Henüz kaybettiğimiz Oktay Sinanoğlu’nun başarılarını tek tek saysak yazının ilk bölümü tamamen dolar. Yayınladığı bilimsel makaleleri ve kitaplarını listelesek başka şey yazacak yerimiz kalmaz. Üstelik bunları her yerde bulabilirsiniz. Biz onu başka bir yoldan anlatalım. Bursla Amerika’ya gitmeden önceki hayatına, ailesine ve filmlere konu olacak maceralarına kulak verelim. Atatürk’ün casus olarak görev verdiği babasından, Amerika’nın Türkiye’ye sızmasına kadar geçen süreye ve bir dahinin yaşamının ilk yıllarına odaklanalım.
Sinanoğlu’nun “Gitmeseydim Amerika’nın kölesi olurdum” dediği vatansever fikirleri hangi ortamda nasıl gelişti, dünya savaşı sırasında meraklı bir çocuk olarak başlayan macera, nasıl dünyanın en saygın profesörlerinden biri olarak devam etti kendisinden dinleyelim. Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan, Emine Çaykara’nın yazdığı Türk Aynştaynı / Oktay Sinanoğlu kitabından derlediğimiz söyleşi ve henüz “ünlü olmadan önceki yıllarıyla” kendi ağzından Oktay Sinanoğlu.
Babam Rumelili bir Türk ailesinden. Kurtuluş Savaşı başlayınca milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya
geçip Atatürk’le çalışmış
Oktay Sinanoğlu, kardeşi Esin Afşar, babası, annesi – 1938
Aile mübadele ile önce İzmir’e gelmiş. Sonra babaannem ve iki halam İstanbul’a, babam Ankara’ya yerleşti. Yunanlılarla olan değiş tokuşta, orada kalan mallarına, Selanik’teki yalılarına vb. karşılık aileye Ankara yakınındaki Zir Köyü’nde bir köy evi verilmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk, babamı başkonsolos olarak Bulgaristan’a, Sofya’ya gönderiyor. O zamanlar Bulgaristan’da Türk nüfusu çok fazla, Atatürk de burada yaşayan Türklerle el altından meşgul oluyor. Babamın asıl görevi de onları örgütlemek, orada bağımsız Türk devleti ilan etmelerini hazırlamak.
Babam asıl bu gizli görevle gidiyor Sofya’ya ve bununla meşgul
Oradaki Türkler için “Deliorman” isminde Türkçe bir gazete çıkarıyor, başarılı da, ama sonradan Bulgar hükümeti işi anlamış ve babamı kara listeye koymuş. Oradan ayrılmak zorunda kalmış.
İtalya yılları ve Mussolini döneminde Bari’de bir başkonsolos
Bari’de Mussolini’nin “Bizim Radyo” diye bir radyosu var ve devamlı olarak Türkiye’ye Türkçe yayın yapıyor. Mussolini’nin niyeti, Antalya civarlarını almakmış. Atatürk, bunun farkında olduğu için mahsus Bari’ye göndermiş babamı; ne oluyor, ne bitiyor anlasın diye. Bari’de başkonsoloslukta bir iş olmaz. Görevlerinden biri, Mussolini’nin sistemini, faşizmin devlet sistemini incelemek ve Atatürk’e raporlar göndermek. Sonradan o raporlar “Faşizm ve Onun Devlet Sistemi” diye büyük bir kitap halinde çıktı. Dünyada faşizmi devlet sistemi olarak inceleyen, araştıran belki de belli başlı kitaplardan biri.
Anne tarafı Karacabey Ailesi, Selçuk Ahi’lerden beri Türk soyu ve Ankara’nın yerlisi
II.Murat’ın ordusunda başkomutan Karaca Bey, 1444’te padişahla Varna seferine çıkıyor. Haçlı Ordusu ile meydan savaşı yaşanıyor ve orada bizim asker önce bozguna uğrar gibi oluyor, hatta sultan atını çevirmiş, geri gidecekler. Karaca Bey, Sultan’ın atının yularını tutup çeviriyor. Tarih kitaplarında var bu, tekrar düşmanın üstüne gidiyorlar ve zaferi kazanıyorlar. Sonra Sultan kızını veriyor ve Karaca Bey’i Anadolu Beylerbeyi yapıyor. Ankara’da, bir de Bursa Karacabey’inde iki tımar veriyor kendisine.
