Tarih bazen en derin trajedileri, en güçlü direniş öyküleriyle birlikte yazar. 1971 yılının ocak ayında soğuk bir sabahta, Brezilya’da bir ailenin hayatı sonsuza dek değişti. Bir zamanlar huzur dolu bir evin kapısı sertçe çalındığında, bunun sıradan bir ziyaret olmadığını herkes hissetti. Eski milletvekili Rubens Paiva, askeri rejimin karanlık gölgesinde bir anda ortadan kayboldu. O andan itibaren ne bir iz ne de bir açıklama vardı—yalnızca geride kalan ailesinin bitmeyen mücadelesi… İşte I’m Still Here, yalnızca kayıpların değil, aynı zamanda adalet arayışının ve inancın hikâyesini anlatıyor. Hadi gelin 2025 Oscar Ödülleri Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü alan bu filmin gerçek hikayesine yakından bakalım.
1971 yılının ocak ayında Brezilya’nın sahil kesiminde bulunan huzur dolu bir evin kapısı aniden çalıyor
Ama bu sıradan bir ziyaret değil. Kapının ardında sivil kıyafetli güvenlik güçleri var. Hedefleri ise eski Brezilyalı milletvekili Rubens Paiva. Hiç vakit kaybetmeden onu zorla arabaya bindiriyorlar. Silahlı adamlar eşliğinde hızla oradan uzaklaşıyorlar. Ve işte o an, Paiva’nın sonsuza dek kaybolduğu an oluyor.
Ardında perişan bir eş, Eunice, ve beş çocuğunu bırakıyor. Onlar için bu olayın yarattığı boşluk ne sadece duygusal bir kayıp ne de yalnızca bir trajedi… Bu, bir ailenin paramparça oluşu ve Brezilya’daki askeri diktatörlüğün karanlık yüzüyle tanışmalarıydı.
Milletvekili Rubens Paiva’nın ortadan kaybolduğu bu olay, Oscar ödüllü film I’m Still Here’ın merkezinde yer alıyor
Ama bu film, klasik bir kayboluş hikâyesi anlatmıyor. Yönetmen Walter Salles, seyirciyi doğrudan devlet destekli işkencelerin içine sürüklemek yerine, anlatıyı tersine çeviriyor ve odağını Paiva’nın eşi Eunice’e kaydırıyor.
Eunice, sadece bir eş değil; adalet için savaşan, korkusuz bir kadın
Önündeki yıllar kolay geçmeyecekti. Bir yanda ailesini ayakta tutma mücadelesi verirken, diğer yanda eşinin akıbetini öğrenmek için güçlü bir askeri rejime karşı tek başına savaşacaktı. Film, Brezilya’nın ortak acısını, kayıplarını ve inanılmaz dayanıklılığını gözler önüne seren bir ayna gibi.
Peki, Brezilya nasıl oldu da kendini Latin Amerika’nın en uzun süren askeri diktatörlüğünün içinde buldu?
Hikâye, II. Dünya Savaşı sonrası Batı’nın Brezilya’yı umursamamasıyla başlıyor. O dönemde Brezilya, Mihver Devletleri’ne karşı savaşmış, hatta Avrupa’ya asker bile göndermişti. Ama savaş bitince ABD, Brezilya’nın yanında yer almak yerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki sandalye talebini bile desteklemedi. İşte bu, Brezilya siyasetinde büyük bir Amerikan karşıtı rüzgâr estirdi.
Tam da Soğuk Savaş’ın en ateşli zamanlarıydı. Ülkenin sol eğilimli lideri João Goulart, askerler tarafından tehlikeli görülüyordu. Derken, 31 Mart 1964’te tanklar sokaklara çıktı. Goulart görevden alındı, sıkıyönetim ilan edildi ve… ABD, bu darbeye yeşil ışık yaktı.
Brezilya’nın askeri yönetimi, 21 yıl boyunca sürecek ve ülkeyi derin bir karanlığa gömecekti
2014’te Ulusal Gerçek Komisyonu, bu dönemde en az 434 kişinin öldürüldüğünü veya kaybedildiğini, 2.000 kişinin ise işkence gördüğünü belgeledi. Şili’de 3.000 kişi öldü, Arjantin’de 30.000 kişi kayboldu ama Brezilya’daki baskı da az değildi. Ve işte, Rubens Paiva’nın kaçırılması ve öldürülmesi, bu diktatörlüğün en korkunç dönüm noktalarından biri oldu.
Paiva’nın kaçırıldığı dönemde ülkenin başında Emílio Garrastazu Médici vardı
Onun liderliği altında Brezilya, baskı ve şiddetin zirve yaptığı bir döneme girdi. İlk başta, askeri yönetimin lideri Humberto Castello Branco demokrasiyi geri getireceğini söylemişti. Ama öyle olmadı. Sonraki lider Arthur Costa e Silva, “insan hakları” konusunda konuştu ama 1969’da yaptığı darbe ile kongreyi devre dışı bıraktı. Ve sonra Médici dönemi başladı.
