The Revenant gösterime girdiği andan itibaren sadece ülkemizde değil tüm dünyada insanların sosyal medyada en çok konuştuğu ve geyik ürettiği konulardan biri Leonardo DiCaprio’nun artık Oscar almak için kendini ayılara parçalattığı oldu. Oyunculuğu tüm hepimizce onaylanmış ve tasdik edilmiş olan Leonardo DiCaprio’nun bir Oscar’ının olması bizler için o kadar önemli bir konu oldu ki dört gözle bu yılın ödül töreninin gelmesini bizler de en az onun kadar bekliyoruz. Bu sohbetin altında yatan şöyle bir durum da var. Leonardo DiCaprio’nun bir Oscar alması gerek çünkü bunu hak etti diyoruz. Aynı yıllar boyunca Martin Scorsese için söylendiği gibi. Birileri Oscar ödülü almayı hak edip de alamıyorsa demek ki birileri de bu ödülü hak etmeden alıyor. Hak edip de alamayanları övdüğümüz kadar hak etmeden alanları da bir güzel yerelim o zaman. İşte karşınızda Oscar’ı en hafif ifadeyle nasıl aldıkları anlaşılamayanlar ya da kabaca hak etmeden alanların listesi…
Crash (2005)
2005 yılında en iyi film ödülünü kazanan açıklandığında tüm dünya bir şok yaşadı ve buna kazanan filmin kendi yapımcı ve oyuncuları da dahildi. Onlar bile ödülü o kadar beklemiyorlardı ki koca Kodak Tiyatrosu’nu yaşadıkları şokla gelen sevinç ile Burhan Felek Yüzme Salonu’na çevirdiler. Filmin Capote ve Munich gibi önemli rakipleri vardı ama ödülü asıl hak eden evet “gay kovboyların aşkı”nı anlatan Brokeback Mountain’di. Alışılmadık bir hikayeyi olağanüstü bir başarıyla anlatan Ang Lee’nin filminin Oscar’ı Crash’e kaybetmesinin nedeni ise tamamen dönemseldi diyebiliriz. 2001 sonrasında ABD’nin Afganistan ve Irak’ta giriştiği savaşların yorgunluğu ve artan eleştiriler ülke çapında genel bir barış özlemi yaratmıştı. Irkçılığa ve savaşa karşı seslerin yükseldiği bu zamanda Akademi de üstüne düşen görevi tek işe yarar yanı anti-ırkçı bir misyon üstlenmiş olan Crash’e vererek yerine getirmiş oldu. Brokeback Mountain’in tek kusuru ise 2005 tarihli olması; örneğin ABD’de eşcinsel evliliğin yasalaştığı 2015 tarihli bir film olsaydı ödülü alması kesin olurdu.
Shakespeare In Love (1998)
Bazı filmlerin değeri daha sonradan anlaşılır. Gösterime girdiği zaman pek beğenilmemiş olan kimi filmlerin zaman geçtikçe ne kadar da iyi bir iş olduğuna karar verilir; işte bunlar zamanının ötesinde olan işlerdir. Shakespeare in Love ise aradan geçen 18 yılın ardından bile hala öyle bir iş değil. 98 yılının Oscar listesine baktığımızda anlamadığımız şey en iyi film Oscar’ını bu tatlı tarihsel erotik filmin nasıl aldığı? Elbette çar çöp değildi ve özellikle Jude Dench’in Kraliçe Elizabeth performansı olağanüstüydü ama William Shakespeare’in Romeo ve Juliet oyununu nasıl yazdığına dair alternatif bir öneri süren film, Steven Spielberg’ün II. Dünya Savaşı epiği Saving Private Ryan’ını ve hatta Terrance Malick’in olağanüstü bir anti-savaş filmi olan şiirsel The Thin Red Line’ını nasıl aştığı hala bir muamma. Kimileri perde arkasında filmin dağıtıcısı Miramax’ın patronu Harwey Weinstein’in film için yoğun bir kulis yaptığını söylüyor ama yine de hala: Nasıl ya?
