İniş-çıkışların 7 eylemlik yaşam döngüsü düşmekle başlıyor, görmek, gitmek, dağıtmak, aramak, unutmak derken, dönmek ile başa dönüyor. Düşmekle başlayıp dönmekle biten bu döngü, aslında hiç bitmiyor. Her dönüş, yeni bir düşüşün hazırlığı sadece. Bu döngü hayatımızda sabit görünen her şeyin içinde var. En büyük rutinlerimizden biri olan çalışma hayatı ya da uzun süreli ilişkilerimiz; arkadaşlık, kardeşlik, dostluk, sevgililik, evlilik vb. Mecburen böyle. Hele ki ele avuca sığmaz, enerjik, çok yönlü, sosyal ve dışa dönük insanlar için süreklilik arz eden, istikrarlı her durumun içinde bu döngünün izlerine, daha kısa/uzun versiyonlarına rastlanabilir.
1. Düşmek
Burası başlangıç. Bu noktada biraz cesaret, ha gayret demek gerek. Gerçekten gerekli mi? Aslında değil. Elbette değil. “Düşmek”te bir bilinçsizlik vardır, böylelikle atlamaktan ayrılır hatta. Farkında olmadan-mış gibi. Çukurun seni içine çekmesi gibi. Ki çukur çekmez kimseyi, sadece sinsice durur orada. Düşmek illa çukur aramaz bu arada, tümsek de olur, hiçbiri olmasa da olur. Düştüğümüzü düşünce anlarız. Öncesinde karar vermesi, planlaması yoktur düşmenin. Sadece sezeriz. Bir n’oluyor deriz. Aslında düşmeye doğru giden yolda olduğumuzu bilir, bir şekilde hissederiz. Ama o yola girmeye hiç bir zaman karar vermeyiz. Kendimizi o yolda buluruz birden, farkettiğimiz an gayet geç bir andır. Ve düşeriz, kazara gibi. Düşerken tutunmaya çalıştığımız ne varsa onları da çekeriz üstelik. En sevdiğimiz insanları genellikle bu aşamada epey harcarız. Düşmek deyince hemen olumsuz bir algı? Hayır hayır, güzel düşmeler de vardır, işte cesaret isteyenler bunlardır; kendini bırakmak gibi. Bile isteye kendini bırakma ve düşüşü yaşama hali. Bu düşmenin içinde biraz huzur, biraz zevk, biraz da hüzün vardır. Kalkmak için değildir. Tam da düşmek içindir.
2. Görmek
Yere çarpma anına yakın, hafif bir kendine geliş… Kimileri bu sırada yara almamak için düzgün bir pozisyonda düşmeye çalışır, kimileri tam olarak o çarpmayı hissetmek ister, kimileriyse o kadar bilinçsiz bir haldedir ki sadece çakılır. Her ne şekilde olursa olsun, kaçınılmaz sonuç yere, bazense dibe temastır. O an, insanın kendini atarak yükünden kurtulduğu nadir anlardandır. Bağımlılıklar anlamsızlaşmış, hafiflemiştir. Göz açıp etrafa bakma, yeni bir gözle görmeye başlama, hatta yeniden görmeyi hissetme zamanıdır. Burada yaşanan aydınlanmalar, uzun zamandır anlaşılmayı bekleyen ve artık anlamını yitirmek üzere ya da yitirmiş olan mevzuları görebilmekten ibarettir. Geriye dönük yaşanan bu aydınlanma/anlama hali hiçbir işe yaramaz. Daha çok üzer hatta. Çünkü düşmeye başlamadan önce, aslında bizi düşmeye itenin ta kendisi olan tüm bu kaliteli dokunuşlar, resmi bambaşka bir şeye çevirmiştir artık. Bu karman çorman resimde roller, mekanlar, zamanlar bulanıklaşmış, çoğunlukla farklılaşmıştır. Görmeye başladığımız halde o bulanıklığı aşamayız bir türlü. Düzeltmek için yaptığımız her hamlede sadece her şeyin daha da çok bulandığını fark ederiz.
3. Gitmek
Bu gidiş bir kişiden ya da bir yerden ayrılma gidişi değil, kendinden gidiştir. Olmayan kendini alıp gitme vaktidir. Her hamlede bulanıklaşan o resmi olduğu gibi bırakıp, elimize yüzümüze bulaşan ne varsa silmeden, sağa sola izimizi bıraka bıraka, sürüne sürüne ve kesinlikle çaresizce gidişimizdir. Belki içimizden yeni bir ben gelip bizi kurtarır umuduyla bağıra bağıra, kendimize gidiyorum bak diyerek gidişimizdir. Böylesine belirgin giderken, bunu bir kaybolmaya çevirme telaşı vardır. Çok da gitmek gibi görünmesin isteriz. Bir sihirbazın şapkasında kaybolan tavşan, ya da aslında kaybolan kafeste ölen kuş olmak gibi gitmek. Sanki bu bir şovun parçasıymış gibi belli etmeden uzaklaşmak. Gittiğini saklaya saklaya, yani epeyce ortalık yerlerde gidiyorum diyerek gitmek. En iyi saklama yöntemi olarak saklamamayı tercih edecek kadar cesur ve başka bir açıdan da hilekâr bir duruşla gitmek. Bunu yaptıran sadece dönme, dönebilme umudu tabii. İşin kötüsü bu umut sadece ve sadece gidebilmek için ihtiyaç duyduğumuz bir umut, aslında bunun dönmeyle uzak/yakın alakası yok 🙂 Bir çeşit lüsid kandırma diyelim. Hem de hala kendimizi.
