4-5 Mayıs tarihlerinde UNIQ Hall’de gerçektirileşecek Japon Sanat Festivali nefis bir Nittoten Sergisi’ne, renkli workshop’lara, keyifli konuşmalara ve müzikal performanslara sahne olacak. Japon Sanat Merkezi organizatörlüğünde ve AISIN Group’un sponsorluğunda bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan festivalin kulisinde önemli bir isim var: Dr. Erdal Küçükyalçın. Kendisi Boğaziçi Üniversitesi Asya Çalışmaları Merkezi koordinatörü. Yıllardır Japon kültürünü, yönetim tekniklerini ve stratejik liderlik felsefelerini gerek verdiği dersler, konferanslar ve festivallerle Türkiye’de yaygınlaştırmaya çalışıyor.
Japon Sanat Festivali’nin açılışında bir araya geldiğimiz Erdal Küçükyalçın’a festivale ve Japon kültürüne dair merak ettiklerimiz sorduk. Keyifli okumalar!
Japonya tarihi ve Japon kültürüne ilişkin çok sayıda akademik ve edebi eseriniz mevcut. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde Japonca tercüme ve Asya tarihiyle ilgili dersler vermektesiniz. 2015 yılında hayata geçirdiğiniz Japon Sanat Merkezi, bugüne dek gerçekleştirdiğiniz sayısız seminer, atölye çalışması ve konferanstan da anlaşılacağı üzere, Japon kültürüne olan ilginiz tartışılmaz. Sizi bu kadim kültürün derinliklerine sürükleyen ne oldu? Bir yaşam felsefesi, bir efsane veya bir gelenek miydi ilk çıkış noktanız?
İlk çıkış noktam daha ortaokuldayken babamın getirdiği “Bugünkü Japonya” adlı eserdi. Bugünkü Japonya çok gelişmiş, çok ileri, teknoloji harikası inovatif bir topluma benziyordu. Ve ben bu toplumun nasıl oralara geldiğini merak etmeye başladım. Sonra bu dili öğrenmeye karar verdim. Bizim neslimiz müthiş idealistti. Ben de aynı idealizmle hareket ederek ekonomi bölümüne girme kararlarıyla liseden mezun oldum. Şanslıydım, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nü hemen kazanıverdim. Daha da şanslı olmalıymışım ki, fakülteyi kazandığım Japonca seçmeli ders olarak açıldı. İki yıl sonra da bir burs çıktı. Türkiye’den ilk defa Boğaziçi Üniversitesi’den İstanbul’un Japonya’daki kardeş şehrine bir öğrenci gönderilecek oldu. Hiç tereddüt bile etmeden gittim. İyi ki de gitmişim. Japonya’yı daha yakından tanıma, Japoncayı daha iyi öğrenme, Japon ekonomisinin gelişimi hakkında dersler almaya fırsatım oldu. Mezun olduktan sonra da yine tesadüf eseri Japonya’da kurulan Türk Kültür Kasabası isimli bir tema parkın koordinatörü olmak üzere bir iş teklifi aldım ve Japonya’da yaşamaya başladım. Bu kez Türkiye’yi Japonya’da tanıtma üzerine fikirler geliştirmeye başladık. Mesela ilk defa 1987-1988 yıllarında Boğaziçi Üniversitesi’nde henüz öğrenciyken Japon Kültür Haftası diye bir etkinlik başlattım. Buna benzer etkinlikler bugün de hâlâ devam etmekte.
