İnsan yapımı ve/veya doğal herhangi bir felaketle karşılaştığımızda büyük bir kısmımızın refleksif tepkisi kaçmak ve hayatını kurtarmaya çalışmaktır. Fakat çok ama çok azımız kendi çıkarını değil de etrafındakileri düşünme, dünyanın iyiliği için kendini feda edebilme ya da kendine zarar verme yani “özgecil” davranabilme cesaretine sahibiz. Bunun sebebi ise hiç şüphesiz “koşulsuz sevgi”. Bu davranış biçiminin evrimde de yeri var: Örneğin balinaların besin kıtlığı ya da kirliliğin tavan yaptığı zamanlarda hiç değilse türün birkaç bireyinin daha uygun koşullarda hayatta kalmasını sağlamak adına topluca intihar etmeleri ya da çeşitli böceklerin yine kıtlık zamanlarında döl vermeyi kesmeleri veya kurtların ve vahşi köpeklerin sürünün ava katılmayan üyelerine av dönüşü hiçbir beklentileri olmaksızın et getirmeleri, yiyeceği olan şebekler ve şempanzelerin bir jestin karşılığı olarak grubun diğer bireyleriyle yiyeceğini paylaşması gibi… Cüce şempanzeler, sakat ya da engelli grup üyelerine yardım ederler; vampir yarasalar yiyecek bulamayan şanssız ya da hasta eşleriyle paylaşmak için içtikleri kanı kusarlar. Yunuslar, hasta ya da yaralı hayvanların saatlerce altında yüzerek ve nefes almaları için yüzeye doğru iterek onlara destek olurlar; deniz aygırları predatörlerce avlanan ebeveynlerin öksüz yavrularını evlat edinirler. Hayvanlar aleminde görülen ve sadece insana özgü olmayan daha pek çok özgecil davranış sayabiliriz.
Özgeciliğin doğadaki varlığı ilk bakışta şaşırtıcı olabilir ve kendisi hala evrimsel bir muamma olmayı sürdürmektedir. İnsanların bilinçli bir niyetle yaptıkları fedakarlıklar özgecil diye nitelenirken, hayvanlarda görülen aynı davranışların daha çok biyolojik mekanizmalarının aldığı bilinçsiz bir karar olduğu varsayılıyor; ki insan bilincinin nasıl işlediği ile ilgili henüz ilkel bir safhada olan araştırmaları anlamak konusunda da şimdilik yeterince bilgi ve deneyim sahibi değiliz. Bilim insanları, hayvanların bir bilinci ve duyguları olduğunu ancak 2012’de kabul etti ve bunu bir deklarasyonla ilan etti. Halbuki herhangi bir hayvanla aynı ortamı paylaşan her insan evladı, kendi deneyimlerine dayanarak hayvanların bir bilinci olduğunu zaten bilir. Bunu bilmek için, “deneyimler”imizin illa ki bilim tarafından onaylanmasını beklemek de çok doğru değildir. Bilimin onaylamadığı her deneyim ve bilgimize “safsata” deyip geçemeyiz. Örneğin; bilim bu “gerçeği” kabul edene kadar; bilincin yalnızca insan türüne mahsus olduğunu, hayvanların ise sadece içgüdüleriyle refleksif davranışlar sergilediğini düşünüyordu. Yani bilim de safsatalardan azade değildir; fakat kendini bunlardan arındırmakla mükelleftir. Neyse ki bu yeni araştırmalar hayvanseverlerin bildiği bu bilginin, bilimsel bir bilgi olarak kabul edilmesinin ve hatta bizzat bilim denen uğraşının önünü açıyor. Cambridge Bilinç Deklerasyonu’na imzasını koyanlardan biri olan, Stanford ve MIT’de araştırmalar yapan Philip Low, buldukları verilerin kişisel olarak kendisini nasıl etkilediğini bir röportajda şöyle açıklamış: “Sanırım vegan olacağım. Hayvanlar hakkındaki bu yeni bulgulardan, özellikle onların acıyı deneyimlerken yaşadıkları zulümden etkilenmemek olanaklı değil.”
