Bazı sözler vardır ki, yüzlerce yıl geçse bile anlamını yitirmez. Toplumun zaaflarını, ikiyüzlülüğünü ya da cesaretin gücünü tek cümlede özetler. “Kral çıplak!” da tam olarak böyle bir ifade. Unutulmaz cümlenin kökeni, ünlü Danimarkalı masal yazarı Hans Christian Andersen’in kaleme aldığı “İmparatorun Yeni Giysileri” adlı hikaye. Bu masalda, gösterişe ve statüye olan zaafın, toplum baskısının ve bireysel çıkarların insanları nasıl kör edebileceği hiciv dolu bir dille anlatılır. Gözle görünür bir gerçek, yalnızca bir çocuğun dürüst diliyle ortaya çıkabilir. Hikâye, sadece bir imparatorun değil, ona boyun eğen tüm bir toplumun iç yüzünü de gözler önüne serer. Bu yüzden “Kral çıplak!” sözü, yalnızca masalsı bir haykırış değil; aynı zamanda her çağda geçerli olan yalın bir uyanış.
Zamanın birinde kıyafete olan düşkünlüğü dillere destan olan bir imparator yaşarmış
Öyle ki, bütün servetini gösterişli kıyafetlere harcar, askerlerinin işlerinden, tiyatrodan, hatta saray gezintilerinden bile uzak dururmuş. Onun için en önemli şey, yeni kıyafetlerini sergilemekmiş. Öyle ki ülkede, “İmparator mecliste” deneceğine, herkes “İmparator soyunma odasında” dermiş.
İmparatorun yaşadığı şehir her daim canlı ve kalabalıkmış. Gün geçmezmiş ki uzak diyarlardan yabancılar gelmesin. Bir gün şehre iki yabancı daha varmış. Kendilerini dokumacı olarak tanıtmışlar. Ama öyle sıradan değil; dünyanın en eşsiz kumaşlarını dokuduklarını, bu kumaşların sadece benzersiz renk ve desenlere sahip olmadığını, aynı zamanda bir büyüsü olduğunu söylemişler: Bu kumaştan yapılan giysiler, görevine layık olmayanlara ve ahmaklara görünmezmiş!
İmparator bu iddiayı duyunca heyecandan yerinde duramamış
“İşte tam bana göre bir kıyafet!” demiş. “Onları giyersem, ülkemde kimler işini iyi yapıyor, kimler yetersiz, hemen anlarım. Zekiyle aptalı da ayırt ederim. Bu kumaştan hemen bana da yapılmalı!”
Ve derhal iki dokumacıya büyük bir servet ödenmiş, onlardan hemen işe koyulmaları istenmiş. Dolandırıcılar tezgâhlarını kurmuşlar ama gerçekte hiçbir şey dokumamışlar. Gündüz gece sözde çalışıyor, ama en değerli ipekleri ve altın iplikleri ceplerine indiriyorlarmış. Tezgâhlar boşmuş, ama onlar sanki çok meşgullermiş gibi görünüyorlarmış.
İmparator, kumaşın neye benzediğini çok merak etmiş ama bir yandan da endişelenmiş: Ya kendisi kumaşı göremezse? Bu düşünceyle, önce güvenilir bir bakanını göndermeye karar vermiş. “O kadar dürüst ve akıllı biridir ki, gördüğünü doğru anlatır bana.”
Bunun üzerine yaşlı bakan dokumacıların yanına gitmiş. Boş tezgâhları görünce gözleri fal taşı gibi açılmış. “Aman Tanrım, hiçbir şey göremiyorum!” diye düşünmüş. Ama bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edememiş. “Yoksa ben aptal mıyım? Bu göreve uygun değil miyim? Kimse böyle düşünmemeli!”
Dolandırıcılar heyecanla kumaşı göstermiş gibi yapmışlar, renkleri ve desenleri ballandıra ballandıra anlatmışlar.
“Ne kadar da güzel! Gerçekten hayran kaldım,” demiş bakan, gözlüğünü düzeltip bomboş tezgâha bakarken. İmparatora da gördüklerini aynı övgülerle anlatmış. Dolandırıcılar daha fazla altın, daha fazla ipek istemiş. Ve yine hepsini ceplerine atmışlar. Tezgâhlarda hâlâ bir şey yokmuş ama onlar dokumaya devam ediyor gibi yapıyorlarmış.
