Sokaklarında kedi ve köpek barındıran nadir ülkelerden birinde yaşıyoruz. Her gün görmeye alıştığımız sokak hayvanları, çoğumuz için bir renk ve neşe kaynağı. Bazen yemeğimizi paylaşıyoruz bazen başını okşayıp yanından geçiyoruz. Bazı ülkelerde sokaklar hayvanlardan “arındırılırken” ülkemizdeki sokak hayvanları tarih boyunca el üstünde tutuldu. Hayvan hakları tarihi dediğimizde özellikle Osmanlı dönemi ön plana çıkıyor. Çünkü bu dönemde sokak hayvanları adeta altın çağını yaşamıştı. Ancak 19. yüzyılda hız kazanan modernleşme çabaları, hayvanlara karşı bakış açısında önemli değişimlere yol açtı. Eğer Osmanlı şehirleri de Avrupa şehirleri gibi modernleşecekse sokaklarda hayvanların olmaması gerekiyordu! 1910 yılında 80 bin köpeğin Hayırsızada’ya sürgün edilmesi hayvanlar için karanlık dönemin başlangıcıydı. İktidarın hayvanlara karşı bakışı değişirken toplumsal alanda geçmişteki merhamet duygusundan eser yoktu.
Modern dönemin insanları için dünyadaki her şey fayda sağlamak için vardı. Eğer sokak hayvanlarının insanlara bir faydası yoksa yaşamaları da gereksizdi! 20. yüzyıldaki bu düşünce tarzı nedeniyle üzülerek şahit olduğumuz pek çok olay yaşandı. Günümüzde her gün hayvanlara yapılan işkence haberlerini okuyoruz. Ülkemizde uzun süredir “Hayvanları Koruma Kanunu”nun üzerinde çalışmalar yapılıyor. Çıkmasını dört gözle beklediğimiz bu kanunla birlikte hayvanlara karşı işlenen her türlü kötü muamelenin azalması bekleniyor. Bazı hayvan hakları savunucularına göre bu kanun tasarısı için oldukça geç kalındı. Peki hayvan hakları tarihi nasıldı? Hayvanlara nasıl davranıyorduk, hayvan haklarına dair düzenlemeler var mıydı? Detaylara birlikte bakalım.
İnsanların hayvanlara karşı davranışları, her toplumun kendi kültürü etrafından şekillenir
Osmanlı toplumunda hayvanlara karşı davranış kalıpları, Kuran hükümleri ve peygamberin hadisleri göz önüne alınarak şekillendi. Dini kitapta hayvanlara iyi davranılması gerektiğini emreden ayetler ve hayvanlarla ilgili rivayet edilen hadisler, Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman nüfusu için ölçüt olmuştu. Osmanlı döneminde yaşayan insanlar ve hayvanlar arasındaki sevgi bağı o kadar güçlüydü ki İmparatorluğu ziyaret eden pek çok yabancı gezgin, seyahatnamelerinde Türklerin hayvan hakları konusunda gösterdikleri hassasiyete dair sayısız yazı yazmıştı.
İmparatorluk genelindeki hayvan hakları düzenlemesi çok eski tarihlere dayanıyor. Osmanlı toplumunda tıpkı kul hakkı gibi hayvan hakkı da oldukça önemli bir konuydu. Öyle ki hayvanlara yapılan kötü muamelenin felaketlere ve afetlere sebep olacağı düşünülüyordu. Bu düşünce yapısı Osmanlı toplumumun mimari anlayışını dahi şekillendirmişti. İnşa edilen her ev, cami, medrese, saray, han, çarşı gibi yapıların korunaklı bir köşesine kuş evleri yapılırdı. Osmanlı mimarisinde görmeye sıkça alışkın olduğumuz kuş evlerinin dünyada çok az örneği bulunur. Kuş evlerine benzer şekilde yeni yapılan her yapının korunaklı bir bölmesinde hayvanların su içebilmesi için suluklar yapılıyordu. Çünkü kuşlar başta olmak üzere hayvanların tamamına merhamet gösteriliyordu.
Tarih boyunca inancı gereği hayvanlara merhametli olan Osmanlı toplumu, hayvanlara hizmet eden vakıflar kurarak; onların beslenme, barınma ve sağlık gibi sorunlarına kurumsal çözümler üretmiştir
1613 yılında Padişah I. Ahmed tarafından kurulan bir vakıf, evlerdeki fazla yemekleri toplayarak yaban hayvanlarına bırakmaktaydı. Benzer şekilde Beyazıt Vakfiyesi her yıl 30 altınlık bir bütçeyi kuşların beslenmesi için ayırıyordu. Sadece devlet yöneticileri değil insanlar da çeşitli vakıflar kuruyordu. Örneğin İstanbul’da kasaplık yapan Hacı Evhadüddin Efendi; çeşme, tekke, hamam ve cami gibi yapılar inşa ettirmiş ve buraların bakımı için bir de vakıf kurmuştu. Bu vakfın şartnamesinde her gün ciğer satın alınarak kedilere verilmesi şart koşulmuştu.