Bildiğimiz kadarıyla sağlıklı bir bilince sahip istisnasız her varlık, bir biçimde acıdan kaçmak ister, maruz bırakıldığımız acıyla yüzleşmek zor ve buna her daim katlanabilmek de pek olası değil çünkü. Acı çekmeden ve çektirmeden bilinçli biçimde iyi olabilmenin ve empati yapabilmenin yollarını yine doğanın kendisinde arayıp bulmamız mümkün. Bu dünya sert ve acımasız… Yine de burası bir nebze güzel ve iyi ise eğer, bunu özgecillere borçluyuz… Onların kıymetini bilmek ve yaptıklarını her daim hatırlamak ve hatırlatmak gerekliliği ile bu listeyi birkaç kahramana ve onların nezdinde nice isimsiz kahramana ayırdık.
1. Auschwitz’te başka birinin yerine ölmeye gönüllü olan Katolik rahip: Maximilian Kolbe
1894-1941 yılları arasında yaşamış olan Maximilian Kolbe, Japonya’da misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuş Katolik bir rahip olmasına rağmen Auschwitz’te öldürülmüş. Katipler, onun ölüme giderkenki dehşet anlarında “Sözde burada dahi olmamam gerekiyordu” şeklindeki son sözlerini kaydetmişler. Fakat Kolbe orada olmayı kendi seçmişti; belki Nazilere kendi hayatını ortaya koyarak bir ders vermeye çalışmıştı belki insafa gelmelerini umuyordu ama neticede Nazilere karşı hayli fedakarca bir direniş sergiledi. Polonya’da bulunan kendi manastırından Yahudilerin varolma hakkını savunan pek çok dini dergi yayınladı, korsan radyo yayınları yaptı. Naziler onu tutukladılar fakat o serbest kaldıktan sonra da yılmayıp korkmayarak yayınlarına devam etti ve hatta manastır sınırları içinde Yahudiler için yüzlerce barınak inşa ettirdi ve bazı Yahudilerin de kaçmasına yardımcı oldu. Sonuç olarak, Kolbe tekrar tutuklandı ve tutuklulara vaaz vermek için acımasızca dövüldüğü Auschwitz’e gönderildi; ki zaten dövülmese de vaazlarını veriyordu. İki ay sonra Auschwitz muhafızları kamptan kaçan üç mahkuma kızıp, rastgele seçtikleri 10 mahkumu iki hafta boyunca açlık ve susuzluğa mahkum ettiler. Bir türlü haber alamadığı karısı ve çocukları için ağlayan Polonya ordusu üyesi Franciszek Gajowniczek de seçilen bu 10 kişilik grubun içindeydi. Tam o sırada 16670 numaralı Kolbe öne çıktı ve Gajowniczek’in yerine kendisinin geçmesini teklif etti. Çok şaşıran gardiyanlar buna izin verdiler çünkü böyle durumlarda nasıl davranmaları gerektiği kendilerine öğretilmemişti. İki haftanın sonunda sağ kalan tek kişi Kolbe’ydi. Muhafızlar boş hücreye ihtiyaç duyduklarından Kolbe’ye karbolik asitle dolu öldürücü bir iğne yaptılar. Kolbe’nin bu esnada sol kolunu uzattığı ve sakince ölümcül asidin enjekte edilmesini beklediği kaydedildi. Kolbe, 1982’de Papa II. Jean Paul tarafından aziz ilan edildi. Papanın 40 yıl sonra onu “zor 20. yüzyılın baş azizi” ilan ettiği törende, yerine ölmeyi seçtiği Gajowniczek de vardı. Yukarıdaki video, onun yaptığı bu fedakarlığı anlatan “Life for Life: Maximillian Kolbe” adlı filmin trailer’ına ait.
