İlla ki sevgilinizle diz dize göz göze film izleyip aşkınızı yaşayın demiyorum, yalnızlığınızın tadını da çıkartabilirsiniz. Hem Paris aşıkların şehri olduğu kadar yalnızların şehridir de. Bir kahve yapıp, battaniye altında enfes bir film izlemeniz için, işte karşınızda en unutulmaz Paris filmleri.
Aşk, tutku ve ideolojilerin birlikteliği: The Dreamers (Düşler, Tutkular ve Suçlar)
Mevzuya biraz ağır bir filmle girdik belki ancak bu film sarıp sarmalayıp kenarda sakladıklarımızdan biri. Bernardo Bertolucci’nin nefis eseri 1968 Paris’inde geçiyor. Müzikleriyle de dikkat çeken filmde dönemin ruhuna bağlı ve tutkulu gençlerle karşılaşıyoruz.
Isabelle ve Theo kardeşler, ailelerinin tatile çıkması sebebiyle evde yalnız kalırlar, tam bu döneme denk gelir Matthew ile tanışmaları. Sinemaya olan ilgileri üçlünün en büyük ortak özelliğidir. Aralarındaki sohbetler, cinsellik ve dönemin devrim sesleri filmin temel yapıtaşlarını oluşturuyor. İzlerken filmin sanatsallığı ve estetiğinin yanı sıra Eva Green’in oyunculuğuna ve güzelliğine bir daha hayran kalacaksınız. He tabii diğer iki başrol de; Michael Pitt ve Louis Garrel. Bazı şeyleri sorgulamak için oldukça uygun bir film.
Farklı hayatlar, farklı hikâyeler: Paris, Je T’Aime (Paris, Seni Seviyorum)
“Ben uzun bir filme odaklanmak yerine kısa kısa hikâyeler izlemeyi tercih ediyorum” diyorsanız Paris, Je T’Aime tam da size göre bir film. 18 aşk hikâyesinin yer aldığı Paris Je T’Aime, her bir öyküsüyle sizi koltuğa sabitlemeyi başarıyor. Filmin çekim aşaması dört yılı aşkın bir süreyi alırken yönetmen koltuğunu da 22 isim paylaşıyor. Film; aşk, Paris, etkileyici ve farklı hikâyeler ile dolu bir serüven vaat ediyor.
Tesadüflerin filmi: Before Sunset (Gün Batmadan)
Romantik serinin ikinci bölümü olan Before Sunset; Budapeşte’den Viyana’ya doğru yola çıkan bir trende karşılaşan Jesse ve Celine’nin aralarında başlayan ilginç ilişkinin devamı niteliğinde. Amerikalı yazar Jesse ve romantik Fransız Celine daha ilk karşılaşmada yıllardır aradıkları eşlerini bulduklarını hissedip derin konuşmalara dalarlar. Bir sonraki gün tekrar buluşacaklarını umut ettiğimiz çift, tam dokuz yıl sonra tekrar bir araya gelir. Filmlerdeki uzun diyaloglar sizi sıkmak yerine filme kilitliyorsa, Before Sunset tam size göre bir seçim.
Richard Linklater’ın yönettiği, başrollerini Ethan Hawke ve Julie Delpy’nin paylaştığı film tam anlamıyla bir fenomen haline gelmiş durumda. Önümüzde farklı bir aşk hikâyesi, fonda bu hikâyeye en uygun şehir Paris…
Tamam mı, devam mı?: Three Colors: Blue (Üç Renk: Mavi)
Krzysztof Kieślowski’nin efsane üçlüsünü (Blue, White, Red / Mavi, Beyaz, Kırmızı) bilmeyen yoktur. Hatırlayacağınız üzere serinin Mavi’si Paris sokaklarında geçiyordu. Üçlemenin ilk filminde, bir kazada kocasını ve kızını kaybeden kahramanımız Julie’nin (Juliette Binoche) dramatik direnişine tanık olduk.