İmparator bu kez başka bir yetkiliyi göndermiş. O da boş tezgâhlara bakmış ve hiçbir şey görememiş. Ama kimseye itiraf edememiş. Onun da aklından geçen şüphe aynıymış: “Demek ben de layık değilim bu göreve… Ama bunu kimse öğrenmemeli.” Ve o da aynı yalanı söylemiş: “Harikulade bir kumaş! Desenleri müthiş.”
Artık bütün şehir bu sihirli kumaşı konuşur olmuş. Herkes bir başkasının ne gördüğünü merak ediyormuş. Sonunda İmparator, yanında güvendiği adamlarla birlikte kumaşı görmeye gitmiş
Tezgâhlar yine bomboşmuş ama dolandırıcılar durmaksızın çalışıyor gibi görünüyormuş. “Muhteşem!” demiş daha önce kandırılmış olan görevliler. “Bakınız majesteleri, renkler ne kadar parlak! Deseni ne kadar zarif!”
İmparator boşluğa bakmış. Ama hiçbir şey görememiş. Gözleri kocaman açılmış. “Aman Allahım!” diye geçirmiş içinden. “Ben mi göremiyorum? Demek ben bu işe layık değilim! Hayır, bunu kimse bilmemeli!”
Ve yüksek sesle şöyle demiş: “Gerçekten büyüleyici. Beğendim.”
Ardından başını onaylar gibi sallamış. Saraydaki herkes onunla aynı fikirde görünmüş. Herkes görüyormuş gibi davranmış ve giysilerin büyük geçit töreninde giyilmesi gerektiğini söylemiş.
Dolandırıcılar o gece hiç durmadan çalışıyor gibi yapmışlar
Sabah olduğunda, imparatorun “yeni kıyafetleri” hazırmış! Boşlukta makas sallamışlar, kumaşı katlıyormuş gibi yapmışlar, sonra da “Şimdi giyinme zamanı!” demişler. İmparator soyunmuş, dolandırıcılar bir şey giydiriyormuş gibi davranmış. Her giysi için isim uydurmuşlar.
“Pantolon burada, ceket burada, pelerin ise tam şurada. Tüm giysiler örümcek ağı gibi hafif. İnsan neredeyse üstünde bir şey yok sanır ama zaten bu zarafetleri de buradan geliyor.” Saraylılar başlarını sallayıp duruyormuş. Hiçbiri bir şey görememiş, ama görüyormuş gibi yapmışlar. Sonunda alay başkanı içeri girmiş:
“Majestelerinin gölgeliği hazırdır.”
İmparator aynaya dönmüş, kendi hayali kıyafetlerine son bir kez bakmış gibi yapmış:
“Ne güzel oldu! Ne zarif!”
Trenini taşımakla görevli soylular hemen yere eğilmiş, sanki uzun bir kuyruk taşıyormuş gibi davranmışlar. Herkes rollerine sadık kalmış.
Ve böylece, İmparator kalabalığın arasından geçerek alayla yürümeye başlamış
İnsanlar sokaklara dökülmüş, pencerelere çıkmış. “İmparator’un kıyafetleri ne kadar güzel! Ne kadar zarif! Kuyruğa bakın!” diye haykırmış herkes. Hiç kimse bir şey görmediğini söylemeye cesaret edememiş. Zira bu, ya aptal olduklarını ya da görevlerine layık olmadıklarını kanıtlayabilirdi.
Tam o anda bir çocuğun sesi duyulmuş: “Kral çıplak!”
Babası hemen susturmaya çalışmış: “Şu çocukların gevezeliğine bak sen!”
Ama söz ağızdan ağıza fısıldanmış. Önce birkaç kişi, sonra kalabalığın tamamı haykırmış:
“Kral çıplak!”
İmparator irkilmiş. Onların haklı olabileceğini fark etmiş ama töreni yarım bırakmayı gururuna yedirememiş. “Bu yürüyüş tamamlanmalı,” demiş içinden. Ve böylece, sanki gerçekten giyinikmiş gibi, daha da dik yürümeye başlamış. Soylular da onun arkasından, görünmeyen pelerini yere değmesin diye taşımaya devam etmişler.