Kanserin ismini duymak bile insanın yüreğine koca bir taş gibi oturabilir. Bu kelime, yalnızca bir teşhis değil; aynı zamanda bir korku, bir belirsizlik, bir mücadele çağrısıdır. Siz ya da sevdiğiniz birinin kanser olduğunu öğrendiğinizde, zaman adeta durur. Hayatın geri kalanı sisle kaplanmış gibi olur. Çünkü kanser sadece bedeni değil, ruhu da hedef alır. Günümüzde her yıl milyonlarca insan bu teşhisle yüzleşiyor. Tıp dünyası yıllardır bu düşmana karşı savaş veriyor; ilaçlar gelişiyor, teknoloji ilerliyor, bazı türlerde iyileşme oranları artıyor. Ama buna rağmen, kanser hâlâ güçlü, karmaşık ve çoğu zaman acımasız bir düşman. Özellikle bazı organları hedef alan türleri o kadar sık görülür ki artık adlarını ezberledik: Akciğer kanseri, meme kanseri, prostat, cilt, mide, kolon… Peki ya kalp? Bu en hayati organ, bu sabırla atan kas yumağı neden kanserden neredeyse hiç etkilenmiyor? Kalp kanseri diye bir şey hiç duydunuz mu? Muhtemelen hayır. Ama bu, onun hiç var olmadığı anlamına gelmiyor. Kalp kanseri gerçekten vardır. Yalnızca o kadar nadirdir ki, tıp literatüründe bile sayılı vakadan söz edilebilir. Bakalım neden kalp kanseri yok?
Sevdiğiniz birinin kanser olduğunu öğrenmek, hayattaki en zor anlardan biridir
Çünkü kanser, yalnızca fiziksel değil, duygusal olarak da insanı alt üst eden bir hastalık. Günümüzde her yıl 15 milyondan fazla insana yeni tanı konuyor ve ne yazık ki bu hastalık 8 milyondan fazla insanın hayatına mal oluyor. Modern tıbbın büyük ilerlemeler kaydettiğini söyleyebiliriz ama buna rağmen kanser hâlâ zorlu ve çoğu zaman acımasız bir düşman.
Peki, vücudumuzun neredeyse her organı bu hastalığın tehdidi altındayken, hiç “Kalp kanseri diye bir şey var mı?” diye düşündünüz mü? Muhtemelen kalp kanseri olan biriyle hiç karşılaşmadınız. Çünkü bu tür neredeyse hiç görülmüyor. Ama “yok” da değil. Evet, kalp kanseri gerçekten var… Ancak o kadar nadir ki, tıbbi literatürde bile parmakla gösterilecek kadar az örnek var.
Kanseri anlamak için önce onun nasıl ortaya çıktığını kavramamız gerekir
Vücudumuzda hücreler yaşlanır, görevini tamamlar ve yerini yenilerine bırakır. Ancak bazen sistem hata verir. Eski hücreler ölmez, kontrolsüzce çoğalmaya başlar. İşte kanser dediğimiz şey, bu kontrol dışı hücre yığınıdır. Zamanla bu anormal hücreler çevresindeki dokulara zarar verir, hatta başka organlara sıçrayabilir.
Ama burada kritik bir detay var: Kanser en çok hücre bölünmesinin sık olduğu yerlerde gelişir. Yani kendini sık sık yenileyen dokularda… Örneğin cilt, mide, kolon, meme dokusu gibi yerlerde. Bu bölgelerde hücreler sürekli yenilenir çünkü dış faktörlere (radyasyon, kimyasallar, mekanik yıpranma vb.) çok daha açıktırlar.
Doğmadan önce çalışmaya başlar, ölüm anına kadar durmaksızın atar. Ama bu yoğun tempoya rağmen kalp hücreleri kendini pek yenilemez. Sadece zorunlu bir onarım durumu olursa yeni hücre üretir. Yani kalpte hücre bölünmesi nadir olduğundan, kanserin tutunacağı zemin de yok denecek kadar azdır. Üstelik kalp, dış faktörlere karşı da oldukça korunaklı bir yapıya sahiptir. Bu da onu kansere karşı adeta zırhla donatılmış hale getirir.
Ama kalp kanseri neden yine de var?
Bilimsel araştırmalar, her 1 milyon kişiden yaklaşık 34’ünde kalple ilgili tümör görüldüğünü ortaya koyuyor. Kalpte görülen bu tümörler genellikle iki gruba ayrılıyor: Birincil (doğrudan kalpte başlayan) ve ikincil (başka bir yerden kalbe sıçrayan) tümörler.
Birincil tümörlerin çoğu sarkom denen, kalbin yumuşak dokusunda ortaya çıkan kötü huylu tümörlerdir. Çok nadirdir ama çok tehlikelidir. Öte yandan, iyi huylu kalp tümörleri daha yaygındır; her zaman ölümcül olmasalar da, yine de dikkatle izlenmeleri gerekir.
En yaygın görülen kalp “kanseri” ise aslında başka bir yerden gelip kalbi etkileyen metastazlardır. Örneğin akciğer kanseri kalbe komşu olduğundan oraya sıçrayabilir. Ya da kan dolaşımı yoluyla meme, böbrek, deri (melanom) veya lenfoma gibi kanser türleri kalbi etkileyebilir. Bu durumda kalp, aslında başka bir kanserin hedefi haline gelir.
Kalp kanseri çok nadir görüldüğü için yeterince bilinmiyor olabilir ama göz ardı edilmemeli. Tanı konulan vakalarda 1 yıllık sağkalım oranı sadece %50 civarında. Yani az rastlansa da, karşılaşıldığında ciddiyetle yaklaşılması gereken bir tabloyla karşı karşıyayız.