Karşısına pes etmek ya da yaşama tutunmak seçenekleri çıkan Julie, yaşama tutunmayı tercih ediyor. Julie’nin bu seçimi uğruna mücadelesi, seçiminin getirileri ve başına gelenler ekseninde gelişen Mavi, sakin bir akşamda izlemelik.
Fransızlar daima saşırtır: 2 Days in Paris (Paris’te 2 Gün)
New York’ta yaşayan çiftimiz Marion ve Jack İtalya seyahatine çıkarlar, dönüşte ise iki günlüğüne Marion’un büyüdüğü şehir olan Paris’e uğrarlar. Ama Marion’un ailesiyle ve eski arkadaşlarıyla geçirilen iki günün hayatlarında bu denli çalkantılara sebep olacağını tabii ki bilemezler. Tam bir Fransız olan Mairon’un umursamaz tavırları, şehrin her köşesinde karşılarına çıkan eski sevgilileri ve ailesinin patavatsızlıkları iki yıldır birlikte olan çiftin, bilmedikleri yüzleriyle karşılaşmalarına sebep olur.
Adam Goldberg ve Julie Delpy’nin başrollerini paylaştığı film, Julie Delpy yönetmenliğinde karşımıza çıkıyor. Eğlenceli bir film mi istiyorsunuz, Paris’te 2 Gün doğru seçim.
Bir Paris kaçamağı: Le Week-End
Nick ve Mag, 30’uncu evlilik yıldönümlerinde Paris’e gitmeye karar verir. Hem bir kutlama hem de ilişkilerine heyecan katma peşinde olan çift, unutamayacakları bir tatil için ilk adımı atmış olur. Seyahat hazırlıkları sırasında yaşanan problemler ve seyahatin daha ilk anlarında katıldıkları bir davet, enteresan olayların çorap söküğü gibi ilerleyeceğinin işaretidir aynı zamanda.
Yönetmen Roger Michell’ın görüntüleri ile sizi etkilemeyi başaracağı filmde Jim Broadbent ve Lindsay Duncan usta oyunculuk performansları ile göz dolduruyor. Filmin sizi epey güldüreceğinin sözünü verebiliriz. Le Week-End, Paris’te biraz kafa dağıtmak ve eğlenmek için birebir.
Masalsı bir senaryo: Midnight in Paris (Paris’te Geceyarısı)
Paris’te henüz adımınızı atmadıysanız, bu filmden sonra acilen gitmek isteyeceğinize eminiz. Gayet sıradan bir film olarak başlayan Midnight in Paris, evlenmek üzere olan Amerikalı çift Gil ve Inez’in Paris’i ziyaret etmesiyle hareketlenir. Gil’in geceleri Paris sokaklarındaki gezintileri, edebiyat tutkusu ve Paris sevdasının etkisiyle sürreal hikâyelere dönüşür. Gil, bu gece hikâyelerinde edebiyat ve sanat dünyasından ünlülerle karşılaşıyor ve onlarla tanışıyor.
Woody Allen yönetmenliğindeki filmin başrollerinde Owen Wilson ve Rachel McAdams’ı görüyoruz. Siz de geçmiş dönemleri, günümüze yeğliyorsanız bu filmin içinde kaybolup gitmeniz muhtemel. “Ah keşke şimdi o zamanlarda olsaydım…” dediğinizi duyar gibiyiz.
Asla yemem demeyin: Ratatouılle (Ratatuy)
Klasik Paris filmleri listelerinin çizgisinden biraz çıkıp, derlememize bir de animasyon ekliyoruz. Remy aşçı olma hayaliyle yanıp tutuşan şişman bir faredir. Hayalleri uğruna Paris’e gitme kararı alır ve kader bu ya şehrin en iyi restoranının kanalizasyonuna denk gelir. Bu şansı da kullanarak, farelerden iğrenen insanlara hünerlerini sergilemek için zorlu bir mücadeleye girer.