İtalya’da harp başladı. Normal yollar kapanmış. Eşyaları ardiyeye koyup iki arabayla Bari’den yola çıkmışız
Birini annem, birini babam sürüyor. Galiba sonra bire indi, biraz Yugoslavya ve Balkanlar kısmını hatırlıyorum. Bazen gece gidiyorduk, ben arabanın arkasında yatmışım, büyük bir mehtap var ve arabanın içine vuruyor. İstanbul’a geldik, Taksim’de, halen (söyleşi yapıldığı dönem) Kadıköy, Şişli dolmuşlarının kalktığı yere yakın sokaklardan biriydi, ismini tam hatırlamıyorum. Orada Güzel İzmir Apartmanı’nda oturduk. Karşıda Kristal Gazinosu vardı. Karşımızda bodrumda bir tane model uçak malzemesi satan dükkân vardı. Onun önünde durup bakardım, onu hatırlıyorum.
Türkiye’ye geldiğim zaman İtalyanca, Fransızca biliyordum. Türkçe bilmiyordum.
Şimdi o zaman insana uzun geliyor, anneme de sormamıştım, belki altı ay, en fazla bir sene kaldık. Oradan Ankara’ya gittik; bulvar üstünde, Kızılay’a yakın bir apartmanda oturuyorduk. Kısa sürede gayet iyi Türkçe konuşmaya başladım. Şivem vardı ve “r”leri söyleyemiyordum.
Babanın vefatından sonra zor günler…
Yarı zemindi ev, arkada kapıcının tahta kulübesi, kömürlükler var. Kışın, sabahın köründe -çoğu zaman annem yapıyordu ama- beşe doğru kalkıp iki kova kömür getirir, sobayı odunla yakar, kömürü koyarım. Gece söndürülüyordu. Çok çekiyorduk; kömür, odun bulamıyorduk. Annem Basın-Yayın’daki işinden otobüsle Sıhhiye’ye geliyor. Hava erken kararıyor, biz Esin’le (kardeşi ünlü sanatçı Esin Afşar) bekleşip duruyoruz. Bazen geç kalıyor mesela, kapkaranlık, buz gibi, yiyecek yok, ısı yok. Annem gelmiyor. Hadi biz elele tutuşup Hanımeli Sokağı’ndan yürüyoruz, otobüs duraklarında bekleşiyoruz, ona da bir şey olsa ortada kalacağız, kimse yok. Korkulu akşamlar geçiriyorduk.
Bir taraftan edebi ne varsa okuyorum, bir taraftan da model uçak yapıyorum
Taksim’de gördüğüm o model uçak dükkânı beni çok etkilemiş demek ki. Ama o zaman böyle hazır şeyler de pek yok. Mesela ben tahtalarını alıyorum, çizimle kâğıt üzerinde uçağın tasarımını yapıyorum, yapıştırıyorum. Kendim yapacağım bir tane, dedim. Küçük bir uçak yaptım, bayağı güzeldi. Koyduğun zaman çok güzel, hakiki uçağa benziyor, fakat uçmuyor, attığın zaman küt diye düşüyor. Tabii burnu ağır geliyor, o hesap yok o zaman. Yani bir taraftan da böyle işlerle uğraşıyoruz.
