu en başarılı isimleri birbirleriyle savaştırmaya, “benim dinlediğim müzik en iyisi lan” diye taraf tutup tartışmaya başladılar. Buna sanatçıların kendileri de dahil olunca kıran kırana bir mücadele başlamış oldu. İşte burada bu karşı karşıya gelmiş ve uzun yıllar müzik severlerin en temel tartışmalarından biri olmuş kapışmalardan birkaçına göz atıyoruz. Bakalım kim kimle savaşmış, kim kime ne demiş, kim kazanmış kim kaybetmiş, geriye neler kalmış?
The Beatles vs The Rolling Stones
Bu büyük savaşların ilki, 60lı yılların iki büyük müzik devi arasında gerçekleşti. 60lı yılların çiçek çocukları sürekli olarak barış ve sevgiden bahsediyorlardı ama neticesinde onlar da insandılar ve herkes gibi onların da hırsları vardı. Aslında ilk başta iki grup arasında pek bir çekişme yoktu. Hatta daha ilk dönemlerinde The Beatles, The Rolling Stones’e bir şarkı bile verdiler: I Wanna Be Your Man! Mick Jagger ve Keith Richards The Beatles’ın All Your Need Is Love şarkısında, John Lennon ile Paul McCartney de The Rolling Stones’un We Love You şarkısında arka vokallerde yer alarak birbirleri ile paslaştılar. Birbirlerinin düğünlerine gittiler, birlikte partilerde eğlendiler. Lakin gel zaman git zaman The Rolling Stones iyice bir adam olup gerek albüm satışlarıyla gerekse de müziklerinin kamuoyundaki etkisiyle The Beatles’ı zorlamaya başladı. Ondan sonra da karşılıklı genel olarak atıp tutmaya başladılar. John Lennon, The Rolling Stones’u The Beatles’ın kopyası olmakla ve Mick Jagger’ı i.ne gibi dans ediyor olmakla suçladı, Paul McCartney Amerikan özentileri dedi, Keith Richards, The Beatles öldü, ardından da solo olarak hiçbiri tek güzel bir şey bile yapamadılar, prim yapmak için bize sataşıyorlar dedi. Yine de daha sonraki çekişmelere bakınca bu beyefendiler İngilizliklerinden taviz vermeyip işi çok ileri götürmediler. Birbirlerine gömdükleri kadar birbirleriyle ilgili güzel ve hoş sözler de sarfetmekten çekinmediler.
Kazanan: John Lennnon, The Beatles dağıldıktan sonra verdiği bir ropörtajda şöyle demişti: “Bir grubu ne kadar ayakta tutabilirsiniz ve bunun anlamı ne? Bundan 20 yıl sonra 50 yaşlarına geldiklerinde The Rolling Stones hala birlikte mi müzik yapıyor olacak? O yaşlı halleriyle? Mick Jagger daha kaç sene o şekilde sahnede şarkı söyleyecek? Komik yani”. Peki ne oldu? Adamlar değil 50, 70 yaşlarında bile hala birlikteler ve dünyanın en büyük sanat miraslarından biri haline geldiler. Ve Mick Jagger! Hala deli gibi kıvırıyor, hala genç bir delikanlı kadar enerjik, popüler kültürün en büyük ikonlarından biri. Sanırım kazanan o oldu.
Kaybeden: 60lar ruhu! Sanatın ve müziğin dünyayı değiştireceğine inanıyorlardı, 70li yıllarda her şey çok daha kötüye gitti.
Geriye Kalan: İkisi de müzik tarihine de bizlere de silinmeyecek bir miras bıraktılar; daha ne olsun.