2. Katrina Kasırgası sırasında 70 kişiyi kurtarmak için bir okul otobüsüne el koyan uyuşturucu satıcısı: Jabbar Gibson
2005’de Katrina Kasırgası vurduktan iki gün sonra, 20 yaşındaki Jabbar Gibson ve arkadaşları, New Orleans’taki harabeye dönmüş evlerinden kaçmak için çaresizdiler. Gibson daha önce de araç çalmış, küçük çaplı bir uyuşturucu satıcısı ve hırsızdı. Bir okul otobüsü bulup, nasıl sürüleceğini çözdü ve otobüsü çalıştırmayı başardığında arkadaşlarını ve ailelerini toplamaya başladı. Yaklaşık 60 kişilik kapasiteye sahip otobüsü, kapasitesinin üstünde insanla doldurdu. Bir otobüste sıkışarak canını kurtarmak ile ölmek arasında tercih yapmak hiç kimse için zor olmadı. Ardından polisler geldi. Çalıntı bir otobüs kullanan şüpheliyi ararlarken Gibson’ın gizli silahı ile karşılaştılar: Annesi Bernice Gibson. Bernice, polislere oğlunun “hırsızlığının” onlarca hayat kurtarmasının tek yolu olduğunu söyledi. Bunca hayatı kurtarmak için daha iyi bir fikirleri yoksa, kendi işlerine bakmalıydılar. Üç kez benzin almak için durarak 13 saat sonra kasırgadan kaçanların sığındığı Houston’ın ünlü spor stadyumu Astrodome’ya vardılar fakat yetkililer tarafından içeri alınmadılar. Eğer Kızılhaç ekibi onları sahiplenmeseydi, kaderlerine terk edileceklerdi. Gibson, hakkındaki çeşitli suçlamalar nedeniyle tutuklandı. Fakat ona destek çıkanlar ve hayatını kurtardığı insanların ifadeleri sayesinde serbest bırakıldı. Kimsenin onlar için hiçbir şey yapmadığı bir günde Jabbar Gibson, kendi hayatı pahasına onların canını kurtarmıştı. Daha sonra kendisine yakıt almak için parayı nereden buldukları sorulduğunda Gibson “yeterince para toplanana kadar şapka dolaştırdık” yanıtını verdi.
3. Öğrenciler katliamdan kaçabilsinler diye silahlı saldırganı oyalayan Virginia Tech Üniversitesi hocası: Liviu Librescu
2007’de depresyondaki bir Virginia Tech öğrencisi, 32 kişinin ölümü ve 17 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan Amerikan tarihinin en büyük kitlesel katliamlarından birini gerçekleştirdi. Liviu Librescu olmasaydı muhtemelen ölü ve yaralı sayısı çok daha yüksek olacaktı. 76 yaşındaki bu Romanyalı adam, o güne kadar iki yaşama yetecek kadar acı görmüş ve yaşamıştı. Çocukluğu bir Nazi toplama kampında, yetişkinliği ise komünist diktatör Nikolay Çavuşesku’nun zulümleri altında geçmişti ve sağ kurtulmayı başarmıştı. Librescu, Musevilikten vazgeçmeyi ve Kızıl Parti’ye katılmayı reddettiğinde Çavuşesku, onun ülkenin herhangi bir yerinde, herhangi biri için çalışmasını yasakladı. Librescu 1985’te ülkesini terk etmeyi bir biçimde başardı ve katliamın yapıldığı 16 Nisan 2007’ye kadar yaşadığı Virginia’ya gitti. Virginia Tech’de Mühendislik Bilimi ve Mekanik Profesörüydü. Katil, sınıfına yaklaştığında, Librescu öğrencilerini açık bir camdan tırmanmaya ve hızlı bir şekilde dışarı çıkmaya yöneltti. Ancak, 20’den fazla çocuğun bir pencereden dışarı çıkması ne derece hızlı hareket edilse de epey zaman alır. Tıpkı Game of Thrones’daki Hodor gibi, kaçmaları için zaman kazandırmak adına Librescu sınıf kapısını kapalı tuttu. Saldırganı dışarıda tutabilmek için normalde sahip olduğu gücün üç katı güç kullandı. Plan işe yaradı. Katil silahını kapının arkasından ateşlerken Librescu’nun kapıyı kapalı tutması sayesinde 23 öğrenciden 22’si katliamdan sağ çıkmayı başardı. Fakat kapının ardında duran Librescu’ya beş kurşun isabet etmişti ve günün ilerleyen saatlerinde öldü. Librescu’nun oğlu daha sonra babasının ölümden korkmadığını söyledi.