Oxford Üniversitesi’nin son sınıfından okutulan kitaplarla çocuk yaşta tanışmak
İngiliz Konsolosluğu’nun kütüphanesine gidip az İngilizcemle kimya kitapları okuyorum.Bizim dersler Türkçeydi, bilimi de o yüzden kavrayabildik. Ayrıca yabancı dil dersi olarak Fransızca veya İngilizce dersi vardı, hangisini seçersen. Mesela Atatürk Lisesi’nde yabancı dil dersi haftada üç saatse bizde on saat. Sonra çat pat İngilizce öğrenmeye başladık. Ben gidiyorum, kalın bir İngilizce kimya kitabı alıyorum. Sonraları öğrendim ki meğer Oxford Üniversitesi’nin sonunda okutulan İnorganik Kimya kitabıymış. Ben ne bileyim? Geliyorum, onu karıştırıyorum, sonra gidip deneyler yapıyorum.
İlk kimyasal deneyler ve evdeki patlamalar
Arada güm, pat, çat bir şeyler oluyor. Mahalle ayağa kalkıyor. Derken tabii bu da yetmiyor bana. Deneyler yapıyorum, ama diyorum ki ben kendim bir şeyler yapacağım. Kitaptakileri yapmak bana yetmiyor. Bir yaz, fotoğraf kâğıdı yapacağım, üstüne resim basacağım, dedim. Kitaplarda yok. Bir tek şey var: Gümüş nitrat çözeltisi ile potasyum iyodür çözeltisini karıştırırsın ve gümüş iyodür dibe çöker. Şimdi bakıyorum da üniversitelerdeki eğitim o hale gelmiş ki, son sınıftaki öğrencilerin çoğu o basit hesabı yapamaz durumdalar. Gençlere yazık oluyor. Bizim sınıfta belki herkes yapardı. Şimdikiler bizim ortaokulda bildiğimizi bilmiyor. Benim özel marifetim değil, bizim eğitim o devirde çok üstündü..
Derken tuttum ben Amerika’ya Kodak şirketine mektup yazdım
Dedim ki işte ben böyle bir şey yapıyorum, bir türlü durmuyor, uçuyor. Püf noktası nedir? Bana cevap geldi; sen onu boşver, eskiden ozalit kâğıdı vardı, amonyaklı, onun tasvirini vermiş, onu yap diye. Hemen yaptık ama o bir şey değil, basit. Ticari sırmış meğerse. Neyse ona, buna sor, kimyacı arıyoruz, Hıfzıssıhha’nın biyokimya laboratuvarında tanıdık arıyoruz. Tanıdığın biri ipucu söylemiş, benim kulağıma geldi. Bir formaldehit lafı geçti, ben hemen formaldehit aldım, tiyo-sülfatta kırmızı ışıkta yıkadıktan sonra bir de bunu formaldehide batırdık. Hatta bir alet yaptım, oradan zızzzt diye geçiyor, pille döndürüyorum, geçiyor banyodan. Kaskatı duruyor, kuruttum, çıktı fotoğraf. Büyük keyif! Bir iki fotoğrafı çıkardık, o iş bitti.
O sıralarda da harbin sonuna geliyoruz, atom bombası patlamış. Atomdur, Einstein lafıdır gidiyor. Tabii Türkiye’de böyle bir şey yok
Fizik, kimya, matematik hepsine meraklıyız. Ben dedim ki, edebiyatçı çok var Türkiye’de, ailede de var, bunlarla başa çıkamam, değişik bir şey yapayım. Karar verip o tarafa (Kimya) yüklendim.
1947 mi 1948 mi ne Mizzuri (Missouri) gemisi geldi
Amerikan denizcileri İstanbul’a doldu. Bir sürü rezalet olmuştu, hatırlıyorum, tam kepazelik ve o gün Türkiye değişti. Birdenbire değişti. Yalta’da kararlaştırmışlar zaten, paylaşmışlar ama kimse bilmiyor. O zamana kadar bir yaşayış tarzı vardı Ankara’da. Harpten sonra naylon yeni keşfedilmişti, naylon kemer çıktı ortaya, Amerikan askerleri doluşunca herkeste bir naylon kemer, naylon çorap merakı. Avrupa’yı Amerika böyle şeylerle fethetti.
