Yıllar evvel hayatımıza Karadeniz şivesinin belki de ilk kez abartılmadığı bir diziyle; Gülbeyaz’la “Ben seni sevduğumi da dünyalara bildirdum.”… diyerek esti şair ceketli çocuk. Köyünden çıkıp İstanbul’a gelmeden önce hep bir ceket yaptırmak isterdi; şu kadife olan şair ceketlerinden hani. Onların köprü altlarını mesken tuttuklarını da de bilirdi ama ziyanı yoktu; kocaman bir yalana inanmaya hazırdı zira. Dik yakalı devrimci kazağı içinde hayata karşı daima dik durmaktan onu hiçbir şey alıkoyamadı, hep çocuk kaldı ve hiçbir şeyi terk etmedi. Şiir yazamadı belki ama şiir gibi yaşadı. Aramızdan fırtına gibi geçip giderken yüreklerimizde dev kraterler açtı ve bizleri kırık dökük hayallerimizle bir başımıza koyverdi, horon da yarım kaldı…
Dile kolay 10 yıl geçmiş. Sesi ve kemençesinin kulaklarımıza değmediği 10 lanet; aksi yıl… Aradan yüzyıllar geçse, iklimler değişse ve dünya tersine dönse de yeri hiçbir zaman dolmayacak. Kemençelerden çıkan hiçbir nâğme onunki kadar yüreklerimizin derinlerine işlemeyecek ya da neşe vermeyecek. Bu kenti terk edip gidişi kolumuzu kanadımızı kırsa da hayata karşı onun gibi, son nefesimize dek direneceğiz. Ruhu ve şarkıları hep bizimle olacak.
“Her ölüm erken ölümdür.” derler ama seninki daha çok erkendi be abi…
Hayata karşı daima Karadeniz’in o yüksek dağları gibi dik, dalgalı denizi gibi hırçındı
Kimseye eyvallahı olmadı, Karadeniz müziği altında otoriteye methiyeler düzmedi. Kof milliyetçilik soslu, içi boş sözlü şarkılarla insanların duygularını istismar etmedi. Kemençesinin tek sahibi kendisiydi.
Müziğiyle Karadeniz’de esaslı bir devrim yarattı
İsmail Türütlerin de çıktığı bir coğrafyada Selçuk Balcı, Apolas Lermi, Karmate, Marsis gibi Karadeniz müziğini en doğru şekilde temsil edecek genç müzisyenlere ilham verdi ve yaptığı müzik ile ideolojisi ya da görüşü fark etmeksizin herkesin gönlünü kazanabilecek kadar naif bir devrimciydi. Karadeniz müziğinin tüm Türkiye tarafından tanınması ve sevilmesine önayak oldu.
Hayatla daima bir meselesi vardı
Bu ülkenin politikacılara ve yalancılara ihtiyacı olmadığını, kendi onuruna sahip insanlara ihtiyacı olduğunu tüm yüreğiyle haykıracak kadar delikanlıydı.
Duruşu ve ortaya koyduğu düşünceler için asla pişman olmadı
Verdiği mücadele ve rahatsızlık karşısında hiçbir zaman geri adım atmadı ve diz çökmedi. “Hayatım ve sağlığım nereye giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli bir herif olmaya devam edeceğim.” diyebilen bir insandı.
En koyu bordo, en hırçın mavi, en has Trabzonsporluydu
Trabzonspor onun için güçlülere karşı güçsüzlerin var olduğunu; onların da bir şeyler yapabileceğini göstermeseydi. Bu yönüyle Trabzonspor kendisi için hiçbir zaman salt bir futbol takımından ibaret olmadı. Aramızdan ayrılmadan 30 gün önce cehennemin dibindeki Olimpiyat Stadı’nda oynanan İstanbulspor – Trabzonspor maçına gidip, sesi kısılıncaya kadar destekleyebilecek kadar bordo mavili renklere sevdalıydı. Avki Aker’de atılan her gol ile hoparlörlerden yükselen “Uy Aha” şarkısı tribünlerde sonsuza dek yaşayacağının en büyük kanıtıydı…
“Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir.
benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti.”
Tedavisinin kötüye gittiği zamanlarda dahi sahneden inmedi
O’nu hayata bağlayan yegâne şey her zaman müzik oldu. Alelade yatağında uzanırken dahi aklına gelen melodileri çoğaltmak ve ortaya yeni şeyler çıkartmak istiyordu. Kemençe ve tulum sesi en etkili ilacıydı…
Ve gökten bir yıldız daha kaydı; Karadeniz’e düştü…
Kanser onu aramızdan aldı ve şimdi dünya çok daha boktan bir yer. Irmaklar gibi uzun uzun akıp, terk ettin bizi Kâzım abi.
Hoşça kal…