4. Sadece bir cep telefonuyla binlerce Suriyeli mülteciyi kurtaran kadın: Nawal Soufi
Bir mahkeme tercümanı olan Fas asıllı Nawal Soufi, İtalya’daki evine dönmeden önce Suriye’den ayrılırken cep telefonu numarasını birkaç kişiye vermeye karar verdi. Bunu yaparken numarasının bu derece yaygınlaşacağının farkında değildi. Çok kısa bir süre sonra, telefonuna Akdeniz’i geçmeye çalışan yüzlerce Suriyelinin kaybolduklarına ve/veya teknelerinin battığına dair panik halindeki çağrıları gelmeye başladı. Adına “insanlık” denen o rahatsız edici, belalı duygu yüzünden yardım çağrısında bulunan herkesin kişisel olarak yardımına koşmaya karar veren Soufi’nin tipik bir günü cep telefonuna gelen mesaj ve aramaların GPS koordinatlarını talep etmek ve bu koordinatları Sahil Güvenlik birimlerine iletmekle geçecek, kurtarılan Suriyelileri karşılayacak ve onları güvenli bir biçimde mülteci kamplarına götürmek için rehberlik etmekle geçecekti. Tek bir günde, sekiz mülteci teknesinin her biri onu 20 kereden fazla aradı çünkü gemileri batmış ve denizde soğuktan donmak üzereydiler. Pek çok mülteci Soufi sayesinde İtalya’ya giriş yaptı. Diğer Avrupa ülkelerine gittikleri taktirde daha iyi bir meslek ve konut imkanına sahip olabilecekken Doublin Antlaşması’na göre bir mülteci parmak izinin alındığı ülkede kalmak zorundaydı. Bu yüzden Soufi, mültecileri İtalya dışına çıkarmak üzere tren biletlerini almak suretiyle gizli ve sessizce çalıştı. Bunun alternatifi, biletleri yüzlerce Euro’ya satan insan kaçakçılarına mültecileri teslim etmekti. Soufi tüm bunları ülkesi İtalya’nın yasalarını çiğneyerek yaptı ve onların güvenliğini sağlamak adına kendi hayatını tehlikeye atarak göçmenleri güvenli bir şekilde İtalya’dan kaçırmayı başardı. Soufi, hala mahkeme tercümanlığı görevine devam ediyor.
5. 11 Eylül saldırıları sırasında 6.700 uçak yolcusuna sahip çıkan Kanada’nın mütevazı kasabası: Gander
11 Eylül 2001’de, terör saldırılarından hemen sonra ABD, havadaki tüm uçakların vurulacağı uyarısıyla Amerikan hava sahası dışındaki başka yerlere yönlendirilmesi kararını verdi. Bu ahvalde Kanada, süper nazik bir ülke olmakla birlikte kendini bir anda özellikle de pist alanlarında daha geniş yer olan küçük şehirlerindeki havalimanlarına iniş yapan yüzlerce uçak ve yolcularıyla uğraşırken buldu. Örneğin; Newfoundland-Gander’daki havalimanına günde altı uçak inerken bu sayı 38’e çıktı ve bu uçaklar toplamda 6.700 kişi taşıyordu. Oysa Gander 9 bin kişilik bir kasabaydı ve bu kadar çok insanla uğraşacak donanıma sahip değildi. İş yerleri, kiliseler, okullar ve üzerinde çatı bulunan her bina acil olarak bu beklenmedik misafirlerin sığınağı haline getirildi. Belediye Başkanı Claude Elliot, TV’ye çıkıp halktan nevresim takımları ve kış vakti zaruri olan battaniyelerini bağışlamalarını rica etti. Polis halktan misafirlerin evlerine girmelerine müsaade etmemelerini rica etti fakat Gander sakinleri bunu umursamadılar ve beklenmedik misafirlere sanki en iyi arkadaşlarıymış gibi davrandılar. Bugün hala bu vesileyle kurulmuş dostuklar devam ediyor. Profesyonel meslek sahipleri de çok yardımcı oldular, örneğin; eczacılar ücretsiz ilaç yardımında bulundular. Kentin otobüs şöförleri o günlerde bir grevde olmalarına karşın misafirler şehirde rahatça dolaşabilsinler diye grevi bırakıp işbaşı yaptılar. Tarihler 15 Eylül’ü gösterdiğinde uçakların esas rotalarına doğru yola çıkmalarına izin verildi ve davetsiz misafirler ile yerel halk arasında çok dokunaklı vedalaşmalar yaşandı.