Pink Floyd vs Pink Floyd vs Pink Floyd
Abi Pink Floyd’u iki kere fazladan yazmışsın! Demeyin hemen. Konu Pink Floyd olunca, onları bir kere başka hiçbir grupla karşılaştıramıyorsun. Belki The Soft Machine? Evet bir açıdan biraz benzer bir müzik ama onların da belli bir çatışma yaratacak kadar albümleri satmadı hiç. Hem bu kendilerine özgü Pink Floyd elemanlarının rekabet içine girmeleri için başkalarına da hiç ihtiyaçları yoktu. Çünkü grup tarihi boyunca hep birbiriyle çarpıştı. İlk Pink Floyd, liderliğinde Syd Barrett olan Pink Floyd. Bu dönemden sadece bir albümleri var: The Piper At The Gates of Dawn. Ama öyle bir albüm ki başlı başına bir fenomen. Sonrasında Roger Waters önderliğindeki ikinci Pink Floyd. Daha depresif daha karanlık ama özellikle anlatmak istediğiyle daha net bir Pink Floyd var artık karşımızda. Grup Dark Side of the Moon, Wish You Were Here, The Wall gibi efsane albümler üretip insanların yüzüne modern zamanların acı gerçeklerini art arda bir tokat gibi vururken; bir yandan da hala ilk albümleri ve o albümün yaratıcısı olan Syd Barrett’la kıyaslanıyorlar ve o döneme karşı kendilerini ispat etmeye çalışıyorlardı. Seksenli yıllarda David Gilmour önderliğinde üçüncü Pink Floyd dönemi başladı. Roger Waters olmadan girilen bu dönem sanırım kimsenin favorisi değildir ama David Gilmour da öylesine bir karizma ve yetenekti ki kimse “hadiyin lan ordan” demedi. Üstelik doksanlı yıllarda o devasa konseptli albümleri canlı olarak dinleyebilme imkanı da sunuyorlardı. Sonuç olarak müzik tarihinin başkasıyla değil kendi ile en çok karşılaştırılan ve mücadele eden tek grubu olarak kaldı Pink Floyd.
Kazanan: Roger Waters diyebiliriz. Grubun ilk zamanlarda müzikal olarak en yeteneksizi ve bas çalmayı bile zar zor başaran bu elemanı, Syd Barrett sonrasında öyle olağanüstü şarkılara imza attı ki belki de pop tarihinin ilk beş lirik ustasından biri oldu.
Kaybeden: Syd Barrett! Muhteşem bir yetenek muhteşem bir yok oluş. İlk albümden sonra akıl hastalığının pençesine düştü ve yavaş yavaş yok oldu. Bu yok oluş o kadar uzun sürdü ve yarattığı müzik ile etkisi o kadar büyüktü ki Pink Floyd’un Dark Side’tan tut The Wall’a kadar tüm büyük albümlerinde grupta artık olmamasına rağmen etkisini görebilirsiniz.
Geriye Kalan: “There’s someone in my head but it’s not me” gibi delilik sınırlarında yürüyen ve hala herkesi avucuna alabilen bir eşsiz bir müzik.
