1871 Temmuz’un da dünyaya gelen ve Kasım 1922’de geçirdiği zatürre sonucu akciğer apsesinden hayatını kaybeden, tam adı Marcel Valentin Eugene Georges olan Proust kimileri için parlak kimileri için ise okunması güç bir yazardır. Herkesin hayatından bir kere dahi olsa geçmiş/geçecek bu büyük yazarın kitaplarındaki enteresan ve ilgi çekici konuların temeli hayatına ve deneyimlediklerine dayanır.
Alain de Botton’ın “Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir?” adlı hem eleştiri hem de Proust’un başyapıtı üzerine bir inceleme olan kitabından birazda feyzalarak biz de biraz Proust inceleyelim dedik.
Bugünü yaşamayı sevmek
Klasik bir soru vardır; Dünya’ya meteor çarpacak ve 5 dakikanız var n’aparsınız? Kimi der anamı ararım, kimi der saklanacak delik ararım, kimi der en yakın yatak odasına koşarım, kimi der bungee jumping yaparım. Ama Proust ise der ki; kardeş sıkıcı olan hayat değil onu nasıl yaşadığımız, 5 dakika içinde öleceğini öğrenince o arada hayatını eğlenceli yapmaya çalışacağına hayatını eğlenceli yaşa. Kendi cümleleriyle : “Aslında bugünü yaşamayı sevmek için felaket haberlerine gereksinim duymamalıyız. İnsan olduğumuzu ve ölümle her an yüzyüze olduğumuzu bilmek yeterli olmalı bunu becermek için.”
Kendimizi okumak
Proust’un babasıgil bir doktor, hayat kurtaran cinsinden. Kilo problemleri için egzersiz kitapları mı dersin, vebadan nasıl korunuruz mu dersin, batarya üretiminde ortaya çıkan hastalıklara dikkat çekmek için mi dersin bir sürü kitap yazmış ve oğlunun da bir kariyeri olsun,bir baltaya sap olsun istemiş. Proust belki fiziksel hastalıklarımıza çare olamamış ama öyle şeyler yazmış ki bize yeni duyarlılıklar kazandırmış ya da su yüzüne çıkmaya korkan duyarlılıklarımızı tutmuş yukarı çekmiş. Ve demiş ki : “Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur. Kitap bir optik araç görevi görür yalnızca. Böylece okuyucu, o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde.”
Zamanı saçmasapan kullanmayın gözünüzü seveyim
Evet evet aynen böyle demiş. Gazetelerde iki cümleye sığdırılan intihar haberlerini hiç sevmezmiş. Kim bilir o intiharın arkasında ne tetikleyici sebepler vardır diye düşünüp, utanmasa her haber üzerine bir kitap yazacakmış. Proust için bir kurabiyenin ağızda dağılması bile bir hikaye olabilecekken bizler için bir intihar haberi iki cümlede son bulabiliyor ve biz mi zamanı iyi kullanan oluyoruz, bırak allasen. Proust’un deyimiyle “yaptıkları iş ne kadar aptalca olursa olsun, o işi yapmaya ‘hiç zamanları yok’muş gibi davranıp bundan tatmin olan ‘meşgul’ insanlar”ız. Ölümünün son anına kadar Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmış ve bu kitabında (çetrefilli bir yolla olsa dahi) zamanı boşa harcamayı boşverip hayattan nasıl keyif alırız onu göstermeye çalışmıştır.
Duygularımızı ifade etmek
Proust, gökyüzündeki ay için “geceyi aydınlatıyor” diyen insanlara kıl olurmuş. Evet ilk duyduğumuzda hepimizin elbet hoşuna gitmiştir bu ama sonrasında klişeleşmiş ve anlamını yitirmiştir. Bir de Proust ne demiş bakalım; “Bazen öğleden sonra beyaz bir ay ufak bir bulut gibi gizlice, gösterişsiz bir edayla gökyüzüne sokulur; henüz “sahneye çıkma” sırası gelmeyen, bu yüzden bir süre oyuncu arkadaşlarını izlemek için günlük giysileriyle biraz “öne ilerleyen” ama ilgiyi üstüne çekmek istemediğinden yine de sahne arkasında kalan bir aktrisi hatırlatır insana bu haliyle”. (Tabi ki bir çoğumuzun yapabileceği bir benzetme değil bu.) Konuşma şeklimiz aslında nasıl hissettiğimizle doğrudan alakalıdır çünkü dünyayı anlatışımız onu ilk başta nasıl algıladığımızın yansımasıdır. Kıssadan hisse, Proust klişeleşmektense hissettiğiniz şekilde konuşun canımı yiyin demiş.
Buradayım aşkım!
Bir eşcinsel olan Proust eserlerinde çekinmeden ve detaylıca bu temayı işleyen ilk Avrupalı romancıdır. Bu konu üzerine en önemli yapıtı Sodom ve Gomorra’dır desek yalan olmaz. Kitaplarında homofobik bir karakter kullanmasının sebebi ise yüksek ihtimalle dönem siyasetinde homoseksüelliğin bir hastalık olarak görülmesi olabilir.
