20. asrın ürettiği fevkalâde sanatçılardan biridir Kuzgun Acar. Bir heykeltıraş olacağını bilmeden yaşadığı ilk yıllarının ardından yurt içi ve yurt dışında heykel dalında prestijli ödüller kazanır. Bir dönemin Unkapanı’nda, Ankara’sında onun eserleri boy gösterir. Dahası da var; o, yonttuğu taşların, yaptığı heykellerin altında hep bir çığlık saklar. Bunu belirtmekten de çekinmez: ‘’Yaptığım her yontuda mutlaka bir çığlık vardır.’’ Peki nedir bu çığlık? Nasıl bir aile yaşantısı vardır? Eserlerine daha sonra ne olur? Okudukça zenginleşeceğiniz bir yaşam öyküsü sizleri bekliyor. Görsellerde Acar’ın çalışmalarını da görebilirsiniz.
1. Erken yıllarda Kuzgun Acar
Heykeltıraş, 28 Şubat 1928’de İstanbul’da dünyaya gelir. Habeşistan kökenli olduğu düşünülen Ayşe Zehra Hanım annesi, ihtişamlı yaşamına değin ailesine sırtını dönen Nazmi Acar babasıdır. 20 yaşına ayak bastığı 1948 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi heykeltıraş bölümüne girer. Burada büyük Alman heykeltıraş Rudolf Belling’in öğrencisi olur. Daha ilk öğrencilik yıllarından itibaren soyut çalışmalara yönelen Acar, ömrü boyunca bu yaklaşıma sadık kalır. Heykelleri için gereken malzemeleri de çoğu kez hurdacılardaki metal malzemelerden sağlar.
2. Hüzünlü aile hikâyesi
Ailesi, anne babasıyla alakadar çeşitli söylentiler vardır. Bunların hangisi doğru bilemesek de hepsinin ortak noktası şudur: baba Nazmi Acar şatafatlı, gösterişli bir hayat sürerken sanatçı annesiyle beraber yokluk içinde büyür. Uzun müddet oğlunu kendi nüfusuna almayı kabul etmeyen baba Nazmi Acar ve yaşamak için çeşitli işlerde çalışan, en sonunda alkole sığınıp Bakırköy’de tedavi gören anne Ayşe Zehra Hanım onun ailesidir. Sanatçı bu yıllarına dair şunları aktarır: ”İlginçti aslında yaşamımız. Babam çok olanaklıydı, ama tavırlıydı bize karşı. Ben üç yaşındayken ayrılmışlar. Ben bir işçi ananın çocuğu olarak büyüdüm. Zaten hep otomobil halı yıkadım. Mencusat ustabaşılığı yaptım. Belki de hâlâ süre gelen hırçınlığım bundan geliyor.’’
3. Lise yılları
Bu çalkantılı dönemin şen şakrak geçmediği aşikârdır. Kuzgun Acar on iki yaşında bastığında babası onu kendi nüfusuna geçirir. Geçirir ama onu bunu yapmaya Kuzgun’un amcası zorlar. Bu durum yine de babası tarafından aşağılanmasına engel olamaz. Bir öğretmen olan Kuzgun’un amcası, yeğenini Sultanahmet’te İstanbul 1. Ticaret Lisesi’ne kaydeder. Mezuniyetten sonra babasının desteğiyle bir ayakkabı bağı imalathanesi açsa da dikiş tutturamaz ve iflas eder.
4. Heykeltıraşlığa doğru
Bu sarsıntılı yılların, mezuniyet ve iflasının ardından Kuzgun için yeni bir devir başlar. Bu yeni devri sanatçı şu cümlelerle ifade eder: “Önce ben bilmiyordum heykeltıraş falan olacağımı. Bilemezdim de çünkü hep Michelangelolar var zannediyordum yeryüzünde. Onlarla da aşık atamayacağımı biliyordum. Ama o kadar çok seviyordum ki, bir özel uğraş olarak yapabilir miyim diye girdim Akademi’ye. Orada Zühtü Müridoğlu, Hadi Bara diye iki tane kocaman ustanın kocaman yüreğiyle karşılaştım.”
5. Üniversite ve yeni bir Kuzgun Acar
Ticaretin onun ruhuna uygun olmadığını fark eder Acar. Bu fikrini şüphesiz ki üniversitenin heykeltıraş bölümüne girdiği zaman da pekiştirir. Öyle ki henüz bir üçüncü sınıf üniversite öğrencisiyken ilk sergisini açmaya koyulur. 1952 yılında Maya Sanat Galerisi’nde açtığı ilk sergisinde; yontma kadın heykelleri ile dekoratif işlerini sergileme şansı yakalar.