Sex Pistols vs The Clash
Sene olmuş 1975, The Rolling Stones olmuş dinozor, çiçek çocuklar ölmüş, barış ve sevgi lafları boş çıkmış, işsizlik artmış, umutsuzluk ve fakirlik sokaklarda kol geziyormuş. 60lı yılların sonundan ve 70lerin başından The Velvet Underground ve David Bowie tarafından müjdelenmiş olan Punk, en sonunda yırtık pırtık t-shirtlerle, konserlerde seyircilere atılan tükürüklerle, bilinçli bir detonelikle, üç akorla, her türlü gelenek ve görenekle alay etmekle ve o zamana kadar pop dünyasında görülmemiş bir politik saldırganlıkla ortamlara dalar. Punk müziği fark edilir kılan ilk grup Sex Pistols olur. Johnny Rotten yeşil saçları, çürük dişleri, I Hate Pink Floyd t-shirt’ü ve korkunç sesi ile o zamana kadar görülmüş şey değildir. Peki ya şarkı sözleri? Tanrı Kraliçeyi kutsasın ve onun faşist rejimini der Sex Pistols, sokaklarda anarşi istiyorum diye bağırır, bu sistem sizi moron ve potansiyel bir bomba yapıyor diye ekler ve gelecek yok diye de noktalar. Sex Pistols’un şarkıları tüm yasaklamalara karşı listeleri alt üst ederken benzer gruplar ardı ardına ortaya çıkar. The Clash bunlar arasında Sex Pistols kadar başarıya ulaşmış tek gruptur. Aslında onun öncesinde bir country şarkıcısı edasıyla takılan Joe Strummer, The Sex Pistols’u sahnede ilk gördüğü akşam punk müzik yapmaya karar verir: “ha siktir” der “adamlar bizden bin ışık yılı ilerideler”. Sex Pistols, The Clash’ten nefret etti. Yaptıkları müzik yıkıcı değil yapıcıydı. The Clash apartman çocuğuydu. The Clash poptu. The Clash ambajlanmış bir reklam ürünüydü. Bunları derken Sex Pistols ilk albümlerinin ardından dağıldı. Meydan The Clash’e kaldı. Onlar da London Calling, Sandinista ve Combat Rock gibi efsane albümler yapıp müzik dünyasını ve gelecek nesilleri en çok etkileyen gruplarından biri oldular.
Kazanan: Kesinlikle John Lydon (nam-ı diğer Johnny Rotten). No Future diye bağırırken bugün Los Angeles’ta havuzlu bir malikanede para saymaktadır. Kendisine bu konu sorulduğunda, tam da karakterine yakışır bir cevap vermiştir: Evet no future dedim ama no future for you dedim o şarkıda sizi ezikler…
Kaybeden: Johnny Rotten’ın bilinçli teatral punk söylemini gerçek sanıp kendi vücudu üstünde uygulayan Sid Vicious. Konserlerde kendini kesti, uyuşturucuya balıklama atladı, kendine zarar vermek için elinden yaptı ve 21 yaşında bir otel odasında ölü bulundu.
Geriye Kalan: The Offspring! Yüce punk sen nelere kadirsin.
The Smiths vs The Cure
Seksenler müziği denilince çoğunluğun aklına o cıstık cıstık ritimlerle dolu müzik gelir. He bir de ülkemizde ardı arkası kesilmeyen seksenler partileri. Oysa çoğunluğun sevdiği şeyler ne zaman iyi olmuştur ki! Seksenlerde albümleri deli gibi satmayan, listeleri alt üst etmeyen ama günümüze birer fenomen olarak kalmış gruplardan ikisi The Smiths ve The Cure’dur. The Cure, ilk singleları Killing An Arab ile kökenlerini Albert Camus ve Yabancı romanından alırken, The Smith köküne kadar Oscar Wilde ve Dorain Gray idi. Bu zıtlığa rağmen karşılaştırıldılar mı? Evet! Onlar birbirine düşman kesildi mi? Tabi ki evet! The Cure’a göre The Smiths’in müziği pembe dizi gibiydi. Hep bir ağlaklık hep bir şikayet hep bir duygu sömürüsü. Morrissey ise The Cure için şunları söyledi: “Müzikleri McDonalds gibi. İğrenç bir tadı var. Onları bir McDonalds’ın içine koyup bombalamak lazım. Böylece dünya iki gereksiz şeyden kurtulmuş olur”. Morrissey zaten hoşuna gitmeyen her şeyi yakıp yıkmak isteyen bir zat. Seksenler müziği hakkında yazdığı Panic şarkısındaki sözleri hatırlayın: Burn down the disco, hang the blessed dj!
Kazanan: Depeche Mode! Nasıl oldu kimse bilmiyor.
Kaybeden: Johnny Marr. The Smiths’in bu süper yetenekli gitaristi hiçbir zaman hak ettiği ilgiyi ve takdiri göremedi.