Başarıyla acı çekmek
Dokuz yaşında ilk büyük astım krizini geçiren Proust, bundan sonra da hep hasta bir çocuk olarak kalmış ve bu sebeple çocukluğunun büyük bir kısmını dinlenerek geçirmiştir. Bu da yetmez gibi hayat onun için zor bir sınavdı, sürekli nükseden bir çok hastalığı vardı fakat Proust bunu avantaja çevirmesini bildi. Bize, bilgeliğe varmak için iki yöntem olduğunu söyler: acı çekmeden varılan bilgelik ve hayat sayesinde acı çekerek varılan bilgelik. Yani diyor ki aslında tüm bu astımlar,alerjiler falan bilgeliği keşfetmek için bize sunulmuş şifreler, nankör davranıp polenlere falan suç atmayın.
İyi arkadaş olmak
Proust öldükten sonra arkadaşları onun hakkındaki fikirlerini içeren yazılarını yayınlatmak istediler. Yazıları özetlemek gerekirse; cömertti, alçakgönüllüydü, ilgiliydi, iyi bir konuşmacıydı (e yani!), eğlenceliydi blablabla. Proust ise arkadaşlık hakkında çok farklı düşünüyordu : bir kanepeyle de arkadaş olabiliriz, konuşmak gereksiz bir etkinliktir, arkadaşlık boş bir çabadır. Sonuç olarak arkadaşlık: “… bizi, yalnızlığımızın o kadar da çaresiz olmadığına inandıran bir yalandır. Arkadaşlığı hor görenler … dünyadaki en iyi arkadaşlar olabilirler” demiştir. Bunun nedeni, belki de bu insanların arkadaşlık bağına çok daha gerçekçi beklentilerle yaklaşmalarıdır. Onlar, uzun uzadıya kendilerinden bahsetmezler; konunun önemsiz olduğunu düşündüklerinden değil, aksine konunun, konuşma denilen rastgele, oradan oraya atlayan ve tümüyle yüzeysel araca emanet edilmeyecek kadar önemli olduğunu düşündüklerinden olabilir.
Kendinize gelin
Çevremizdeki imgeler çoğu zaman, sadece modası geçmiş değil, üstelik gereksiz biçimde gösterişlidir. Proust, dünyayı iyi değerlendirmemiz gerektiğini söylerken, sürekli olarak gösterişsiz görüntülerin aslında ne kadar değerli olduklarını hatırlatır bize şu cümleleriyle: “Denize bakmanın, dalgaların çıkardığı sesi dinlemenin eğlenceli olduğu konusunda şüpheye düşen kişiler görüyor insan, ama -ince zevklere sahip olduklarından hiç şüphe etmeyen- bu kişiler, ancak denize bakabilecekleri, dalgaların sesini dinleyebilecekleri bir otel odası için gecede ikiyüz Frank ödediler mi bunların eğlenceli olduğuna inanıyorlar.”
Gelelim aşk’a
Proust aşkı telefona benzetiyor. Bell telefonu 1876 yılında icat etti. 1900 yılında Fransa’da otuzbin telefon vardı. Proust hemen bir telefon edindi ve sonrasında onun için şöyle yazdı : “Önceleri bir mucize olduğuna inanıp şaşkınlıkla baktığımız, şimdiyse terzimizi aramak ya da dondurma ısmarlamak için düşünmeden kullandığımız doğaüstü bir alet.” Yani diyor ki alışkanlık aşkı öldürür. Belki de bu sebepledir ki Proust kimseye derin duygularla bağlanmamış. Aşk onun için tedavisi imkansız bir hastalıkmış. Ben bu konuda Proust’dan çok Ayşecik kızımıza katılıyorum, sonuçta hayat sevince güzel!
Kayıp zamanın izinde (bunu es geçmek olmazdı)
20.yy’ın en önemli eserlerinden kabul edilen, dile kolay 17 senede yazılmış, yarı-otobiyografik, 7 ciltlik bir Proust şaheseri. Dünyanın en uzun mektubu diyebiliriz. Bir kurabiye yerken diliyle damağı arasındaki o hissiyattan yola çıkıp çocukluğundaki kahvaltılar üzerine ya da derin uykuya geçiş gibi hayatımızdaki küçük detaylar için sayfalar ayırmıştır. Kimine göre geçmiş zamanı kimine göre boşa geçmiş zamanı işler bu kitap. Proust, algı hafızası sayesinde çocukluk, ergenlik, orta yaş ve yaşlılık dönemlerinden istediğine kendini ışınlayıp en ince detaylarına kadar o günlere geri dönebiliyor ve kayıp zamanı bize betimliyor. Proust tarafından bu koca kitabın okunmadığı da bir rivayettir.
Bonus : Yazıyı yazarken nedense aklımda dönen sahne Dwayn’in dayısıgil ile olan diyaloğuydu, sizi de mahrum bırakmayayım dedim. Selam sana “Little Miss Sunshine”
https://youtu.be/LfbdcKHXJNQ