Kısacası “Japon ekonomisi neden gelişti?” sorusunun cevabını aramakla başlayan yolculuğum yavaş yavaş Japonya tarihine kadar derinleşti. Uzun bir profesyonel hayatın sonunda akademiye geri döndüm. Yüksek lisansımı Japon tarihi konusunda yaptım. Samuraylar ve yeniçerilerle ilgili bir karşılaştırma yaptım. Daha sonra yine tarih doktorası tamamladım. O da beni samurayın yolu düşüncesine kadar getirdi. Bütün bu çalışmaların sonunda bugün Japonya’nın nasıl geliştiğini rahatlıkla, güvenle anladığımı söyleyebilirim. Kökeninde ise kompakt bir kitap yatıyor: “Beş Çember”. 1643 yılında Miyamoto Musashi isimli bir samuray tarafından yazılan bu kitabı orijinal Japoncasından Türkçeye kazandırdım. Şimdi bunun derslerini ve konferanslarını vererek felsefesini anlatmaya çalışıyorum. Ne kadar çok yayılırsa günün birinde Türkiye’nin de Japonya gibi teknolojik ilerlemeye sahip bir yer olmasını ümit ederek.
Japon Sanat Merkezi organizatörlüğünde, 4-5 Mayıs tarihlerinde bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilecek olan Japon Sanat Festivali’nde katılımcıları neler bekliyor?
Çok sayıda etkinlik bekliyor ziyaretçileri. Öncelikle 9. Nittoten Sergisi, yani Türk-Japon Sanatları Sergisi onları bekliyor. İçerisinde sumi-e dediğimiz mürekkep resmi eserleri, şodo dediğimiz kaligrafi eserleri, ikebana dediğimiz çiçek düzenleme sanatı, kimono eserleri ve başka bir sürü eserin sergileneceği 100’den fazla çalışma mevcut. Bu sergiyle birlikte konuşmalar da olacak. Benim Beş Çember kitabı üzerine, Savaşçının Yolu üzerine gerçekleştireceğim konuşmanın yanı sıra, Günseli Kato’nun konuşması, manga, anime üzerine konuşmalar, anime temalı Japonya’ya yapılan seyahatler üzerine konuşmalar, koto konseri ve bütün bu bahsettiğim geleneksel Japon temalı sanatların workshop’ları gerçekleştirilecek. Ayrıca 1.000 turna kampanyası yapıyoruz. 1.000 turnayı bulduğumuzda onları paketleyerek Japon Sanat Merkezi adına Japonya’daki Hiroşima Barış Müzesi’ne yollayacağız. Japon inanışına göre 1.000 turnayı katlayarak oluşturursan dileklerin gerçekleşir. Aynı zamanda festivalde origami standları var, orada Japon ürünleri bulabileceksiniz. Kısacası oldukça eğlenceli iki gün bekliyor ziyaretçileri.
Biraz da Japon kültüründen söz etmek istiyorum. İtalya deyince aklımıza yemek, Fransa deyince moda, Almanya deyince sanayi gelirken; Japonya’da çok yönlü bir kültür söz konusu. Mutfağından sahne sanatlarına, yaşam felsefelerinden geleneksel mimarisine, el sanatlarından samuray öğretilerine; çok sayıda Japon sanatı dünyaya yayıldı diyebiliriz. Bunun temel nedeni nedir?
Çok iyi soru. Kendi kültürüne değer vermek, kendini tanımak, kimliğine sahip çıkmak. Bir Japon’u hiçbir zaman kendi kültürünü kötülerken, küçümserken göremezsiniz. Ama bu içi boş bir kibir şeklinde de olmaz. Ne olduğunu bilerek sahiplenirler. Dolayısıyla bütün bu sanatların hepsini sahiplenmişler ve yüceltmişler. Japonya bütünüyle bakıldığında kendi kendini gerçekleştirmiş bir efsanedir. Bunu temeli ise çok çalışmak. Beş Çember kitabında da çok çalışmak için kullanılan çok sayıda farklı kelime var: Çalışmak, çok çalışmak, daha çok çalışmak. Miyamoto Musashi der ki: “Sabahları yan, geceleri piş”.