Brad Bird ile Jan Pinkava’nın yönetmen ve senaristliğini üstlendiği film, Akademi Ödülleri’nde “En İyi Animasyon Film” ödülüne layık görüldü. Biraz kafanızı dağıtmak isterseniz, Ratatoulille birebir.
Giyinmek bir sanattır: Coco Before Chanel (Coco Chanel’den Önce)
Filmde Coco Chanel ismiyle tanıdığımız, asıl adıyla Gabriella Chanel’in sektördeki yükselişi, hatta kendi sektörünü yaratışı ve cesur görüşlerine tanık oluyoruz. Chanel’in yetimhanede başlayan zorlu hayatına, kabare şarkıcılığı ve sonrasında da dünyanın en önemli modacılarından biri olma yolunda emin adımlarla ilerlemesi filmi izleyen herkeste büyük hayranlık uyandırıyor.
Audrey Tautou’nun muhteşem oyunculuğu “Bu rolü ondan başka kimse oynayamazdı” dedirtiyor. Biyografi filmi sevenler, Coco Before Chanel’i bir an önce film listenize ekleyin diyoruz. Tam bir başarı hikâyesi diyebileceğimiz film, moda sevdalılarını ayrıca cezbedecek.
Farklı dünyaların aşkı: Angel-A
Hikâyesi ve akıcılığıyla sizi ekrana kilitleyeceğini garanti edebileceğimiz Angel-A, tahmin ettiğinizden çok daha romantik ve masum bir konuya sahip. Hayatın çok da cömert davranmadığı kahramanlardan biri olan Andre, yaşamını dolandırıcılıkla sürdürür. Başına bin türlü bela ve borç açılan Andre’nin tam tüm ümitleri tükendiği sırada karşısına melek Angela çıkar. Yaşadığı zor durumdan kurtulması için gönderilen Angela, Andre’nin hayatında çok şeyi değiştirecektir.
Jamel Debbouze ve efsanevi güzellikteki Rie Rasmussen’in başrollerini paylaştığı film tam bir hüzünlü aşk hikâyesi. Luc Besson usta yönetmenliği ile bize filmde unutamayacağımız bir sürü sahne bırakıyor.
Not: Siyah-beyaz çekilen film sizi ayrı bir boyuta taşıyor.
Hüzünlü bir başarı hikâyesi: La Vie En Rose (Kaldırım Serçesi)
Hafızalarımıza kazınan Edith Piaf’ın yaşam öyküsünü konu alan film, tam bir biyografik başyapıt. Ünlü şarkıcının çocukluğundan ölümüne dek hayat öyküsünü ele alan film, bize sanatçının hiç bilmediğimiz yönlerini de gösteriyor. Efsane şarkıcının başarıları, hızla yükselişi, çocukluğunda yaşadığı zorluklar, özel hayatındaki çalkantılar, sevinçleri ve hayalkırıklıkları bu filmde bir araya geliyor.
Olivier Dahan’ın yönetmen koltuğunda oturduğu filmde Kaldırım Serçesi’ni unutulmaz performansıyla Marion Cotillard canlandırıyor. Sevinç, üzüntü, umutsuzluk ve şaşkınlık gibi birçok duyguyu bir arada yaşamak istiyorsanız bu filmi mutlaka izlemelisiniz.
İyiler her zaman kazanır: Amelie
Amelie’nin listede olup olmadığını heyecanla bekliyordunuz itiraf edin. Olmaz mı, tabii ki var. Jean-Pierre Jeunet’in unutulmaz fimi birçoğumuzu kendisine hayran bıraktı. Amelie’nin saçlarından etkilenen kızlar furyasından hiç bahsetmeyeceğim korkmayın. İzlemeyenler için kısaca filme değinmek gerekirse; Amelie’yi tanıtmak gerek öncelikle.