Derken ondan sonra herkesin dudağında bir ıslık: “You are always in my heart” şarkısı
O zamanki şarkılar yumuşak, acıklı, şimdiki gibi güm-güm değil, romantik şeyler. Bana da bulaştı. Derken Ankara’da birdenbire sokaklar üniformalı Amerikan askerleriyle doldu. Çavuşlar geziyor, bir sürü rezillik. Birdenbire polisin kıyafeti değişti, yeni kıyafete şerif arması kondu, kovboy filmlerinden biliyoruz. Polise Amerika’dan yeni jipler geldi. Bulvarda herkes çıkar, akşamüstü piyasa yapardı. Amerikan askerleri doluşunca ev kiralamaya başladılar. Kızılay, Kavaklıdere. Böyle muhitlerde en kalburüstü insanlar evlerini Amerikalılar’a kiraya vermeye başladılar.
Ankara’nın iktisadı alt üst oldu, çocukken görüyorum bunu
Amerikan “Hershey” çikolataları çıktı ortaya. Yatılıyım ben, çoğu yatısız, çoğu da zenginlerin yahut milletvekillerinin çocukları. Ahlak bozulmaya başladı. O zaman taksi elli kuruşsa Amerikalı’dan on lira alıyorlar. Büyük para. Ortalık altüst oldu.
Bizim okulda da biraz özenti çocuklar var. Bizim okul özel okul; Türk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesi. O çocuklardan birkaç tanesinin evleri Amerikalılara kiraya verilmiş…
Amerikalılar’la temastalar. Okula “Hershey” çikolatası getiriyorlar, tabii biz böyle aa deyip bakıyoruz. Böyle bir heves var. Bir Amerikalı bulsam da naylon kemer alsam, bana “Hershey” çikolatası verse diye… Türkiye bunlara gitti, Avrupa da öyle gitmiş. Avrupa, daha da beter, bir sigaraya bir naylon çoraba gitmiş harpten sonra.
Derken bir hadise oldu; bulvar üstünde Amerikalının birine apartmanın üçüncü ya da dördüncü katını kiraya vermişler…
… adamın da bir tane yeni kocaman motosikleti varmış. Parıl parıl bir şey. O zaman nereden göreceksin öyle şeyleri, aşağıda kapının önünde duruyormuş. Bir çocuk merak etmiş, gitmiş ellemiş motosikleti, dokunmuş. Adam balkondan tüfekle vuruyor çocuğu… Hadise oldu bu. Türkiye’de mi yargılanacak, ne olacak derken adamı Amerika’ya götürdüler. Türkiye’de yargılanmadı. Ben bu olayı çok iyi hatırlıyorum ve o zaman Amerika’dan nefret ettim. Kendi kendime dedim ki yahu Kurtuluş Savaşı’nı niye yaptık? Burası sömürge olacak dedim. O yaşta geleceği gördüm.
O sıralarda okulda değişiklik başladı
Robert Koleji
Şimdi bizim okul çok iyi, Atatürk Lisesi de, Gazi Lisesi de. Şimdi bakıyorum da dünyanın en iyi eğitim sistemlerinden biri varmış meğer… En iyi hocalar geliyor; hocalar birinci sınıftan itibaren değişik zamanlarda okulun niye kurulduğunu anlatmışlardı bize: Atatürk, Lozan’da misyoner okullarını kapattı, birkaçını kapatamadı. Robert, Saint Joseph gibi… Çünkü Batı bastırmış, harp devam eder diye. Biz misyoner okulu diye gıcık oluyoruz bunlara. Bir yandan imreniyoruz, yemekler çok iyiymiş duyuyoruz. Bir yandan da alçak misyoner tezgâhı diyoruz. Oraya özentiler gidiyor, eğitim de yabancı dilde.