Konferanslarımda dinleyicilere “Hayatını yaşamak nedir sizce?” diye sorduğumda, genellikle herkes gülümsüyor. Hayatını yaşayan insanların çalışmadan ekmek elden su gölden gibi gezinen insanlar olduğunu zannediyoruz. Yani mutluluk düşüncemiz öyle. Bir Japon içinse çalışmak iyi bir şeydir. Temelinde “kendi yolunu, bu hayatta yapman gereken şeyin ne olduğunu bulmak” var. Bulursan onu severek yapacaksın zaten. Nerede bir Japon gördüysem işini her zaman ciddiyetle yapıyor ve çok çalışıyor. Bunu sadece başkalarına saygısı için yapmıyor. Aynı zamanda kendisine saygısı için yapıyor. işini iyi yapmak kendine olan saygını gösterir. İşini yalapşap yapmak saygısız olduğunu gösterir ki, Japonlar saygısız insana tahammül edemez, güvenmez.
Japonya’da liderliğin beş temel prensibi var, Konfüçyüsçü düşünceden hareketle yola çıkmış prensipler bunlar. Birincisi, en büyüğü ve en önemlisi olan “empati”. Japonya’da bu birincil öncelik ve her zaman öğretilir. Japoncada empatiyi anlatan harf, insan harfi yazıp yanına iki yazılarak yapılır. Bir insanın iki kişi gibi düşünmesi anlamındadır. Bu; sosyal, kültürel, ticari, kısacası akla gelebilecek bütün alanlarda faydası olan bir yaklaşım. Mesela ticari alanda empati yaptığında, “Müşterim benden ne istiyor, nasıl bir ürün üretmeliyim?” diye düşünürsen daha iyi bir ürün üretiyorsun, böylece Japon ürünlerine olan güven artıyor. İkinci prensip ahlak. Üçüncü prensip saygı, adap. Japonların hani saygıyla özdeşleştirilmesinin nedeni işte bu prensipten geliyor. Dördüncü prensip bilgi, bilgelik, merak ve öğrenme. Beşinci prensip ise belki de tüm bunların toplamı: Güven. Sen bu beş temel prensibi uyguladıkça sana bir güven oluşuyor. İnsanlar sana güven duyuyor. Sen kendine güven duyuyorsun. Başkalarına güven saçıyorsun. Güven de paylaştıkça büyüyor. Araştırmalar bize, dünyada en çok güvenilen toplumların ilk sırasında Japonya olduğunu gösteriyor. Japon markalarına güven oluşuyor. Niye? Bunlara dikkat ettikleri için. Mesela Türkiye halkının yaklaşık yüzde 85’i Japonlara güvenir. İkinci sırada yüzde 60-63’lık bir oranla Almanlar yer alıyor. Her ikisi de II. Dünya Savaşı’nda mahvolmuş, yenilmiş ülkeler. Ama kendilerini yeniden yaratmışlar. Nasıl? Prensiple ve çok çalışarak. Dolayısıyla bu fikirleri aşılamak lazım. Ben de bu fikirleri aşılamak için çalışmalarda bulunuyorum.
Japon Sanat Festivali’nde de Buşido’dan bolca söz edeceğiz ancak ondan önce kısaca sormak istiyorum: Samuray öğretilerini hayatımıza nasıl entegre edebiliriz? Özellikle iş hayatında bu felsefeye göre nasıl bir yapılanma izlenmeli?
Az önce empati çok önemli bir şey dedik. Beş Çember kitabını kısaca özetleyerek ben cevaplayayım bunu. Kitap beş ana bölüme ayrılmış: Toprak, su, ateş, rüzgar ve boşluk kitapları. Burada Miyamoto Musashi bir samuray olarak şunu anlatıyor: Toprak üzerinde duracağın katı zemindir. Yani duracağın bir sert bir şey yoksa havada salınırsın değil mi? Boşlukta. Boşlukta salınan insan ilerleyemez, belli bir yöne doğru gidemez. Yürüyebilmemiz, ilerleyebilmemiz için katı bir zemin lazım bize. Dolayısıyla diyor ki, “Geçmişini iyi öğren. O senin zeminindir, üzerinde durduğun şeydir. Seni bu noktaya, şu an benimle konuşurken bulunduğun bu noktaya getiren senin geçmişindir. Beni buraya getiren de kendi geçmişim, dolayısıyla ben onun üzerinde duruyorum, toprağım benim o”. Geçmişini öğrenirsen kimliğini, kim olduğunu anlıyorsun. Kim olduğunu anlayınca da yolun görünüyor. Bir yol haritan oluşuyor. “Benim hedeflerim bunlar, bunları yapmalıyım” diyorsun. Hedefini ortaya çıkaran insan çok güçlüdür. Bakışları değişir, duruşu değişir, bakış açısı değişir.