Geriye kalan: Hayata dair bir avuç umut çünkü “there is a light that never goes outL”
Metallica vs Megadeth
Tabi bir de Metal müzik diye bir gerçeğimiz var. Bu müziği yapanlar müziğin yapısı itibariyle sanırım zaten sert mizaçlı kişilerdir; en azından bizlere kendilerine o şekilde sundukları kesin. Metal müziğin en hey hey dönemlerinde bu müziğin o devir için en önde gelen ismi Metallica ve Megadeth bir süre sonra birbirlerine düştüler. Megadeth’in asıl adamı Dave Mustaine zaten eskiden Metallica’nın bür üyesiydi ama dengesiz tavırları ve aşırı alkol tüketimi nedeniyle gruptan atıldı. Ondan sonra Metallica aldı yürüdü; Megadeth piyasaya birkaç sene sonra düştü. Mustaine, Master of Puppets ve And justice For All gibi kimi şarkıların gitar partlarını kendisinin yazdığını ileri sürdü. Metallica elbette iddiayı kabul etmedi. Karşılıklı suçlamalar eşliğinde, bizim memleketin uzun saçlı ağabeyleri de dahil olmak üzere herkes hangisinin “daha iyi” bir grup olduğunu tartışmaya başladı. Bu arada Dave Mustaine ve Metallica üyeleri sürekli olarak birbirleri hakkında atıp tutmaya devam ettiler. Müzik dergilerinde iki tarafın birbiri hakkında laf ettiği bir hafta yok gibiydi. Ama metal müzikte zaten genel olarak bir barış hiç olmadı ki! Metallica, Megadeth, Slayer, Testament, Anthrax ve bir sürü diğerleri arasında geçen kim daha büyük tartışması gruplara milyonlar kazandırırken, onları dinleyen milyonlar için de iyi bir çene jimnastiği oldu.
Kazanan: Bu ülkede bir dönem seksen yaşındaki nineden pazardaki limoncu amcaya kadar herkes Metallica t-shirtü giymişse, elbette Metallica!
Kaybeden: Akmar Pasajı. Güzel bir kültür satanist suçlamalarıyla en sonunda ikinci el KPSS merkezine dönüşüverdi.
Geriye Kalan: 2006 yılında Eurovision’u kazanan Finlandiyalı heavy metal grubu Lordi ve onunla dil temasına giren Sibel Tüzün.
Nirvana vs Pearl Jam
Seksenli yılların o ışıltılı abartılı bol makyajlı müziğine hiç beklenmedik bir yerden tokat geldi ve bir anda yok olup gitti. ABD’nin en çok yağış alan en depresif şehri Seattle’dan Grunge adı verilen bir müzik yükseldi ve dünyayı eline geçirdi. Olay Nirvana’nın Smells Like Teen Spirit şarkısı ile başladı, kısa süre sonra Pearl Jam sahneye çıktı ve gelmiş geçmiş en saçma grup isimlerinden birine sahip olsalar da Black, Alive, Jeremy gibi şarkılarla farkı hemen kapattılar. Bu iki büyük grunge devi tabi anında birbirine düştü. Kurt Cobain’e göre Pearl Jam grunge değildi hatta müzikleri ile grunge’ın eleştirdiği her şeyi kapsıyordu. Tabi bol bir distortion ile. Pearl Jam de durur mu? “Kurt çok konuşmasın, o daha bir bebeyken bizim konserlerimizde bizim yaptığımız müzik ile büyüdü” dediler. Pearl Jam’in efsanesi Eddie Vedder, Kurt Cobain’i bir şarkı sözüyle uyardı: Kurt, don’t go on me! Kısa süre sonra Kurt Cobain intihar etti ve Pearl Jam hemen baltaları toprağa gömdü. Eddie Vedder, her aldığı ödülde, dönemle ilgili her konuşmasında Kurt Cobain’i şükran ve özlemle andı.