Gwyneth Paltrow (1998)
Hazır söz Aşık Shakespeare’den açılmışken o zaman Gywneth Paltrow’u da es geçmememiz lazım. Yine aynı Shakespeare in Love en iyi film ödülünü kucaklamadan birkaç dakika önce filmin başrol oyuncusu Gwyneth Paltrow en iyi kadın oyuncu Oscar’ını eline aldı. Bu ödül kararı pek çok sinefili zaten uyuz etmişti. Bir de buna Gwyneth Paltrow’un ismi anons edilir edilmez salya sümük ağlaması ve o korkunç pembe kıyafeti de eklenince dünya çapında bir tiksinti oluştu diyebiliriz. O yılın mağduru ise elbette Elizabeth filmindeki performansıyla Cate Blanchett’ti. Şükür ki kendisi çok beklemedi de sonraki yıllarda heykelciği iki kere yine süper performanslarıyla kazanarak bu faciayı biraz olsun unutturdu.
Hadi biraz sinirleriniz bozulsun bakalım:
Elizabeth Paltrow (1960)
Güzelliği sadece ABD’de değil, dünyanın dört bir köşesinde kabul edilmiş, bizim ülkemizde bile her sosyal sınıftan insanın neredeyse duyduğu ve sevdiği Elizabeth Taylor, güzelliği kadar muhteşem bir oyunculuk kabiliyetine de sahipti. Sadece poster filmlerinde değil aynı zamanda olağanüstü performanslar gösterdiği dönemine göre oldukça aykırı sayılabilecek filmlerde de yer almıştı (Örneğin bakınız, izleyiniz ve hatta okuyunuz: Who’s Afraid of Virginia Woolf?). Lakin 1961 yılında Butterfield 8 ile kazandığı En İyi Kadın Oyuncu ödülü biraz hatta biraz değil oldukça beleşe gelmiş bir ödüldü. Filmde rezil bir oyunculuk sergilemiş olmasından değil, sadece birlikte aday olduğu diğer dört ismin performansının ondan çok daha üstün olmasındandı bu durum. Peki neden kazandı? Nadir bir elmas gibi görülen Elizabeth Taylor o sene ağır bir zatürre geçirmiş ve hastalık soluk borusunun açıldığı bir ameliyata kadar gitmişti. Tam Oscar mevsiminde gerçekleşmiş olan bu ameliyat Taylor’a yönelik sempatinin tavan yapmasına neden oldu. Akademi de bir “geçmiş olsun” hediyesi olarak Oscar verdi. İşin komik kısmı Elizabeth Taylor’ın gerek ödül öncesinde gerekse de ödül sonrasında bu filmden nasıl nefret ettiğini, sırf kontratı yüzünden oynamak zorunda kaldığı, bırakın iyi oynamayı filmi sabote etmek için berbat bir şekilde oynamaya çalıştığını ve filmi bir kere bile izlemediğini defalarca söylemesiydi. Diğer adaylar arasındaki en güçlü isim olan Shirley MacLaine ise konuyu “Ne diyeyim. Bir soluk alma borusuna yenildim” diyerek özetledi.
John G. Avildson ve Rocky (1977)
Bu kimmiş ya dediğinizi duyar gibiyim. Hemen açıklayalım, 1977 yılında En İyi Yönetmen ödülünü alan bu amcamız! Peki bu ödülü hangi film ile aldı biliyor musunuz? Rocky ile! Rocky bizlerin hafızasına en çok “acı yok, acı yok!” repliği ile kazınsa da acımız büyüktür dostlar. Çünkü Taxi Driver ile Martin Scorsese dururken ödülü John G. Avilbilmemnenin almasını kim nasıl açıklar bilmiyoruz çünkü şimdiye kadar açıklayabilen çıkmadı. Ya hadi Martin Scorsese alamadı bari o yılın bir başka şaheseri olan All The President’s Men’in yönetmeni Alan Pakula alsaydı değil mi?