6. Daha fazla patlama olmasın diye, kendini feda eden üç Çernobil çalışanı: Alexei Ananenko, Valeri Bezpalov ve Boris Baranov
Onlar fedakarlıklarıyla sadece ülkelerinin değil tüm dünyanın kaderini değiştirdiler. Çernobil’de yaşanan nükleer felaketten 10 gün sonra patlayan reaktörün etrafında, soğutma amaçlı geniş bir su havuzu oluşturuldu. Sıcak nükleer çekirdeğin küçük bir gölle buluşması, radyasyonlu suyun buharlaşmasına ve tüm Avrupa’yı kaplayacak radyasyon bulutlarının oluşmasına yol açabilirdi. Bunun olmamasının tek nedeni bu üç mühendis. Bu adamlar yalnızca bir dalış kıyafeti giyerek radyoaktif havuza dalmaya gönüllü oldular. Nükleer çekirdeği soğutan radyoaktif suyu boşaltacak vanaları açtılar. Ananenko, vanaların nerede olduğunu biliyordu, Baranov karanlık sularda onlara yardımcı olacak bir fener taşıyordu ve Bezpalov ise bu tehlikeli görevin kazaren yalnızca bir intihar girişimine dönüşmemesi için gönüllü olmuştu. Havuza girdiler ve vanalara doğru yüzdüler bu arada Baranov’un taşıdığı fenerin ışığı tükendi. Sadece nükleer atık suyunda yüzmekle kalmadılar vana gibi bir şeye dokunmak umuduyla boruların arasında körü körüne yüzerek işlerini yapmak zorunda kaldılar. Üç adam da görevlerini başarıyla yerine getirdi. Pek çok site onların radyasyon yüzünden kısa bir süre sonra öldüğünü yazmakta ısrar ediyor. Hayır ölmediler. Baranov kazadan 19 yıl sonra kalp krizi nedeniyle öldü. Bezpalov hala hayatta ve Ananenko nükleer mühendis olarak çalışmaya devam ediyor. 2011’de Japonya’da meydana gelen bir deprem sonrası tsunamisinin tahrip ettiği Fukuşima Nükleer Santrali’nde de bir nevi benzer bir hikaye yaşandı. Nükleer sızıntıyı önlemek adına 50 kişi, kanserden öleceklerini bilmelerine rağmen bir hafta süreyle devam edecek radyoaktif nükleer çekirdeğin soğutulması işlemini gerçekleştirebilmek adına santralde kalmaya gönüllü oldular.
7. Yüzlerce AIDS hastasına bakan ve ölenleri defneden hemşire: Ruth Burks
1984’de Little Rock Üniversitesi Hastanesini ziyaret eden hemşirelik eğitimi almamış sıradan bir kadın Ruth Coker Burks, iskelete dönmüş bir AIDS hastasının annesini sayıkladığını duydu. Burks, hemşirelerden hastanın ne annesinin ne de başka bir yakınının gelmediğini öğrendi. Ancak bu kötü haberi vermeye gittiğinde hasta kolunu kaldırıp kendisine “Ah anne, geleceğini biliyordum” deyince, Burks onun başında beklemeye karar verdi. Adam ölene kadar elini tuttu. Sonra cenazeyi kendi defnetti çünkü adamın bunu yapacak başka kimsesi yoktu. Burks, o andan itibaren 10 yıl boyunca, nefes alışverişiyle yayılabileceği korkusuyla yaşayan ve akrabalarının homoseksüel yaşam tarzından nefret eden ailelerin ölüme terk ettiği AIDS hastalarına hemşirelik yapmaya başladı. Hastaneler bu hastaları tecrit edip terk ettiklerinden, Burks aslında bir tür gönüllü hastane makinesi haline geldi. Ölmekte olanları yatıştırmak, banyo yaptırmak, beslemek, yazılı işlerinde yardım etmek, ilaçlarını içirmek ve gerekirse öldüklerinde onları gömmek… Hemşireliğini yaptığı 40’ın üzerindeki hastanın kiliselerle, papazlarla ya da dinle bir ilişkisi yoktu. Birçok eczanede, hastaların ihtiyaç duyduğu ilaçlar yoktu. Burks, bir sonraki hastanın tedarik edemeyeceği ölmüş insanlardan kalan ilaçları mümkün olduğunca elinde tutmayı öğrendi. Bu hastalar için bir tür eczane deposu oluşturdu. Onunla çalışan eczaneler, her seferinde ona Lysol banyosuna ihtiyaç duyan ayaklı AIDS bombasıymış gibi gibi davranıyorlardı. 90’lı yılların ortalarına gelindiğinde ise, Burks’ün hizmetlerine artık ihtiyaç kalmamıştı. Pek çok yönden AIDS’in ne olmadığı konusunda tıp bilgisinin gelişmesine yardımcı oldu. Enfekte kişilere çıplak elleriyle dokunarak AIDS’in basit cilt teması yoluyla yayılmadığını kanıtladı. Buna ek olarak; hastaları soğuk bir odaya kapatarak ölümlerine terk etmektense, sevgi, destek ve fiziksel dikkat gösterilen hastaların ortalama iki yıl daha uzun yaşadıklarını ortaya çıkardı.