Beş padişah gördü, üçünün mimarbaşıydı. Mimar Sinan ömrü boyunca 350’den fazla cami, mescit, medrese, saray, kervansaray, hamam, mahzen, hastane, imaret, kemer ve köprüye imza attı. Osmanlı mimarlığında klasik dönemi yaratan ünlü mimar, tekniği estetikle buluşturdu ve eserleri çağları aştı. Camilerindeki kubbelerinin görkemi dillere dolandı, zarif minareleri bulutlara uzandı.
Vefat ettiği tarih hakkında kesin bilgi bulunmasa da, biz “En iyi meslektaşları bilir.” dedik ve Mimarlar Odası’nın kabul ettiği günü esas aldık. 9 Nisan’da, ölümünün 426. yılında ünlü mimarı ve eserlerini anmak istedik. Buyurun Koca Sinan’ın hikayesine…
Kayseri’den İstanbul’a bir uzun yol
Sinaneddin Yusuf, Kayseri’nin Agrianos (Ağırnas) köyünde 1489’da doğdu. Yavuz Sultan Selim döneminde Anadolu’dan devşirme uygulaması başlayınca, 1512’de İstanbul’a getirildi ve Enderun’da eğitim alıp Acemi Ocağı’na geçti. Orada yeteneklerine uygun bir zanaat öğrenmesi gerekiyordu, öyle de oldu. Çağının maharetli mimarlarının, ustalarının yanında han, çeşme ve türbe inşaatlarında çalıştı.
Çıraklık döneminden sonra Yeniçeri Ocağı’na bağlı Hassa Mimarları Ocağı’nda Osmanlı kültürüyle yetişti. Yavuz’un İran ve Mısır seferleri hayatının dönüm noktalarındandı. Bu sayede İran ve Mısır’daki mimari eserleri inceleme şansı buldu.
Sinan’dan devşirilme hikâyesi
“Bu değersiz kul, Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri Sancağı’ndan oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak, kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.”
Kendi yaptığı köprüyü kendi yıktı
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Belgrad, Rodos ve Mohaç seferlerine katılan Sinan, orduda hızla yükseldi. 1535’teki İran Seferi’nde Van Gölü’nde askeri ulaşım için üç kadırga yapınca Haseki rütbesini aldı. 1538’de Boğdan Seferi’nde Prut Nehri’ndeki bataklık araziye 13 günde kurduğu köprü, padişahın dikkatini çekti. Köprü o kadar güzeldi ki, civara bir kale yapılarak korunması bile düşünüldü. Ama Sinan güvenlik gerekçesiyle öneriyi reddetti ve köprüsünü kendi yıktı. Sinan artık Yeniçeri Ordusu’nda asker değil, istihkam işlerinin yöneticisi ve tasarlayıcısıydı.
1523’e tarihlenen Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi, 1537’de yaptığı Halep’teki Hüsreviye Külliyesi ve 1539’da Haseki Hürrem Sultan için İstanbul’da yaptığı ilk külliye de Sinan’ın erken dönem eserleri arasındaydı.
Mimarlıktan mimarbaşılığa
“Yeniçeri ocağındaki yolumdan ayrılacak olma düşüncesi elem verse de sonunda yine mimarlığın camiler inşa edip birçok dünya ve ahret muradına vesile olacağını düşünüp kabul ettim.”
17 yıl yeniçerilik yaptıktan sonra 1538’de Boğdan dönüşü mimarbaşı Acem Ali vefat edince, onun yerine bu göreve atandı. Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat dönemlerinde, bu görevi sürdürdü.
Çıraklık eseri: Şehzadebaşı Camisi
Kanuni’nin isteği üzerine 1543’te yapımına başlandı. Aynı yıl, henüz 22 yaşındaki Şehzade Mehmet vefat edince, padişah camiyi oğluna adadı. Mimar Sinan’ın “çıraklık eserim” dediği cami, beş senede tamamlandı. Fatih’te yükselen kare planlı caminin 19 metre çapında ve 37 metre yüksekliğindeki ana kubbesi, dört yönde yarım kubbelerle desteklendi. Sinan bu sayede ideal bir merkezi yapı yarattı ve bu kubbe yapısı, daha sonra Sinan’ın camilerine örnek oluşturdu. Hatta caminin planı Sultanahmet, Yeni Cami gibi 17. yüzyıl camilerinde de beğenilerek kullanıldı.