4. Dağıtmak
Gittiğimiz o yerde kırmızı halılardan yürüyüp altın varaklı kapılardan geçmeyiz. Hani ağlamamak için kendimizi tutup, sabreder ve o ilk yalnız kaldığımız anda boğula boğula ağlarız ya, tam olarak onun gibi bir kendine varma hali yaşarız. Biraz kendimize gelmeye başladığımız ilk aşama burasıdır. İşte burası yaşamak içindir. Olur olmadık her şeyi, yani tüm alternatifleri, kendimizi sağlama alarak yaşamak için. Hani gülmemek için kendimizi tutup, sabreder ve o ilk gülebileceğimiz anda kahkahalara boğuluruz ya, tam olarak onun gibi bir kendinden geçme hali yaşarız. Biraz kendimizden geçmeye başladığımız ilk aşama burasıdır. İşte burası dağıtmak içindir. Kendimizi dağıtır ve baştan yaparız. Beğenmeyiz, tekrar dağıtır, bir daha yaparız. Nasılsa uzaktayızdır, nasılsa gitmişizdir, nasılsa yokuzdur, artık dikkatle önemsememiz gereken hiçbir şeyi kabul etmeyiz. Yapay bir özgürlüğün kollarında, olası tüm yanlışlıklarla, çarpıklıklarla, yasaklarla baş başa, göğüs göğüse, sırt sırta; ne varsa işte kaybolmaya dair.
5. Aramak
Yeteri kadar kaybolduğumuzda bir arama başlar. Neyi aradığımızı bilmeden sadece aramak. Her yere, her şeye deli gibi bakar, medet umarız. Neyi aradığını bilmeden aramanın güzelliği, kendini sınırlamamaktır. Böylelikle çok şey buluruz. Önce yanlışlarımızı buluruz, sonra hiç farketmediklerimizi, küçük sevinçlerimizi, heyecanlarımızı, son olarak da kıymetlilerimizi. Neden yetinmediğimizi anlamaya çalışırız. Acaba daha fazlasını istemek mi? Yoksa yanlış bir bulunanı kıymetliler kategorisine sokmak mı? Burada başlayan sorgulama, öyle bir sorgulamadır ki, buna herkes ve her şey dahildir. Özellikle de en çok emin olunan ve hiç kontrol edilmemişler mercek altına yatırılır. Bu aramanın biraz daha ötesine, didiklemeye kadar gider bazen. Tüm bu çılgınca sorgulamalar bittiğinde bulduğumuz tek şey yine kendimizdir, belki de yeni arzularımız, yeni umutlarımızdır. Yaşamın, insanların, konuların böyle bir ayıklama mekanizmasının olmayışını tekrar kavramış oluruz. Tek ayıklama mekanizmasının kendimiz olduğunu tekrar farkederiz.
6. Unutmak
Bunca dağıtıp arandıktan sonra gittiğimiz o yere bizi neyin götürdüğünü unuturuz. Burada unutulan yaşananlar değil, yaşananların hissettirdikleridir. Öylesine farklı duygularla yüz göz olmuşuzdur ki bir hissizlik gelmiştir. Ne dokunanı anlarız, ne yakanı, ne acıtanı. Her seviyede gelen bu hissedememe, bizi dışardan daha kendine gelmiş gösterir belki. Daha ciddi, daha durgun, daha kararlı. Oysa bomboşuzdur. Tık tık 🙂 Kimse yoktur artık, zeminler değişmiştir. Her şey önemsizleşmiştir. Unutmanın en kötü formu budur aslında, tuhaf bir sahteliktedir, unutuş sadece histedir; yoksa bugün unuttuğumuz her neyse sorulduğunda söyleyemiyor olmamız gerekmez mi zaten? Neden düştüğümüzü, neleri gördüğümüzü, nerelere gittiğimizi, kimleri/neleri nasıl dağıttığımızı, neleri arayıp neleri bulduğumuzu, o ilk resmin nasıl bulanıklaştığını, her şeyi gayet net hatırlarken, sanki tüm bunları yaşayan bir başkasıymışcasına her şeyden uzaklaşmak. Kendine ve kendinle ilgili her şeye yabancılaşmak.
7. Dönmek
Bu daha normale yakın ve hissiz duruş sayesinde dönme cüretini kendimizde buluruz. Öylesine kendiliğinden döneriz ki geldiğimiz yere, kendimiz dahil kimse bunun bir geri dönüş olduğunu hissetmez bile. Her şey o kadar havada ve uçucudur ki tam olarak başladığımız yere, başladığımız pozisyonda döneriz aslında. Bu yüzden kendimiz dahil kimse garipsemez. Bu bir yeniden düşüşe hazırlanma halidir. Hepsi oyunmuş ve bir canımız daha varmış gibi. Yeni resimlerde mekanlar çizilir, roller dağıtılır, zamanlamalar yapılır. Ve yeniden başlar; yeni umutlar, yeni yanlışlar, yeni sevinçler, yeni heyecanlar… Yeni olunca farklı olacakmış gibi, yeniden kolları sıvayıp yeniden resim bulandırmalar… Yeniden yeniden, yaşaya yaşaya, her şeyin içini hepten boşaltmalar… İçinde kocaman bir boşlukla dünyaya gelen insanlar, tüm hayatlarını düşerek, başka bir açıdansa uçarak yaşarlar 🙂