Bazı yazarlar var, istiyoruz ki mesela, hayatları sanki “Bourée” (Jethro Tull versiyonu) girişi gibi olsaydı. Yarı oynak bir marş eşliğinde, kostümlü bir geçit töreni gibi rap rap rap giderken caddeden, birden sapıtıp cadde karnavala dönseydi. Önde bizim yazar, arkada caddede ona katılanlar, salına salına yürümeye devam etselerdi, ta ki sıkılıp da yol üzerinde bir mekana kendilerini bırakıp sabahlayana kadar.
“Ne geceydi be” deseydi bizim yazar. Aklına geceden sahneler geldikçe dudağının kenarına muzip bir gülücük düşseydi. Keyiflenseydi. Bugün o yazar John Fante.
Penceresinin önü hep sisli, yatağı var misler gibi rahat, küçük emrah kadar fakir ya da kokteyl içen ve kürklerinden havaya pahalı parfüm yayılan kadınlarla dolaşan adamlar kadar zengin. O kadınlar hep güzel gibi ama normal gibi de. Kahvesi hep tatsız, ev sahibi suratsız.
Fante, bir anda karar verip en güzel o gidemez. Gitse de sıkılır geri döner. Sen ne güzel bir abimizsin John Fante!
Bir nefeste okuyup çevirirken yaprakları, parkta kuru yapraklar uçuşuyor gibi oluyor. Sonra, Bukowski gelip kafamıza şaplak atıyor ve “Adamı övmek uğruna yapacağın benzetmeye tüküreyim” diyor.
Bukowski’nin tanrı dediği yazardan bahsediyoruz. Neyse, işin o kısmını Bonus’a bırakalım ve Fante’yi azıcık da hatırlamak için, yazdıklarından derlediğimiz alıntılara bağlanalım..
Bazen bir fikir zararsızca odada uçuşuverirdi…
Minik, beyaz bir kuş gibi. Kötü değildi niyeti. Tek isteği bana yardımcı olmaktı zavallı kuşun . Ama onu daktilonun tuşları ile örseler canına okurdum ve ellerimde ölürdü.
Yüzünü yıka, saçını tara, aynada beyaz saç taraması yaparken güzel kokmanı sağlayacak bir koku sür;
kaygılısın Arturo, çok kaygılısın ve kaygı beyaz saç demektir.
Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche’yi okudun mu? Ne kitap!
Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl.
Ölüler hayata döner mi? Kitaplar hayır diyor, gece evet diye haykırıyor
Yirmi yaşındayım, akıl çağına erdim, aşağıdaki sokaklara dalmak üzereyim, bir kadın arıyorum. Ruhum lekelendi bile mi, geri mi dönsem, koruyucu bir meleğim var mı, annemin duaları ruhumu teskin mi ediyorlar, yoksa canımı mı sıkıyorlar?
Dünyada beni seven bir şey olsaydı, tek bir şey, bir böcek, bir fare hatta, ama o da mazide kalmıştı,
ona sunabileceğim en iyi şeyin portakal kabuğu olduğunu anlayınca Pedro bile terk etmişti beni.
Yanıma geldiğinde kalkmadım, hiç kımıldamadan oturdum…
derin bir nefes aldım ve başımı kaldırıp ona baktım. Burnunun ucu hafif tombuldu ama çirkin olduğu söylenemezdi. Rujsuz dudakları iriydi, pembemsi; beni mahveden gözleriydi ama: gözlerindeki parlak, hayvansı pervasızlık.
Korkutmuşlardı beni, utangaçtılar, beni reddetmişlerdi;
prensesim beni reddetmeyecek ama, anlayacak, çünkü o da aşağılanmıştır.
Dünyada beni seven bir şey olsaydı, tek bir şey, bir böcek, bir fare hatta,
ama o da mazide kalmıştı, ona sunabileceğim en iyi şeyin portakal kabuğu olduğunu anlayınca Pedro bile terk etmişti beni.
Bir süre kent merkezinde aylak aylak dolaştıktan sonra öğleye doğru kendime acımaya başladım,
önünü alamadığım bir hüzün kapladı içimi. Odama döndüğümde kendimi yatağıma bırakıp hıçkıra hıçkıra ağladım.
O denli yaraladılar ki beni, kitaplara sığındım, içime kapandım, kasabamdan kaçtım
ve bazen Camilla, onları gördüğümde aynı acıyı hissediyorum, o eski yara kanıyor ve burada olmalarından mutluluk duyuyorum, köklerinden kopmuş olmalarından, gaddarlıklarının kurbanı olmalarından, güneşin altında ölüyor olmalarından.
“Ne önemi var? Sen bir hiçsin, bense bir zamanlar biri olmuş olabilirim ve hepimize giden yol sevgidir.”
Yaydığı koku daha da güçlenmiş, odanın her yerine sinmişti. Oda onun odası, bense bir yabancıydım sanki.
Merdivenden çıkıp lobiden geçtik. Ev sahibesinin yatmış olduğuna sevindim.
Nedeni yoktu ama beni o kadınla görmesini istemiyordum. Parmak uçlarında yürümesini söyledim, öyle yaptı; çok hoşuna gitmişti, küçük heyecanların hazzı; zevkten dört köşe olmuş, parmakları ile kolumu daha sıkı kavramıştı.
Ruhunu yitirmiş biri dünyaya sahip olsa ne fayda?
Ve o küçük şiir: dünyanın bütün hazlarını al, sonsuzlukla çarp, cennette bir an hepsine bedeldir. Ne kadar doğru? Ne kadar doğru? Bana doğru yolu gösterdiğin için sana minnettarım kutsal ışık.
Katil ya da barmen ya da yazar, ne olduğunun önemi yoktu;
Kaderi hepimizin ortak kaderi, onun sonu benim sonumdu; ve bu gece, pencereleri kararmış bu kentte onun ve benim gibi milyonlarca insan vardı; ölmekte olan çimen yaprakları kadar ayırt edilemez milyonlarca insan.
Gece vardı allahtan, karanlık vardı, yoksa bir günün bitip yeni bir günün başladığını fark edemezdim.
İki yüz kırk sayfa yazmış ve sonuna yaklaşmıştım, gerisi durgun suda gezintiydi.
Onun eviydi burası, onun viranesi, parçalanmış düşü.
Ceketini fırlatıp kendini divanın üstüne altı. Sessizce o çirkin halıyı izleyişini seyrettim.
Bonus: Bukowski tanrısını anlatıyor -“Toza Sor” önsözünden-
“Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş biri gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyordu, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı; cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu: sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın ve büyük bir mucizeydi…
…Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini’yim ben, Arturo Bandini” diye bağırırdım.
Fante benim Tanrı’mdı ve Tanrı’ların rahatsız edilemeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. Ama “Angel’s Flight”ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını tahayyül etmeyi severdim. Hemen her gün oradan geçerdim, Camilla’nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.”