Hayvan hakları tarihi dediğimiz zaman Osmanlı toplumunda sayısız uygulamanın var olduğu görülüyor. Örneğin vakıflar dışında, dünyanın ilk hayvan hastanesi Bursa’da “Gurabahane-i Laklakan” adıyla açılmıştı. Osmanlı toplumunun hayvanlara verdiği önemin bir göstergesi olan bu hastane, başta leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakım ve tedavisinin yapılması amacıyla kurulmuştu. Dünyada eşi benzeri olmayan bu uygulama sayesinde her yıl binlerce kuş tedavi edilerek tekrar doğaya bırakılıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kanunname ve emirnamelerle hayvanların kötü muameleye uğraması önlenmeye çalışıldı
Örneğin II. Beyazid dönemine ait Kanunname-i İhtisab-i İstanbul el-Mahruse’deki maddelerden birinde yük taşımacılığında kullanılan at, eşek ve katır gibi hayvanlara gereğinden fazla ağırlık yüklenmesi yasaklandı. Bu kanun maddesi hiçbir zaman kağıt üzerinde kalmamıştı. Kurallara uymayarak hayvanlara eziyet eden insanlara para cezası uygulanıyordu. Bir diğer hayvan hakları belgesi 1587 yılında III. Murad döneminde yayınlandı. Bu belgeye göre; zayıf, bakımsız hayvanların çalıştırılmaması, nalsız hayvanlara binilmemesi ve hayvanların üzerine çok fazla yük konmaması gibi sıkı kurallar vardı.
Hayvan hakları tarihi söz konusu olduğunda Osmanlı Devleti’nde sayısız güzel uygulamanın olduğu görülüyor. Devleti yönetenler, yük taşıyarak insanlara hizmet eden hayvanları korumak için zaman zaman emirler çıkarmış, bu emirlere uyulup uyulmadığı çok sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Örneğin 1856 yılındaki bir talimatnamede yük ve eşya nakliyesinde çalışan hayvanların haftanın bir günü dinlendirilmesi ve üzerine binilmemesi gerektiği belirtilmiştir. Cuma günü olarak belirlenen bu dinlenme gününde, yetkililer kurallara uymayan vatandaşlara para cezası vermiştir.
Sadece başkentte değil diğer şehirlerde de yerel meclisler aracılılığıyla birtakım önlemler alınarak hayvanlara karşı kötü muamelenin önüne geçilmekteydi. Örneğin 1871 yılında Üsküp pazarına mal getiren köylüler, hayvanlarına belirtilenden daha fazla yük koydukları için belediye meclisi kararıyla para cezasına çarptırılmıştı. Ancak para cezası dışında toplumsal alanda ayıplanmak daha büyük bir ceza olarak görülüyordu.
Para cezalarının dışında hayvanlara eziyet eden insanların kamusal alanda teşhir edildiği biliniyor. 16. yüzyılın sonlarında sarayda doktor olan Hierosolimitano Domenico, atına fazla yük yükleyen insanların burunlarının delinerek ip takıldığını ve şehir sokaklarında gezdirildiğini belirtmektedir.
Ülkeyi ziyaret eden seyyahlar, Türkiye’de hayvanlara gösterilen sevgi ve merhameti anlamakta zorluk çekiyordu. Yabancı yazarlara ait seyahatnamelerin birçoğunda Türklerin hayvan sevgisi detaylı bir şekilde anlatılıyordu
Örneğin 16. yüzyılda başkent İstanbul’da yaşayan elçilik memuru Baron Wenceslas Wratislaw Türklerin kasaplardan et alarak sabah ve akşam sokak hayvanlarını beslediğini renkli bir dille anlatıyor: “Tahta kovalar içinde pişmiş işkembe, akciğer gibi sakatatı “kedi eti, kedi eti!” diye satan ve şişte pişmiş sakatatı omzunda taşıyan ve “köpek eti, köpek eti!” dite satan ciğercilerden yiyecek satın alan Türkler, köpeklere ve duvarda oturan kedilere verirler”.
17. yüzyılda Fransız elçiliğinde görev yapan Antoine Galland ise hayvanların kötü muamele görmediği için insanlardan korkmadıklarını anlatıyor: “Burada karabatak, saksağan kuşu, kuzgun ve kumrular ve bilhassa leylekler görülür. Bu kuşlar o derece teklifsizdirler ki yuvalarını köyün yolları üzerindeki ağaçlara yaparlar. Padişahın bir bahçesinde tamamiyle karabatak yuvalariyle dolu bir ağaç vardır. Bu kuşların bu derece teklifsiz olmaları, kendilerine karşı gayetle gaddar olan çocuklar da dahil olarak hiç kimse tarafından bir fenalık edilmemesinden ileri gelmektedir.”