İkişer şerefeli iki minareli caminin külliyesinde medrese, sıbyan mektebi (ilkokul), tabhane (misafirhane), ahır, kervansaray ile Şehzade Mehmet’in ve Rüstem Paşa’nın türbeleri yer alıyor.
Dünyaya şan olan yapı: Süleymaniye Camisi
Kanuni, “Öyle bir cami yapacaksın ki dünyaya şan olacak!” deyince Mimar Sinan 1550’de Süleymaniye Camisi’ni yapmaya başladı ve yedi yılda tamamladı. 27,5 metrelik kubbeyi, iki yarım kubbeyle birlikte binaya o kadar ahenkli oturttu ki kendisine “ulu, yüce” anlamına gelen “Koca” unvanı yakıştırıldı. İkisi ikişer, ikisi üçer şerefeli dört minareli cami, görenlerde saygı uyandırsa da Koca Sinan Süleymaniye için “kalfalık eserim” diyerek tevazuyu elden bırakmadı.
Camideki kandil islerini bile düşünen ve bu islerden mürekkep yapılmasını sağlayan Sinan, akustiği de unutmadı. Sesin camide eşit dağılması için, içi boş 65 küp kullandı. Bu küpleri ağızları aşağıya bakar vaziyette ana kubbenin etrafındaki duvarlara yerleştirdi ve zeminde tuğlalardan boşluk bıraktı. Hatta örümcekleri uzak tutmak için de, avizelerdeki kandil çanaklarının arasına devekuşu yumurtaları yerleştirdi.
Klasik Osmanlı mimarisinin en önemli örneklerinden Süleymaniye’deki külliyede altı medrese, hamam, tabhane ve aşevi yapıldı. Kanuni, eşi Hürrem Sultan ve mimarın kendi türbesi de bu külliyede yer aldı.
UNESCO Dünya Mirası: Selimiye Camisi
2. Selim 1568’de Sinan’dan çocukluğundan beri sevdiği Edirne’ye bir cami yapmasını istedi ve 1574’te ünlü mimarın “ustalık eserim” dediği bu cami ortaya çıktı. Ömrü boyunca Ayasofya’yı aşacak bir eser bırakmak isteyen Sinan, bunu 80’ini aşmışken Selimiye ile başardı. Ünlü mimarın hünerlerini döktürdüğü caminin 43,25 metre yüksekliğindeki ve 31,25 metre çapındaki kubbesi, sekiz sütuna dayalı bir kasnakta yükseldi. Sinan, bu şekilde iç mekanda adeta büyülü bir alan yarattı.
Caminin üç şerefeli dört minaresini, üç kişinin birbirini görmeden çıkabileceği şekilde tasarlayan ünlü mimar, minareleri camiye yakın tutarak Selimiye’yi yekpare göğe uzanıyormuş gibi gösterdi. Camideki müezzin mahfilinin ayaklarından birindeki ters lale motifi, Selimiye’nin Edirne’ye hakim bir lale bahçesine yapıldığına, hatta Sinan’ın burası için arazi sahibi ile epey uğraşmak zorunda kaldığına yoruldu.
2011’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan caminin külliyesinde medrese, hamam, türbe, imaret (hayır kurumu) ve arasta (çarşı) gibi yapılar yer alıyor.
Kılıç Ali Paşa Camisi
Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, cami yaptırmak için dönemin sultanından izin ve arazi isteyince sultan cevaben “O, deryaların serdarıdır. Varsın muktedirse camisini de derya üzerine yapsın.” dedi ve bu cami ortaya çıktı. Tophane’de 16. yüzyılda denizin doldurulmasıyla kazanılan araziye Mimar Sinan’ın 1580’de oturttuğu cami, Ayasofya’nın kusursuzlaştırılmış bir örneği şeklinde anıldı. Dikdörtgen plana sahip caminin 12,7 metre çapındaki ana kubbesi, pencereli bir kasnağa oturtuldu ve kubbe ağırlığı pandantifler sayesinde dört payeye bindirildi.
Tesadüfler sonucu inşaatında Don Kişot’un ünlü yazarı Cervantes’in de çalıştığı rivayet edilen caminin külliyesinde medrese, hamam, çeşme ve Kılıç Ali Paşa’nın türbesi yer alıyor.