Türkiye’de İngilizce ile eğitim yapan bir tek Türk okulu yok
Anayasaya, Milli Eğitim kanununa aykırı. Atatürk, yabancı dil öğrenmeye özenenlere, “öyle öğrenilmez, böyle öğrenilir” diyerek bizim okulu, Türk Eğitim Derneği’ni kuruyor. Hatta meclisin ilk milletvekillerini bağış yapsınlar diye üye yapıyor. Bizim okulun tarihini anlatan broşürler var. O derneğe bizim okulu, Yenişehir Lisesi’ni kurduruyor. Sistem şu: Bütün öbür liselerdeki gibi tamamen Türkçe ile eğitim ama öbürlerinde yabancı dil haftada üç saatse, bizimkinde on saat. Onlar üçte çıkıyor, biz dört buçukta çıkıyoruz, son iki saat yabancı dil dersi. Okulda Atatürk’ün sözlerini okuyoruz, “yabancı dili Türk harsı, kültürü içinde öğrenmek” diye…
Derken 1952 yılı oldu. Bizim okul özeldi, hocalar “okulun, yani derneğin parası bitti, okul kapatılacak” dediler
Benim de bir senem kalmış, parasız yatılı okuyorum. Eylül ayında okul duruyor mu diye endişeyle geldik. Bir de baktık, okulun durması bir yana, her taraf tamir edilmiş; boyanmış, ve okul para içinde yüzüyor. Daha da önemlisi, İngiltere ve ABD’den 15 yabancı öğretmen gelmiş. Türkiye’de o devirde hiç döviz yok halbuki. “Burası kolej olacak” dediler: “Siz mezun olduktan sonra İngilizce ile eğitim yapılacak”. Ben, vay canına, dedim, Atatürk tam tersi gayeyle kurmuş, nasıl olur diye düşünüyorum. Biz eski usuldeki son mezunlar olacağız.
Ben baktım, Türk bayrağı, Atatürk karşımda, cam çerçeveli olduğu için bayrağın üstünde kendi yansımamı görüyorum…
…içimden yemin ettim, dedim ki: Gideceğim ve kısmetse orada söz sahibi olacağım, ondan sonra gelip o namussuzlarla burada uğraşacağım. O zaman anlamıştım ki burada kalırsam Amerika’nın kölesi olurum, oraya gidersem Amerika’nın efendisi olur, buraya gelip onlarla daha rahat mücadele ederim. Ve işte bizi gönderdiler.
Eskiden hıfzısıhhada çocuk yaşta bir araştırmaya şahit olmuştum; attan kan alınacağı için burnuna kocaman bir mandal takılırdı…
Sonra da doktor boynuna kocaman bir iğne batırıp kan alırdı. Zavallı atın haberi yok; burnu çok hassas olduğu için mandalla meşgul; kanının alındığını fark etmiyor. İşte durum bu.
Başımıza bugünkü perişan hallerin, yakında daha da beterinin geleceğini, yıllar öncesinden gün gibi görüyordum
1970’e kadar bir miktar sustum ama, bu uzun öykünün baş taraflarında anlattığım gibi, 1970’lerde, vaziyetin hızla vahimleştiğine, bıçağın kemiğe dayandığına, bekleyecek vakit olmadığına hükmettim ve mücadeleye atıldım. Türk ulusunun, hars ve dilinin bekası, benim için İsveç’te birilerinin işine gelecek birine verecekleri Nobel’den daha önemliydi, halen de öyle.
Bonus: 20. yüzyılda alanında Yale Üniversitesi’nin en genç profesörü
1962 yılında, henüz 28 yaşındayken, ABD’nin Yale Üniversitesi’nde dünyanın en genç profesörü… İki kere Nobel’e aday gösterilmiş ilk Türk… Kimyaya matematiği sokmuş, moleküler biyolojinin kurucularından, fizik, astrofizik, nükleer fizik gibi bilimin çeşitli dallarında bir “harika çocuk”… TÜBİTAK, ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi’nin kuruluşlarında yer almış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için mücadele vermiş bir kişi… Ve ülkesinin sorunlarına kafa yormuş, bu uğurda tüm gücüyle savaşmış bir aydın. Huzur içinde uyu Oktay Sinanoğlu.