Yeşilçam filmlerinde Kemal Sunal‘ın sevdiği kızın çıkarcı babası olarak bildik onu. Bilmediğimiz ise Kibar Feyzo, Çarıklı Milyoner, İnatçı ve onlarca daha filmin senaristi olduğudur…
İktisat mezunu, muhasebecilik yapmış genç bir tiyatrocu. Paranın, piyasanın dilinden anlardı ama konuşmazdı…
İzmir Atatürk Lisesi ve İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden mezun oldu. Bir süre muhasebecilik yaptı. Sanat yaşamına ise 1952’de İzmir’de Halk ve Çocuk Tiyatrosu’nda başladı. Hemen ardından Bizim Tiyatro’yu kurdu ama bu tiyatro pek uzun ömürlü olmadı.
1965-1966 arasında Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda çalıştı. 1968 yılında Ankara Drama Tiyatrosu’nun kurucuları arasında yer aldı. Bu tiyatroda Suç ve Ceza ile Sahne Işıkları isimli oyunları sahneledi.
Sinemaya Geçiş
Sinemaya Altın Yumru filmi ile adım attı. Yönetmenliğini Ertem Eğilmez‘in yaptığı Senede Bir Gün, Bir Millet Uyanıyor, Sürtüğün Kızı gibi filmlerde oyunculuğunu sürdürdü. Bu arada senaryo çalışmalarına başladı.
Aynı zamanda yapımcısı, yönetmeni ve oyuncusu da olduğu Hayat Cehennemi, gelecekte kaleminden bal damlayacak bir senaristin ilk senaryosudur.
Senaristliğini, yönetmenliğini ve oyunculuğunu da yaptığı Hayat Cehennemi adlı film aynı zamanda sanatçının ilk yapımcılık denemesidir.
1976 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde İşte Hayat filmindeki performansıyla ‘En Başarılı Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödülünü aldı.
Abartısız, gerçekçi oyunculuğuyla takdir görüyor; senaristliği henüz muazzam oyunculuğunun altında kalıyordu. Ta ki sinemamızın en önemli başyapıtlarından Kibar Feyzo‘yu kaleme alana kadar…
Ve “Kız Babası”nın kaleminden bir başyapıt: Kibar Feyzo
Politik bir filmi, popüler gişe filmleri gibi çok büyük kitlelere izletmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Nerden mi biliyoruz? Çünkü zamanında İhsan Yüce‘nin senaryosuyla Atıf Yılmaz bunu başardı da oradan biliyoruz. Senaristlik kariyerinde zirveye çıktığı bu filmde ayrıca (yine kız babası) Hacı Hüsso rolüyle kamera önünde de döktürmüş, Gülo‘yu ederinin çok üzerinde bir bonservis bedeliyle Feyzo‘ya okutmuştur.
İkinci Altın Portakal (Bu Sefer Başrol)
Derya Gülü filmindeki performansıyla, yerli Oscar’ımız olan Altın Portakal ödülüne ikinci kez layık görüldü. Karadenizli, alkolik ve karısıyla sorunları olan Haşim Kaptan rolüyle filmdeki jönü bile (Bulut Aras) geride bırakarak filmin baş kişisi olmayı başarıyor.
1970’lerde yükselen Köylü Sosyalist hareketin mizahi taşlama örneklerini işlemiş olan belki de tek sinema sanatçımızdır.
Filmlerde ağaların veya köy korucularının köylüleri sömürmek için kullandığı kozları espritüel bir örgüyle işleyen İhsan Yüce, bir bakıma 1970’lerde yükselen Köylü Sosyalist hareketin mizahi taşlama örneklerini işlemiş olan belki de tek sinema sanatçımızdır. Yılmaz Güney‘in mizahtaki dengi olduğu dahi söylenmiştir. Ayrıca İktisat okumuş olması ve bu konudaki birikiminin senaryolarına yansıması filmlerine ayrı bir lezzet katmıştır.
Evet, onu en çok “kız babası” rolüyle izlemeye alıştık ama İhsan Yüce çok farklı renklerdeki karakterleri de aynı ustalıkla canlandırmayı başardı.
Tıpkı Sakar Şakir filminde Kemal Sunal‘ın boş televizyon kutusu içinde görüp de spiker zannettiği delimserek mucit karakteri gibi.
Salacak semtinin “İhsan Baba”sı
İhsan Yüce, Salacak’ta küçük, bahçeli, eski bir evde ailesiyle birlikte yaşardı. Yalnızca ailesinin değil bütün semtin “İhsan Baba”sıydı.
Yakın arkadaşı olan Can Yücel’e, İhsan Yüce’nin cenazesine niye gelmediği sorulduğunda, “İnsan arkadaşını gömer mi yahu!” cevabını verdi.
Kendisi gibi “Baba” lakabıyla anılan Şair Can Yücel‘in yakın dostu olan İhsan Yüce de bir şiir tutkunuydu. Şiir yazardı ama şiirlerinin çoğunu yayımlamamayı tercih etti. 1991 yılında, ölümünün ardından Karacaahmet mezarlığına defnedildi.
“Kült film senaryoları, bol ödüllü oyunculuk performansları, yönettiğin filmler neyine yetmedi be İhsan Abi! Bari şiiri almasaydın gariban şairlerin elinden” demesinler diye şiirlerini yayımlamamıştır zahir. Zira bilinen şiirlerinden “Ekmek, Şarap, Sen ve Ben” ayarında bir eser yaratamadan toprak olmuş onlarca ünlü şair biliyorum…
ekmek şarap sen ve ben
bir de sabahın dördü
dışarda kar
odamız ılık
gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir çocukla yattığını
aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını
kıskandım gogen’i tahitilim
terlemiş vücudunu silerken
cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
güneşi doğurmuştu ölü cisim
martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
sam yelim sahra-i kebirim
kahrettim her şeye o gün
babanın şarap çanağına,
gogen’,
kadere,
sana,
bana,
bir de gittiğin arabanın tekerine
ne diyordum arkadaş…
diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini
sırayla olurum fatih, selim, kanuni
bazen kadın hamamında tellak…
bazen christoph colomb
napolyon’ken düşünürüm elbe’de geçen günleri
timur’ken beyazıt’ı yenişimi…
bir kere aristo’nun hocası olmuştum
ona verdiğim dersle gurur duymuştum
bazen jan dark’ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum
eğer daha da içersem
shakespeare halt etmiş derim karşımda
salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
işte mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim
enayiymiş be platon…
bir içsin de görsün… ne felsefesi varmış bu hayatın
anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu
ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
ukalalık işte derim neme lazım senin
kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş….
ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
şehrin izbe sokaklarında
yavaş yavaş kaybolur benliğim…