Sinan’ın dehasının nişanesi: Şemsi Ahmet Paşa Camisi
Şemsi Ahmet Paşa’nın isteği üzerine Mimar Sinan’ın 1580’de yaptığı, kesme taştan kare planlı cami halk arasında yıllarca “Kuşkonmaz Camisi” olarak anıldı. Rivayete göre titizliğiyle ünlü Şemsi Paşa, Sinan’dan bahçesine kuşların pislemeyeceği bir cami isteyince, ünlü mimar Üsküdar’daki araziyi uygun gördü. Çünkü hesaplarına göre buradaki hava akımı, kuşların camiye konmasını engelleyecekti. Bir diğer rivayete göre de, Sinan kuşları camiden uzak tutmak için inşaatın temelindeki kayaları denizin kenarına kadar oydu. Bu sayede dalgaların bu oyuklara girmesiyle oluşan akustik ses, kuşları engelledi.
Kubbesi sekizgen bir kasnağa oturan tek minareli caminin külliyesinde medrese, çeşme ve Şemsi Paşa’nın türbesi yer aldı.
Mağlova Kemeri
Kanuni, usta mimara “Öyle bir su getiresin ki, İstanbul’un mahallelerinde çocuklar ve ihtiyarlar testileriyle gelip su doldurabilsinler ve benim devletimin yaşaması için bana dua etsinler.” deyince Mimar Sinan kolları sıvadı ve 1554-1562 yıllarında İstanbul’da, Alibey Deresi’ne bu kemeri yaptı. Su kemeri bir sene sonra selden zarar gördüyse de, aynı yıl onarılıp eski haline getirildi.
36 metre yüksekliğinde ve 257 metre uzunluğundaki iki katlı kemer, dünya su mimarisinin seçkin örnekleri arasında sayılır. Alt katı sekiz büyük, üst katı ise sekiz küçük gözlü yapı, asırlar sonra da hala İstanbul’a su taşır.
Savaşlara direnen köprü: Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü
Mimar Sinan’ın 1577’de Sokullu Mehmet Paşa adına Drina Nehri’ne yaptığı 11 gözlü köprü, 179 metre uzunluğundaydı. Bosna Hersek’in güneyindeki Vişegrad’da yer alan, büyük kesme taştan yapılan köprü, iki dünya savaşında ve Yugoslavya İç Savaşı’nda farklı orduların hedefindeydi. Drina Nehri’ne yapılan baraj bölgedeki su rejimini değiştirince, temellerinde ve ayaklarında da önemli hasarlar ortaya çıktı. Ama Sinan’ın eseri pes etmedi. Yaşadığı tahribatlara ve geçirdiği onarımlara rağmen yüzyıllarca özgün mimarisini koruyabildi.
2003’te araç trafiğine kapanan köprü, 2007’de UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne alındı. Sinan’ın bu zarif köprüsü Nobelli edebiyatçı İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” romanı ile dünyada da tanındı.
Çemberlitaş Hamamı
III. Murat’ın annesi Nur Banu Sultan, Üsküdar’daki Valide-i Atik Külliyesi’ne gelir sağlaması için 1584’te Mimar Sinan’a bu hamamı inşa ettirdi. “Valide Sultan Hamamı” ve “Gül Hamamı” isimleriyle de anılan hamam, birbirinin tıpkısı ve yan yana bitişik bir çifte hamam olarak planlandı. Üzeri kubbelerle örtülü hamamda toplam altı sofa, büyük kubbeyi taşıyan 12 sütun ve Köprülü Mehmet Paşa tarafından yerleştirildiği söylenen göbek taşları yer aldı. Bir dönem başka amaçlarla kullanılan hamam 1968’de restore edildi ve o tarihten beri hamam olarak kullanılıyor.
Yapıları çağlara nasıl meydan okudu?
Mimar Sinan sadece bir mimar değil aynı zamanda bir şehircilik uzmanıydı. Önce yapacağı eserin çevresini tanzim ederdi. Zemin için depreme karşı bilinen tüm tedbirleri alan ünlü mimar, eserlerinin çoğunun temelinde taban harcı kullandı, zemini sağlamlaştırmak için kazıklarla toprağı sıkıştırdı. Drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi sayesinde, yapıların temellerini su ve nemden korudu. Bu sayede eserleri günümüze kadar ayakta kalmayı başardı.
Kimleri etkiledi?
Mimar Sinan’ın mekan anlayışı pek çok mimara ilham verdi. Hatta asırlar sonra 20. yüzyılın en büyük mimarlarından Le Corbusier “Mekanı tam olarak kavrayabilen iki mimar var dünyada. Biri Mimar Sinan, biri de ben.” diyerek saygısını sundu.