Neyse o sene Akademi üyelerinin oy verirken kafalarının zaten pek yerinde olmadığını en iyi film Oscar’ını da yine Taxi Driver ya da All the President’s Men dururken Rocky’e vermelerinden anlıyoruz.
Kurtlarla Dans ve Kevin Costner (1990)
Dances With Wolves (Kurtlarla Dans) için kötü film diyemeyiz ama Kevin Costner için kötü bir yönetmen rahatlıkla diyebiliriz. Oysa 1991 yılında kendisi bu film ile en iyi yönetmen Oscar’ını kucaklamayı bildi. Peki yılın mağduru kimdi? Elbette yine Martin Scorsese! Scorsese bir kere daha sonuna kadar hak ettiği ödülünü bu sefer bu poster delikanlısına kaybettiği gibi, filmi GoodFellas (Sıkı Dostlar) da en iyi film ödülünü Kurtlarla Dans filmine kaptırdı. Sanırım Akademi eğer o zaman Kevin Costner’a verdiği bu ödül için utanmadıysa da Kevin Costner’ın bir sonraki filmi The Postman ile Kevin Costner’ın ne menem bir yönetmen olduğunu anlamıştır.
Diğer başlığa geçmeden Martin Scorsese dosyasını burada bir tamamlayalım. Çektiği filmler ile çığır açan Martin Scorsese en iyi yönetmen ödülünü hak ettiği ama kazanamadığı onca yıl sonrasında özlemini 2007 yılında The Departed ile giderdi. Hem de Alejandro Gonzalez Inarritu ve filmi Babel’i geçerek. Niye? E artık zamanı gelmişti.
Vadim O Kadar Yeşildi ki (1942)
Yıllar boyunca yapılan “Tüm Zamanların En İyi Filmleri” listelerinde hep ya birinciliği ya da en olmadı ikinciliği kazanan Orson Wells’in Citizen Kane (Yurttaş Kane) filmi en iyi film Oscar’ını bu ağlak, göze parmak drama Vadim Öyle Yeşildi ki filmine kaptırdı. Neden basit: İkinci Dünya Savaşı! Elbette konjonktüre uygun olarak Amerikalılık faktörünü ön plana çıkaran bir film Oscar’ı kazanmalıydı. Yurttaş Kane ise devrimciydi, aykırıydı, gelenekselin dışındaydı… Dolayısıyla o ödülü kazanamadı. Orson Wells de zaten Holywood’un kötü ve yaramaz yönetmeni… Bir de komünist falan. Aman aman adaylık neyine yetmiyor onun demiş olsa gerek FBI akademinin değerli üyelerine…
Forrest Gump
Forrest Gump denilince aklıma acaba neden bizim ülkemizde bu kadar seviliyor diye bir soru düşer. Yıllar boyunca özellikle ana akım medya kanallarının ekranlarında defalarca bizlere gösterilen bu film, aslında Forrest Gump isimli hafiften kafası kırık bir Amerikalının hikayesi değil, ABD’nin yakın geçmişinin hikayesi, Bir ABD güzellemesi, bir yaşasın ki Amerikalıyız ifadesidir. Aa valla güzel filmdi, Oscar’ı almasında bence bir mahzur yok diyenlere o senenin diğer iki adayını söylüyorum ve susuyorum: Frank Darabont’un Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption) ve Quentin Tarantino’nun Ucuz Roman (Pulp Fiction) filmleri…
The Hurt Locker (2008)
Tam bir pompalama filmi! Filmin Akademi’nin kucağına doğru nasıl pompalandığı 2008 yapımı olan filmin 2010 yılında Oscar kazanmasından belli. Irak’ta savaşan bir grup askerin hikayesine odaklanan film neresinden tutsan elinde kalacak kadar zayıf. Anlattığı hikaye öncelikle oldukça sıkıcı ve eksiklerle dolu. Askerlerin psikolojisi mi dediniz? 2005 tarihli Jarhead bile sadece vasat üstü bir film olmasına rağmen bu konuda daha başarılıydı. Ama bir şekilde milli duygular işin içine karıştı ve film Avatar, District 9 ve Inglourious Basterds gibi yapımları geçip en iyi film Oscar’ını aldı. Yönetmeni Kathryn Bigelow da en iyi yönetmen ödülünü eski kocası James Cameron’un gözleri önünde aldı. Hayırlı ve unutulur olsun.