Amelie anne ve babasını kaybetmiş, aslında çok derin yaralarla bezeli ama hayat dolu bir genç kadın. Başkalarını mutlu etmek için büyük çaba sarfeden kahramanımız, hayalperestlik konusunda da çok iddialı. Şu kapitalist dünyadan ve sorunlarınzdan uzaklaşmak için Amelie doğru bir seçim olabilir. Daha önce izleyenler için de, defalarca izlemelerinde hiçbir sakınca olmadığını ve her defasında ayrı bir tat alabilecekelerini hatırlatmama gerek yok herhalde. Bu arada Amelie’yi muhteşem oyunculuğuyla Audrey Tautou canlandırıyor.
Aşkta korkaklık olmaz: Love Me If You Dare (Cesaretin Var mı Aşka?)
En masum aşk hikâyelerinden birinin işlendiği Love Me If You Dare (Cesaretin Var mı Aşka?), Yann Samuell yönetmenliğinde çekilen çarpıcı bir film. Çocukluk aşkı kavramına inanmanız için ciddi bir etmen olabilecek film, Julien ve Sophie’nin daha çocukken başladıkları tuhaf bir oyunu konu alıyor. Yetişkinlik dönemlerinde de sürdürdükleri oyun, gittikçe iddialı ve korkusuz bir hal alır.
İkili, süreç içinde birbirlerinin ruh eşi olduklarını ve aralarındaki aşkı farketmeye başlar. Sürükleyici film, masum aşka olan inancınızı geri kazandırmaya niyetli gibi. Yıllar sonra dahi izlemekten keyif alacağınız filmin başrollerinde Guillaume Canet ve Marion Cotillard’ı görüyoruz.
Önyargılar kırılabilir: Paris – Manhattan
Sophie Lellouche’in farklı fimi Paris-Manhattan’dan da bahsetmezsek olmaz! Woody Allen takıntılı bir eczacı olan kahramanımız Alice bir gün tesadüf eseri, daha önce hayatında hiç Woody Allen filmi izlememiş olan Victor ile tanışır. Alice ilk başta Victor’dan hiç hoşlanmayacağını düşünse de, kısa zamanda yanıldığını anlar. Başrollerinde Alice Taglioni ve Patrick Bruel’i izlediğimiz filmde Woody Allen’ı görme şansını da yakalıyoruz.
Tutkular dizginlenebilir mi?: Last Tango in Paris (Paris’te Son Tango)
Film, kafa karışıklığı yaşayanların uzak durması gereken türden bir yapıt. Zira filmin kendisi de derin kafa karışıklıkları barındırıyor. Evlenmek üzere olan Jeanne, oturacakları evi ararken hayatını değiştirecek olan adamla, Paul ile karşılaşır. Aralarında tutkulu, ihtiraslı ve en önemlisi yasak bir ilişki başlar.
Bernardo Bertolucci’nin unutulmaz eserlerinden Last Tango in Paris, sizi tutkulu bir aşk hikâyesine sürüklüyor. Filmin başrollerini Marlon Brando ve Maria Schneider paylaşıyor.
Aşkın yaşı olmadığının kanıtı: Cheri (Aşkım)
Filmde, genç bir adama aşk oyunları öğreten bir kadın olarak karşımıza çıkan Michelle Pfeiffer, büyüleyici güzelliğiyle bizi filme bağlıyor. Filmin esas konusu; zengin erkekleri baştan çıkarma konusunda usta olan 49 yaşındaki Lea de Lonval ve 19 yaşındaki Fred’in tutkulu aşkı. Stephen Frears yönetmenliğindeki film, romantik komedi ve dram özellikleri taşıyor.
Tutku, ihtiras ve aşk üçgeninde ilerleyen Cheri, müzikleriyle de sizi ekrana kilitleyecek harika bir dönem filmi. Paris, farklı ve renkli bir aşka tanıklık ediyor bu defa.