Acem Ali, Davut Ağa, Ahmet Ağa, Süleyman Ağa, Hüseyin Çavuş ve Kemalettin gibi mimarlar ondan etkilendi. Sultanahmet Camisi’nin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa ve Tac Mahal‘in mimarı Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi de Sinan’ın öğrencileri arasındaydı.
Rivayet bonusu 1: Mihrimah Sultan’a hisleri
Ünlü mimarın Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’a hislerini eserlerinde gösterdiği rivayet edildi. Sinan’ın Mihrimah Sultan adına biri Edirnekapı’da, diğeri Üsküdar’daki yaptığı iki camiyi türlü hesaplamalarla ayın ve güneşin konumuna göre ayarladığı söylendi. Bu hesaplamalar sayesinde, senede bir gün Edirnekapı’daki caminin minaresinin ardında güneş batarken, aynı anda Üsküdar’daki caminin iki minaresi arasından ay doğduğuna inanıldı. Böylece iki yapının minareleri arasında aynı anda görülen ay ve güneş, adı da aynı anlama gelen (Mihr-î Mah/Güneş ve Ay) Sultan kızına mimarın sevgisini ele veriyordu.
Rivayet bonusu 2: Süleymaniye fısıltıları
Süleymaniye Camisi’nin heybeti halk arasında heyecan yaratırken, pek çok hikayeye de vesile oldu. Caminin inşaatı sırasında, Kanuni’ye Sinan’ın çalışmak yerine, camide nargile fokurdattığı fısıldanınca sultanın Sinan’ı kontrole gittiği söylendi. Hatta elinde nargilesiyle kendini karşılayan mimarın durumu anladığı ve “Hünkarım ben camide nargile içecek kadar edepsiz değilim. Lakin görüyorsunuz nargilemin marpucu bile yok. Her üfleyişte su kabarcıklarının çıkardığı seslerin kubbenin etrafında kaç saniye dolaştığına bakıyorum.” dediği konuşuldu.
Eğik minare de Süleymaniye hakkındaki diğer bir efsaneydi. Cami ibadete açılırken bir çocuğun “Bu minare eğik.” diye tutturduğu ve Sinan’ın da adamlarına uzun halatlarla minareyi çektirdiği rivayet edildi. Çocuk herkesin gözü önünde “Minare doğruldu.” deyince de, Koca Sinan, şaşkın kalfalarına dönüp “Böyle yapmasaydım, her yerde minarenin eğri olduğunu söyler ve herkes eğri olduğuna inanırdı.” dedi.
Vefatı ve kaybolan kafatası
1588’de İstanbul’da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camisi’nin yanında kendi yaptığı sade türbeye defnedildi. Mezar taşında “Geçti bu demde cihandan pir-i mimaran Sinan” yazdı ve ebced hesabına göre hicri 996 / miladi 1588 diye not düşüldü.
Mezarı 1935’te Türk Tarihini Araştırma Kurumu tarafından açıldı ve Türk olduğu kafatası ölçülerek kanıtlanmaya çalışıldı. Dönemin gazetelerinde usta mimarın kafatasının “brakisefal” çıktığı, yani Türk olduğu müjdelendi. Kafatası Antropoloji Müzesi’nde muhafaza edilmek üzere alıkonuldu. Ancak ne olduysa oldu ve kafatasını bir daha gören olmadı.
Popüler kültürde Sinan
Eserleri yüzyılları aşan Mimar Sinan elbette popüler kültürde de yerini buldu. 1976’da Uluslararası Astronomi Birliği, Merkür’deki bir kratere onun adını verdi. 1988’de UNESCO tarafından Mimar Sinan Yılı ilan edilince, Turan Oflazoğlu “Sinan”, Turgut Özakman da “Ben Mimar Sinan” oyunlarını kaleme aldı. 2011 yapımı Muhteşem Yüzyıl’da seyirciler, Mimar Sinan’ın beyaz camda görünmesini heyecanla bekledi. Elif Şafak mimarlar tarafından eleştirilen “Ustam ve Ben”, Mehmet Coral ise “Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım” romanlarında ünlü mimarı konuk etti. Cemal Süreya’nın kendisine seslendiği dizelerle sonlandıralım yazımızı:
Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de
Bir sen kaldın alçak mimar ey Sinan Usta!