6. Sanat camiasıyla içli dışlı
Akademiye girdiğinden beri, atölyesine hayranlık duyduğu bir isim vardır: ünlü şair ve ressamlarımızdan Bedri Rahmi Eyüboğlu. Onun atölyesi hakkında ‘’Orada daha bir renk, daha bir ışık anlatılıyordu” der. Okuduğu okul ve bölüm ona pek çok şair ve yazarla ömür boyu sürecek dostluğun kapılarını aralar. Sait Faik Abasıyanık, Bilge Karasu, Can Yücel gibi sanatçılarla olan muhabbeti bir ömür devam eder. Acar, 1953 yılında Akademi’den ‘’Yüksek Heykeltıraş’’ olarak mezun olur.
7. Prestijli ödüller dönemi
Bir konservatuvar hocası ve bir piyanist olan Münire Abdüşef ile 1955’te evlenirler. Bu yıllarda kendini yoğun bir şekilde çalışmalara vererek gelecek ödüllerin de kapılarını aralar. Venedik Bienali kapsamında gerçekleşen Venedik Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nden mansiyon aldığında tarih 1962’dir. İstanbul’da 23. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde birinci olur. Fakat belki de en ses getiren, en önemli ödülü 1962 yılında Paris’te aldığı ödüldür: Paris Genç Sanatçılar Bienali’nde kazandığı birincilik ödülü sanat çevresinde güçlü bir yankı yapar; zira o yıllarda yerli bir sanatçının yurt dışından ödül almasına neredeyse imkansız gözüyle bakılır. Bu ödülle beraber yabancı sanatçılara verilen iki burstan birini kazanmasıyla Fransa’ya gider ve 1962 yılında Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde açtığı sergideki iki yapıtı müze tarafından satın alınır.
8. Tan Oral’ın Paris ödülü hakkındaki yorumu
Bir film yönetmeni ve usta bir karikatürist olan Tan Oral, Kuzgun Acar’ın dostlarından biridir ve Acar’ın Paris’ten aldığı ödülü şöyle yorumlar: ‘’Bugünün kuşaklarının anlaması zor. O kadar içine kapalı bir Türkiye’de yaşıyorduk ki… Bir Türk sanatçısının Avrupa’da birincilik alması hepimizi müthiş etkilemişti. Yine İstanbul Üniversitesi’nde tiyatro yapan bir grup öğrencinin Almanya’nın Erlangen şehrindeki tiyatro festivaline gitmesi, ardından Aziz Nesin’in, Turhan Selçuk’un kendi alanlarında aldıkları Altın Palmiye ödüllerinin hepimizin üzerinde çok olumlu, şaşırtıcı etkisi olmuştu.’’
9. ‘’Kuşlar’’ heykeli ve Unkapanı
1970’lerin ortalarında, İstanbul Unkapanı’ndaki Manifaturacılar Çarşısı görkemli bir sanat eserine tanıklık eder. Acar bundan yaklaşık 42 yıl önce tamamladığı Kuşlar heykelini Manifaturacılar Çarşısı 1. Blok duvarına asar. Daha sonra pek hayırlı bir akıbeti olmayan bu soyut çalışma ise 2015–2016 yıllarında restore edilip Unkapanı’ndaki yerine tekrar döner.
10. Sürüp giden çalışmalar
Acar sanat hayatına 1976’daki vefatına dek devam eder. 1972’de Galata Sanat Galerisi’nde Tan Oral, Gültekin Çizgen ve Orhan Taylan ile karma sergiler açar. Cumhuriyet’in ellinci yılı kapsamında 1973’te Gülhane Parkı’na yaptığı heykel bir süre sonra kaldırılır. 1974’te Maden İş Sendikası’nın Gönen’deki tesislerine hurda malzemeler ile 13 metrelik bir rölyef yapar. Döneminin en büyük rölyefi olan Ankara Kızılay’daki sökülen Türkiye heykeli daha sonra bir hurdacıya satılır.
11. Acar’ı anlamak
Sanatçı, içinde hep bir isyan ve hırçınlık barındırır. Malzemelerini hurdacılardan toplar ve kaynakçı gözlüğüyle çalışır. Sivil bir sokak tiyatrosu için özel masklar yapar. Devinim ve hareket adamıdır. Bu nedenledir ki tüm heykellerinde durağanlığa karşı, eylemsel bir tema bulunur. Ekonomik sıkıntılar yaşadığı yıllarda otomobil yıkar, meyhanecilik ve bar fedailiği yapar. Hayatının son günlerinde Marmara Adası’na “Balıkçılarla birlikte ağ çeken bir Atatürk heykeli” yapmayı tasavvur eder.
12. Son söz
Yazımızı onun sözleriyle kapatalım: “Önce kendi işimde devrimci olmaya uğraşıyorum. Kaçınılmaz bir şey bu. Ben kendi heykelimde bir şey beceremiyorsam bir yeni tat, bir yeni koku, bir yeni inanç koyamıyorsam kime ne söyleyeceğim ki? Önce sevmek gerek… Karşına bir malzeme çıkar, ona sevgiyle yanaştıkça, sokuldukça tanırsın. Tanıdıkça da seversin. Bir kere sevdin mi, gönlünü verdin mi bu malzemeye, nakış da olur, heykel de, mask da.”