Kitaptan devam edecek olursak, toprağın ardından “su” geliyor. Nasıl ki su girdiği kabın şeklini alıyor; bazen okyanus bazen dere olur akıyor, bazen de bulut olup yağmur oluyorsa, bu felsefede de esnek olabilmek, değişime açık olabilmek, katılaşmamak çok önemli. Bu da merak duygusunu gerektirir. Merak duygusuna sahip olan insan gelişir. Miyamoto Musashi’ye göre sabitlik ölümdür. “Ben bunu yapıyorum, benim doğrum budur” veya hayatın her alanında “Sadece benim yaptığım doğrudur” düşüncesiyle hareket edersen bitersin, ölürsün. Mesela içinde bulunduğumuz coğrafyadaki en büyük hata başkalarını merak etmemek. Hep “biz biz, ben ben” diye bakmak. Japonlar ise başkaları ne yapıyor diye merak eder ve kendisine de hep eleştirel bakar, “Ben nasıl daha da değişebilirim, nerde hata yapmış olabilirim?” diye. Buna karşılık bizde özeleştiri çok az. Hatalarımızı hep başkalarına yoruyoruz, iyi şeyleri de kendimize… Mesela benim öğrencilerime göre “İyi not alınca kendim aldım; kötü not alınca hoca verdi”. Ama öyle değil işte, onu da sen aldın. Dolayısıyla öğrenme prensibi, öğrenmeye hep açık olmak.
Sonraki kitap ateş. Ateşi kontrol edebilirsen ondan faydalanırsın: Isınırsın, yemek yaparsın ancak kontrolden çıkacak olursa mahveder, yakar yıkar, şiddetlidir. Ateş aynı zamanda savaşı temsil eder; iş dünyasına veya kendi hayatlarımıza uyarladığımızda ise uygulamak, öğrendiğin şeyleri hayata dökmek demek. Bu prensibe bilgi, eylem birliği denir. Bir şeyi biliyorsan ama uygulamıyorsan anlamı yok demektir, bilmiyorsun demektir gibi. Dolayısıyla hayata geçir bildiklerini. Buradan da feedback’ler al, yeniden öğren.
Miyamoto Musashi, rüzgar kitabında nasıl ki rüzgar bize ağaçların arasından, uzak yerlerden kokular sesler getiriyorsa, metaforik olarak başkalarından bize haberler getirirse başka gelenekleri, başkalarının ne yaptıklarını da araştır, diyor. Merak et. Çünkü herkesin yolu kendine göre doğru. Sadece senin yolun doğru olmak zorunda değil. Başkalarına kendi yollarında yürüdükleri için saygı duymak, kabullenmek gerek.
Ve son olarak da boşluk kitabı. Nasıl ki kainatta her şeyi boşluk bir araya getirirse, atomu nötronlarla elektronlarla bir araya getirip tamamlayan şey boşluksa veya gezegenler arasında kainatta boşluklar varsa, boşluk hiçlik demek değil, yok etmek değil, boşluk da bir varlık, “tamamlayan” demek. Dolayısıyla her şeyi mükemmelleştirip bir bütün haline getirerek çok çalışıp hep merak edersen ve bunu hayata uygularsan, başkalarıyla da sağlamasını yaparsan ve bunu da otomatik hale getirirsen, işte sürdürülebilir başarı, kısacası japon başarısı, yani samuray başarısı böyle mümkün olur.
Japonya nasıl modernleşiyor? Bilgi çağına doğan yeni nesil, geleneksel değerlere ve yerleşik kültüre nasıl adapte oluyor? Anadolu kültürüyle kıyaslayacak olursak çömlekçilik, çinicilik, dokumacılık ve ipekböcekçiliği zanaati kan kaybederken, dünyada popüler olanların yanı sıra, Japonya’da hâlâ Katana, Shibari ve Kintsugi ustaları yetişmekte. Bunun sebebini neye bağlayabiliriz?