Kazanan: Plak Şirketleri. Dönemin önde gelen plak şirketleri bu Seattle’ın salaş barlarında sarhoşlara şarkı söyleyen yetenekli çocuklarını gayet asgari ücretlerle plak şirketlerine bağladılar ve büyük paralar kazandılar. Üstelik bu çocuklar seksenlerin artık bitmiş, sıkıcı ve satmayan müziğini de yok edip piyasayı enerjileri ile yeniden ayağa kaldırmışlardı. Bir de üstüne grunge rüzgarıyla İngiltere’de Britpop patlayınca değmeyin kapitalistlerin keyfine.
Kaybeden: Kurt Cobain. Biraz huzur istiyordu sadece.
Geriye Kalan: Oduncu gömlekler ve bunalım hırkaları.
Blur vs Oasis
Tüm bu kapışmalar arasında belki de en bilineni ve en çetin geçmiş olanı bu iki güzide İngiliz grubu arasında yaşanmıştır. Diğer tüm örneklerde bir şekilde dostluk kazanırken, grup üyeleri bir şekilde bazen olayı gazlayıp bazen “ya saçmalamayın arkadaşlar yok öyle şey ben onları çok severim” şeklinde gazetecilere konuşurken bu iki grup inadına birbirlerinin üstüne açık açık yürümüşlerdir. Kapışma o kadar çetrefilli bir hale gelmiştir ki The Fight of Britpop diye gazetelerde sür manşet verilmiş, BBC dahil olmak üzere tüm kanalların ana haber bültenlerinde uzun uzun tartışılmış, olayın içine akademisyenler ve siyasetçiler bile dahil olmuştur. Tam bir yapay gündem yani. Olay kimin daha “büyük” olduğunu ortaya atan NME dergisi ile başlamış, bu genç İngiliz arkadaşlar da hemen gaza gelmiştir. Damon Albarn, Oasis için ucuz bir müzik derken, Noel Gallegher vur dedik öldürdün misali, “Blur’un yaptığı o karı kılıklı müzikten nefret ediyorum. Gitaristi tanırım iyi çocuktur, bateristlerine de diyecek bir şeyim yok ama o dangalak basçıları ve Damon Albarn umarım Aids kapıp geberirler” diyecek kadar ileri gitmiştir. İş burada kalmamış her iki grup yeni çıkacak albümleri öncesinde singlelarını aynı gün piyasaya sürmüşlerdir. Gün sonunda Blur’un Country House’u, Oasis’in Roll With Me’sinden daha çok satmıştır ama albüm satışlarında, konserlerde toplanan kalabalıklarda, Amerika’da fenomen olma konusunda da Oasis tabir-i caizse Blur’u tepetaklak etmiştir. İki grubun arasında husumet uzun yıllar dinmemiştir. Ta ki en sonunda Noel Gallegher, Damon Albarn için lan adam Gorillaz’ı yaptı, kendi solo işlerini yaptı kalktı en sonunda opera yazdı, oha daha ne yapsın, diyecek sözüm yok hakim bey diyene kadar. İkili uzun yıllar sonra kucaklaşıp barıştılar.
Kazanan: Bu olay için şöyle denir; Blur muharebeyi kazandı ama savaşı kaybetti. Bizce durum tam tersi. Amacımız kimseyi kırmak değildir şurdakini buraya koymak değildir ama Blur karşımıza Parklife, Country House, Song 2, Caramel, Out of Time gibi sürekli değişen ama her seferinde olağanüstü şarkılarla gelirken, Oasis, i’m feeling supersonic/give me gin and tonic’in pek ötesine geçememiştir.
Kaybeden: Liam Gallagher. Noel’in kardeşi olur bu bilmeyenler için söyleyelim. Adam o kadar kibirli ve kendini beğenmiş ki sonunda kendi kardeşini bile (-ki tüm şarkıları yazan Noel’dir) kendinden nefret ettirmeyi başarıp Oasis’in yıkılmasına neden oldu. Şimdi ortamlarda boş boş takılıyor.
Geriye Kalan: Doksanlar müziği yani bir çoğumuzun çocukluğunu hatırlatan o güzel şarkılar.