Osmanlı İmparatorluğu’nda hayvan haklarına riayet eden tüm bu uygulamaların yanı sıra zaman zaman istenmeyen uygulamalara da rastlanmaktadır
Günümüzde kuduz hastalığının tedavisi olsa da modern öncesi dönemde bu hastalığın tedavisi yapılamıyordu. Bu nedenle köpekler potansiyel tehlike olarak görülüyordu. Günümüze ulaşan belgeler incelendiğinde; her zaman olmasa da bazı dönemlerde sokak köpeklerinin toplanarak itlaf edildikleri anlaşılıyor. Bu belgelerden birisi Alman imparatoru II. Wilhelm 1898 yılında İstanbul’a gelmeden önce hazırlanmış. İmparatorun cadde ve sokaklarda gezmek isteme ihtimali düşünülerek kuduz ve uyuz hastalığı bulunan köpeklerin “uygun bir şekilde” ortadan kaldırılması gerektiği belirtilmiştir. Az sayıda hayvanın toplatılıp şehir dışına bırakılması gibi örneklerin dışında sokak hayvanlarının toplu bir şekilde sürgün edildiği dönemler de olmuştur.
İstanbul sokaklarında yaşayan köpeklerin ilk toplu sürgünleri 19. yüzyılın ilk zamanlarında II. Mahmud döneminde gerçekleşti. O dönemde İstanbul’daki köpek nüfusunda inanılmaz bir artış yaşanmıştı. Padişah ise sokaklarda ne kadar köpek varsa yakalanıp Hayırsızada’ya gönderilmesini buyurdu. Birkaç gün içinde padişahın istediği gibi sokaklarda neredeyse hiç hayvan kalmamıştı. Ancak İstanbul halkı duyarlıydı ve hemen sesini yükseltmeye başladı. İnsanlar hayvanlara eziyet etmenin uğursuzluk getireceğini düşünüyordu. Bu nedenle köpeklerin tekrar İstanbul’a getirilmelerini istiyorlardı. İnsanların tepkisine kayıtsız kalamayan II. Mahmud, köpeklerin tekrar İstanbul’a getirilmesine izin verdi. Ancak bu olaydan sonra İstanbul halkının belirttiği uğursuzluk da gelmişti. Mısır Valisinin oğlu İbrahim Paşa ordusu ile Kahire’den çıkıp Kütahya’ya kadar geldi!
Olayın üzerinden seneler geçtikten sonra 1910 yılında benzer bir olay tekrar yaşandı. İstanbul Belediye Başkanı Suphi Bey, o yılın Haziran ayında köpeklerin tekrar toplatılıp Hayırsızada’ya gönderilmesini emretti. Sadece birkaç gün içinde yaklaşık 80 bin köpek Hayırsızada’ya bırakıldı. Marmara’da bulunan bu adada dikili tek bir ağaç bile yoktu. Köpekler hayatta kalabilmek için birbirlerini yemek zorunda kaldı. Kısa bir süre sonra ise artık hiçbir köpek hayatta değil. Bu olay Türkiye’nin hayvan hakları tarihi için kara leke olacaktı. Sonuç olarak İstanbul halkının beklediği uğursuzluk yine gecikmedi ve Balkan Savaşı patlak verdi.
Türkiye’de hayvan severleri tek bir çatı altında birleştiren ilk resmi dernek 1912 yılında “Himaye-i Hayvanat Cemiyeti” adıyla İstanbul’da kuruldu
Bu dernek Atatürk’ün direktifleriyle 1923 yılında Türkiye Hayvanları Koruma Derneği olarak faaliyet göstermeye başladı. Benzer bir şekilde 1955 yılında Celal Bayar öncülüğünde Ankara’da Hayvanları Koruma Derneği açıldı. 1980’li yıllara gelindiğinde henüz Türkiye’de yasalarla korunan bir hayvan hakları kanunu yoktu. İlk çalışmayı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Prof. Dr. İsmet Sungurbey başlattı. Uzun bir süreçten sonra ilk resmi düzenleme 24 Haziran 2004 tarihinde yapıldı. Hayvanları Koruma Kanunu’nun kabul edilmesiyle can dostlar yasalarla güvence altına alınmış oldu. 5199 sayılı bu kanunun 4. maddesinde hayvanlara yaşam hakkı tahsis edildi. Hayvanlara kötü muamele eden kişilerin cezalandırılması öngörüldü. Ancak yıllar içinde bu yasanın bazı eksiklikleri gün yüzüne çıkmaya başladı. Bu nedenle uzun bir süredir yeni bir yasa için çalışmalar yapılıyor. Geçtiğimiz yıllarda çeşitli sebeplerle sürekli ertelenen hayvan hakları tasarısında nihayet son aşamaya gelindi. Sonuç olarak yakın bir zamanda, Hayvan Hakları Kanunu‘nun Meclis gündemine getirilmesi bekleniyor.