Biraz önce anlattığım felsefelerle birlikte devamlılık duygusu, yeni nesillere o alanları sevdirecek yeni tarz anlatım yolları bulmaları. Bir ulusu ulus yapan, bizleri aynı milletin parçası yapan şey ortak paydamız. Beraber aynı şeyleri düşünmemiz. Eğer bu ortak paydalar her nesle yeniden ve yeni neslin anlayacağı şekilde anlatılmazsa yavaş yavaş çözülür, yok olur gider. Japonya’da bu benim gördüğüm manga denilen çizgi roman ve anime denilen çizgi filmler başta olmak üzere, her yeni nesle önemleri değişik yöntemlerle anlatılıyor. Mesela basketbol alanını geliştirmek istiyorlarsa çocuklara yönelik basketbol kahramanlarını anlatan bir manga serisi çıkartıyorlar, özel karakterler tasarlayıp animasyonunu yapıyorlar ve o neslin anlayacağı şekilde anlatıyorlar. Ben çizgi ile hikaye anlatmanın önemine inanıyorum. O yüzden başka festivaller de yapıyoruz ve buraya ait hikayelerin daha popüler hale getirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Koto, Suşi, Şodo, İkebana, Manga ve Origami gibi asırlık sanatlar asimile olmadan nasıl modernize olabiliyor? Kadim ritüellerini bugün birer sanata dönüştüren Japonlar teknoloji ve sanayi çağında bile geleneksel değerlerini korumayı nasıl başarıyor sizce?
Bir ülkeyi iyi eğitilmiş, dünya görmüş, mürekkep yalamış insanlar var eder. Kitleler onların liderlikleri arkasından giderler. Bu insanların da kendi sanatlarının önemine inanması, onları yüceltmeye niyetli olması lazım. Yani çömlekçiliğin geliştirilmesi için yeni teknikler bilen, mühendis vizyonlu insanların da “Bakın Anadolu çömlekçiliğinin şu tarafı güçlüdür, şöyle ilerlersek daha da iyi yapabiliriz” gibi görüşler bildirmesi lazım. Japonya’da da katana üretme sanayisi tabii ki çok daha az ilgi görüyor ama verimlilik danışmanları gidip danışmanlık hizmeti veriyor. “Katana şeklinde çakılar üretip satalım, kitle üretimi yapalım, daha ucuza mal olsun” gibi. Bunu yeni nesillere, yeni tüketicilere ulaştırmak için yeni yeni teknolojiler gerekiyor. Ama elbette nüfus yaşlandığı ve azaldığı için şöyle bir problem var: Bütün bu sanatları devralacak yeni nesiller bulmakta zorlanıyorlar. Yabancı ülkelerden gidip kadim sanatlara meraklı insanlarla birlikte çalışıp Japon sanatlarını yaşatmaya çalışan insanlar da var. Mesela bir bonsai ailesinin mirasını belki de bir İtalyan devam ettirecek bundan sonra. Belki de bir Hagi porselen geleneğini bir Brezilyalı devralacak gibi. Çünkü insanlar bu yüksek saygı değerlerinin bulunduğu mirası sahiplenmek istiyorlar, bir dünya mirası çünkü bu. Biz dünya haritasını Japonya en sağda Amerika en solda olarak görüyoruz. Bir Japon filozof ise bu haritayı Japonya altta olacak şekilde doksan derece dikine kaldırmıştı. Ve “Japonya bir kasa gibidir, bir kültür kasası. Bütün dünyadan bir filtre olup gelen her şey Japonya’da birikir”. Japonya’ya bu gözle bakacak olursak, belki de herkes bundan sonra birçok şeyi öğrenmek için oraya gidecek. Mühim olan, kendimize ait olan şeyleri nasıl koruyacağımız. Japonya’dan öğrenecek çok şeyimiz var…