Bonus: Leonardo Di Caprio gerçekten haksızlığa mı uğradı?
Yukarıdaki oyunculara, yönetmenlere ve filmlere daha bir sürüsünü ekleyebiliriz. Örneğin Sandra Bullock! En iyi kadın oyuncu ödülünü aldığı The Blind Side filmi de kendi oyunculuğu gibi ortalamaydı ama bu Gabourey Sidibe’yi geçmesine engel olmadı. Penelope Cruz iyi bir oyuncudur eyvallah! Ama repliklerinin yarısını İngilizce yarısını İspanyolca ama tamamını çığlık atarak oynadığı Vicky Cristina Barcelona filmiyle nasıl Oscar aldı? Hem de The Doubt filminin güzelim Amy Adams ve Viola Davis’ini haksız bir şekilde ezip geçerek. Peki Ya Leonardo kardeşimiz? O haksız yere kimlere kaybetti bu ödülü? Bir göz atalım bakalım:
Daha çok gençken 1994 yılında What’s Eating Gilbert Grape filmi ile en iyi yardımcı aktör dalında aday olmuş; ödülü ise Kaçak (The Fugitive) filmindeki performansıyla Tommy Lee Jones kazanmış. Evet burada bir haksızlık var ama Leonardo Di Caprio’dan çok psikopat bir Nazi Subayını Schindler’in Listesi filminde efsanevi bir şekilde canlandıran Ralph Fiennes’e olmuş bu haksızlık. Ödül onun hakkıydı dostlar.
Leonardo abimiz 1997 tarihli Titanic filmiyle de bir ödül bekliyordu. Hatta beklentisi o boyuttaydı ki bırakın ödül almayı aday bile gösterilmeyince Akademi’yi protesto etmek için ödül törenine katılmadı. Ama yapmasın o da şimdi! Jack Dawson karakteri öyle ahım şahım bir performans değildi. Hazır Titanic demişken, biliyorsunuz en iyi film ödülü aldı. Başka bir haksızlık mı arıyoruz? O sene için Leonardo Di Caprio’dan çok L.A. Confidentials’ın hakkı yendi aslında.
2005 yılında canım Leomuz The Aviator filmi ile Oscar’a aday gösterildi. Ödülü Jamie Foxx aldı. Hangi filmle? Ray Charles’ı canlandırdığı, pardon canlandırmadığı birebir olduğu Ray filmiyle… Evet Leonardo DiCaprio’nun da performansı inanılmazdı ama ödülü hak eden de Jamie Foxx’tu.
Gelelim 2007 yılına. Bu sefer Leo abimizin filmi Blood Diamond (Kanlı Elmas). Gerçekten yine çok iyi bir performans. Ama Forest Whitaker’ın The Last King of Scotland filmindeki oyunculuğu kadar iyi değildi. Yine pek bir haksızlık yok gibi.
2014 yılında bir kere daha aday oldu. Filmimiz bu sefer The Wolf of Wall Street! Yine hakkını verelim çok iyi bir performans… Peki ya kazanan: Dallas Buyers Club ile Matthew McConaughey. Kanının son damlasına kadar hak ederek hem de…
Yani gördüğümüz kadarıyla Leonardo DiCaprio için en sevdiği yönetmen Martin Scorsese gibi yıllardır haksızlığa uğradığını söylememiz pek doğru değil. Sadece şansı yaver gitmedi. Bu rollerin her biriyle bir Oscar kazanabilirdi belki ancak başka yıllar içerisinde olsaydı. Onun her döktürdüğü yıl karşısında bir başka efsane performans olmasaydı. Mesela bu sene olduğu gibi… Hadi hayırlısı o zaman.