Osmanlı döneminde idamına hükmedilen kişi, bir bahaneyle saraya davet edilir, Arz Odası’nda huzura çıkartılırdı. Padişah iki elini şaklatıp “Bostancıbaşı” diye gürlediğindeyse davetli, bunun hayatındaki son davet olduğunu anlardı. Osmanlı’da saraya davet, bazen ölüme davet anlamına gelirdi. Sadece padişah tarafından atanan ve başka hiç kimseden emir almayan Bostancıbaşı, cellâtların âmiriydi.
Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnamesinde “Billah hiç birinin çehresinde nur kalmamış zehir gibi âdemlerdir” diye bahsettiği Meydân-ı Siyâset Ustaları’nın ne iş yaptıkları bilinse de, bilinmeyen pek çok yanları vardı.
1. Kırmızı kadehte ölüm fermanı
Mahkûmlar sonlarını, Bostancıbaşı’nın getirdiği kadehin renginden anlarlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse idam edileceğine işaretti. İdamdan affedilmenin karşılığı ise sürgündü.
2. Cellatlar hem sağır hem dilsizlerdi
Özellikle Hırvatlardan veya çingenelerden seçilen cellatların en önemli özellikleri hem sağır, hem de dilsiz olmalarıydı. İnfaz edecekleri kişinin çığlıklarını duyup etkilenmemeleri, yalvarmasıyla merhamete gelmemeleri ve sır saklamaları için bu vazife sağır ve dilsizlere verilirdi. Hatta cellat olacak kişilerin işe başlamadan önce dilleri kesilirdi.
3. Onlara Meydân-ı Siyâset Ustası denilirdi
İdam kararı alınan kişi önce Topkapı Sarayı’nın ana giriş kapısı olan Bâb-ı Hümâyun ile sarayın ikinci kapısı olan Bâb’üs Selâm arasında bulunan Cellat Çeşmesi’nin önüne getirilir, burada celladın kılıç darbesiyle infaz gerçekleştirilirdi. Cellatlar kanlı palalarını, satırlarını, meydandaki bu çeşmede yıkarlardı. Siyasi mahkumların infazı da burada yapıldığından bu çeşmeye Siyaset Çeşmesi, cellâtlara ise Meydân-ı Siyâset Ustası denilirdi.
4. Kelleler teşhir edilirdi
İnfazı gerçekleştirilen vatan hainlerinin kelleleri halkın ibret alması amacıyla, Cellat Çeşmesi’nin karşısında bulunan Seng-i İbret (İbret Taşı) ile Bâb-ı Hümâyun’un nişlerine asılır ve üç gün süreyle burada teşhir edilirdi. (Fotoğraf Edirne’de bulunan ibret taşına aittir.)
5. Hanedan mensuplarının kanı akıtılmazdı, çünkü…
Sıradan mahkûmların cezalarını diğer cellâtlar yerine getirirken, devlet adamlarının ve mühim şahsiyetlerin infazını cellatbaşı gerçekleştirirdi.
Yeniçerilerin kellesi cellat satırıyla vurulurken, kanı kutsal sayılan hanedan mensupları boğularak infaz edilirdi. Bu yüzden Osmanlı şehzadelerinde genellikle yay kirişi kullanılırdı.
6. Mezar taşları yazısız ve özensiz yapılırdı
Osmanlı döneminde sanat eseri denilecek güzellikte mezar taşları yapılmış olsa da cellat mezarları özensiz olurdu. 1.5 metre boyundaki, yazısız ve şekilsiz mezar taşlarına, bu dünyada yeterince ah alan cellatlar öbür dünyada rahat etsinler diye isimleri bile işlenmezdi. Kimse mezarının onlarla birlikte olmasını istemediği için de gözlerden ırak yerlere gömülürlerdi. Dünyada bir örneği daha bulunmayan, İstanbul’un Eğrikapı ve Eyüp semtlerindeki cellat mezarları günümüzde de değer görmüyor. Koruma altına alınmayan mezar taşlarından sadece birkaç tanesi ayakta duruyor.
7. Bir gecede 19 kardeş
Üçüncü Mehmed, 19 çocuk ve yetişkin şehzade kardeşlerini bir gecede dilsiz cellatlara boğdurmuştu. Ertesi gün Divanı Hümayun avlusuna üzeri kıymetli örtüler, kıymetli taşlarla bezenmiş sorguçlar ve kavuklar bulunan 19 şehzade tabutu konmuştu.
8. Kelle koltukta gezmek
Cellâtlar, Müslümanların kesik başlarını cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına, Müslüman olmayanlarınkini ise yüzükoyun yatırarak kıçlarının üzerine koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey Müslüman görevlileri arasında, “Kelle koltukta geziyoruz” ifadesi çok kullanılırdı.
9. “Emr-i ferman yerini bulmuştur Hünkârım”
İdam edilen kişi İstanbul dışındaysa, kesilen başı bozulmasın diye bal dolu bir torbaya koyulur, sultanın huzuruna öyle getirilirdi. Bir tepsiye koyulan kesik baş, “Emr-i ferman yerini bulmuştur Hünkârım” denilerek padişaha gösterilir ardından da ibret taşına koyulup üç gün teşhir edilirdi. Beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü. Bu sebeple, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı sebebiyle başı kesilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır.
10. Ceset de malı da cellada kalırdı
İdam edilen kişinin üzerindeki kıymetli eşyalar, para ve giyecekleri cellâdın malı sayılırdı. Cesedini ise cellat ister atar, isterse ölünün yakınlarına satardı. İdam edilenlerin üzerinden çıkan eşyalar senede bir veya iki defa yapılan cellat mezatında satılır, geliri cellâtlar arasında paylaşılırdı.
11. Diğer cezalar idamdan beterdi
Pâyitaht dışında idam edilen isyancıların kesik başlarının İstanbul’a getirilip saray kapısı önünde yere atılması, ibret taşlarına dizilmesi, mızraklara geçirilmesi, yakalanan eşkıya reislerinin çengele vurulması veya kazığa geçirilmesi, çarmıha gerilip at sırtında gezdirilerek teşhir edilmesi Sultan Abdülmecid’e kadar sürüp giden diğer ceza yöntemleriydi.
12. Osmanlının en meşhur celladı Kara Ali’ydi
Osmanlı tarihindeki en meşhur ve en korkunç cellatlardan biri Kara Ali’ydi. Sultan İbrahim’in de cellâdı olan Kara Ali, padişah cellâdı olarak tarihe geçti. İri yarı bir adam olan Kara Ali, yaz kış çıplak dolaşır, sağ omzunda çapraz takılmış yalın bir kılıç taşırdı. Kuşağından kement ve çeşitli işkence aletleri sarkar, bu görünümü ile etrafa dehşet saçardı.