Médici’nin Brezilya’sı, bir yandan büyük ekonomik büyümeyle dikkat çekti. Beş yıl boyunca Brezilya ekonomisi rekor kırdı. Üçüncü Dünya Kupası zaferiyle ülke sevinç içindeydi. Ancak bu parlak görüntünün ardında acımasız bir sansür, işkence ve kayıplar vardı.
Gazeteler susturuluyor, sansürcüler haber odalarına yerleştiriliyordu. Onlarca gazeteci öldürüldü veya hapse atıldı. Ama bu da yetmedi…
Médici yönetimi, solcuları hedef alan operasyonlarıyla tanınıyordu. Direnişçileri bulmak ve ortadan kaldırmak için ülkede korku rüzgârları estiriliyordu. Radikal sol gruplar da boş durmadı; bankaları soydu, yüksek profilli yetkilileri kaçırdı. 1969’da ABD’nin Brezilya Büyükelçisi Charles Elbrick kaçırıldı. Ve işte böylece Brezilya, yıllar sürecek bir korku dönemine sürüklendi.
Paiva’nın I’m Still Here hikayesi neden yankı uyandırıyor?
Brezilya’da askeri darbenin gölgesi her yere düşerken, Paiva ne bir devrimciydi ne de sokaklarda slogan atan bir militan… O, orta yaşlı, ailesine bağlı, başarılı bir inşaat mühendisiydi. Sol görüşlüydü ama asla radikal bir figür olmadı. Buna rağmen, onu hedef tahtasına oturtan şey, Şili’de sürgün hayatı yaşayan Brezilyalılarla iletişim kurmasına yardımcı olmasıydı. Ve bu ‘suç’ onun bir anda devletin gözünde tehlikeli biri haline gelmesine yetti.
Bir gün ortadan kayboldu. Ve bir daha asla geri dönmedi.
Bedeni hiçbir zaman bulunamadı, onu kimin, nasıl, neden öldürdüğü resmi olarak asla açıklanmadı. 1979’daki genel af sayesinde de kimse bu cinayetten dolayı hesap vermedi. Ama onun hikâyesi burada bitmedi. Çünkü geride Eunice vardı.
Eunice eşini aramaktan asla vazgeçmedi. Otoritenin ‘yok sayma’ politikasına karşı, sabırla, inatla, adım adım adaletin peşine düştü
Öyle ki, eğer onun onlarca yıllık baskısı, arşivlere kazıdığı belgeler ve kamuoyu oluşturma çabaları olmasaydı, Brezilya halkı Paiva’nın aslında bir devlet komplosunun kurbanı olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Devlet, yıllarca Paiva’nın ‘teröristler tarafından kaçırıldığını’ iddia etti. Ancak gerçek sonunda açığa çıktı: Paiva devlet tarafından katledilmişti.
Eunice pes etmek yerine hukuk okudu, avukat oldu ve kendisini sadece kocasının adalet mücadelesine değil, yerli halkların haklarını savunmaya adadı. Düşünün! Bir yandan diktatörlüğün karanlık gölgesinde adalet ararken, diğer yandan Brezilya’daki dezavantajlı grupların sesi oluyordu. İşte tam da bu yüzden, onun hikayesi sadece bir trajedi değil, aynı zamanda ilham verici bir direniş öyküsüne dönüştü.
Neden şimdi? Bu hikaye bugün neden önemli?
Brezilya askeri diktatörlükten 1985’te kurtuldu. Bugünün gençleri için bu dönem, sadece kitaplardan okunan ya da büyüklerinden duyulan bir geçmişten ibaret. Ancak siyasi analist Octavio Amorim Neto’nun da dediği gibi, ‘Genç Brezilyalılar o dönemi yaşamadılar ama bu, geçmişin artık önemli olmadığı anlamına gelmiyor.’
Walter Salles, işte tam da bu noktada devreye girdi. Film için araştırmalarına tam yedi yıl önce başladı. İlginç bir tesadüf mü, yoksa bilinçli bir karar mı dersiniz bilemeyiz ama o yıllarda Brezilya siyaseti tekrar sağa kaymaya ve demokrasinin temelleri sarsılmaya başlamıştı.
Bu yüzden, film sadece geçmişi anlatan bir eser değil; bugünün Brezilya’sına da gönderme yapıyor. Evet, bunu açık açık söylemiyor. Ama izleyici, satır aralarında, sahne geçişlerinde, karakterlerin yüz ifadelerinde bugünün siyasi gerçeklerine dair ipuçlarını bulabiliyor.
Ve halkın tepkisi bunu doğruluyor. I’m Still Here, Brezilya’da yerli gişede en çok kazanan film oldu ve son 22 yıldır yurtdışında en büyük hasılatı yapan Brezilya filmi olarak tarihe geçti.